Birlikte yaşayabilmemiz mümkün mü?

İçinde bulunduğumuz dönemin karakterini tek bir sözcük ile ifade etmeye kalkışsak, şunu diyeceğiz: “Göç”… Evet, bu dönem çok çeşitli nedenlerin, ama en çok da terörün ve savaşların yarattığı göç dönemidir. Kitleler yer değiştirmektedir; kültürler, inançlar, siyasetler, ideolojiler, diller vb. sürekli karşı karşıya gelmekte ve yerleşik toplumları sarsmaktadır. Belli ki bu yerleşik toplumlar, şimdiye kadar dünya siyasetine ektikleri tohumların hasatını yapmak zorunda kalıyorlar. Fakat bunlar diğer yandan da maruz kaldıkları göç dalgasıyla nasıl baş edeceklerini düşünüp yeni bir siyaset belirlemek zorundalar.

Bazı Avrupa devletleri ve aynı zamanda da Türkiye’nin bir bölümü “Birlikte yaşayabilecek miyiz?” sorusuna kafalarını yorarlarken, ABD gibi devletler ise bu göç dalgasını kısa yoldan duvarlarla önleme yolunu seçiyor. Yani ortada, verilmesi gereken bir karar var: Ya “farklılık” kavramı yönünde bir siyasete başvurulacak, “birlikte yaşama”nın bir biçimde çaresi bulunacak ya da çekilen duvarlar “yabancılık” ve “ötekilik” kavramlarını pekiştirecek.

“Farklılık” dediğimiz şey ideal bir seçimdir elbette; “yabancılık” ve “ötekilik” ile aynı şey olamaz ve bunlar “farklılık” ile uzlaşmaz. “Farklılığın” deneyimlenebilmesi için, tüm “yabancıların” ve “ötekilerin” yan yana gelebilmeleri ve aralarındaki farkı onaylamaları, fakat buna rağmen, her birinin kendilerine özgü koşullarıyla birlikte yaşamayı sürdürmeleri gerekir. Üstelik bunu yaparken, o karşılıklı “farklılığın” kollanmasına istek duymaları da gerekir. Başka bir söyleyişle, tüm “yabancılar” ve “ötekiler” arasındaki bu ilişki, artık “farklı” olmaktan haz üretebilecek bir yaşama doğru yönelmelidir.

Böyle bir ilişki, pekâlâ başlı başına yeni bir siyaset icat etmek anlamına gelir; “farklılıkların” karşılıklı olarak birbirlerini, ayrışıklıklar ve aykırılıklar ile var etme siyasetidir bu… Birinin diğerini yok edip, kendisine dönüştürmeme ya da modern ulus-devlet modellerinde görüldüğü biçimde bir bütünlüğe asla yönelmeme siyaseti… İşte buradaki “eşitlik”, bir “armağan eşitliği”nden daha başka bir şeydir; üstelik artık “eşitlik” bile değildir; yalnızca “farklılığın” kendisidir.

Bu durumda, “farklılık” siyasetinin dili ne olacaktır? Şunu düşünelim: Daniel Defoe’nun romanındaki Robinson Crusoe, Cuma’ya bir gün “biz eşitiz” dediğinde (bunu kendi dilinde söylediğinde ve Cuma da onun dilini anladığında), ikisinin de aklında tek bir kavram belirecekti ki o da doğallıkla “eşitlik”ti. Ne var ki sonra da şunu düşünmeli: Cuma bu kavramı bilmiyordu; Crusoe ise “eşitlik” kavramını ilk öne süren ve bir “armağan veren” olarak, kendisinin bir “iktidar öznesi”ne dönüştüğünü kavrayabilmiş miydi? Diğer yandan, bir “özne”nin doğasının iktidarın doğasından başka bir şey olmadığını öğrenmiş miydi?

Bu romanın yazıldığı 18. yüzyıl, Defoe’nun bunları düşünebilmesi adına henüz erken bir zamandı. “Özne” ve iktidar arasında bağ kuran ilk güçlü metinleri okuyabilmek için 19. yüzyıla ulaşmak gerekiyordu. Defoe’nun buna ömrü yetmemişti; hele “özne” denilen şeyi tümüyle iktidarın eseri olarak tanımlayan Michel Foucault’ya, birkaç galaksi mesafesi kadar uzaktı. Romandaki Crusoe sanacaktı ki: Cuma’ya bir “eşitlik” armağan ettiğinde, “eşitlik” yaşama geçebilecekti; öyle ya, bu kavram “iyi” bir durumu işaret etmiyor muydu? Oysa o durum, çok kararlı biçimde “iktidar” kavramına yöneliyordu.

“Özne” ile iktidar arasındaki felsefi bağ, tam anlamıyla “Batılı” bir düşünce sisteminin sonucudur; bu da “Batılının” diline sızmıştır. “Batılı özne”nin “iyi” niyetle önerdiği (her kime olursa olsun) “eşitlik” armağanı, karşısındakine aynı zamanda da “özne” ve siyaset arasında bir ilişki sunar. 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesi, bu ilişkiyi evrensel bir siyaset biçimi yaratmak adına (ve kuşkusuz, yine “iyi” olarak) gerekli görüyordu; ta ki Aydınlanma, kendi içinden bir “Aydınlanma eleştirisi” çıkartıncaya ve onu “yabancıya” ve “ötekiye” yönelik geçerli, olgun bir felsefe haline getirinceye kadar…

Örneğin, bu eleştirel ortamın dışında kalmış, ondan payını almamış Arthur James Balfour, 1910 yılında İngiliz Avam Kamarası’ndaki konuşmasında, İngiltere’nin Mısır’ı işgalini şu tümcelerle meşrulaştırıyordu: “Şarklıların tüm tarihine bir göz atın, kendi kendini yönetmenin izine rastlayamazsınız. Tüm önemli yüzyılları (pek önemli yüzyıllardı bunlar), zorbalık altında, mutlakiyetçi yönetimler altında geçti. Uygarlığa tüm bu katkıları (ki esaslı katkılardı bunlar), bu yönetim biçimi altında gerçekleştirildi. Fatihler fatihleri, egemenlikler egemenlikleri izledi; ancak, tüm bu kader kısmet dönüşümlerinde, bu uluslardan hiçbirinin bizim –Batılı bakış açımızla- kendi kendini yönetme dediğimiz şeyi kendi talebiyle getirdiğini göremezsiniz. İşin aslı budur. Bir üstünlük ya da aşağılık sorunu değildir bu. Sanırım gerçek bir doğu bilgesi de bir filozofun, bizim Mısır’da ya da başka yerlerde üstlendiğimiz yönetim işlerini uğraşmaya değer bulmayacağını –yani gerekli işleri görmenin pis, aşağılık bir uğraş olduğunu- söyleyeceklerdir.”*

Balfour’un konuşması, Mısır üzerine iki ayrı bilgiyi açık seçik ortaya koyar niteliktedir: Bu bilgilerden ilki, Mısır’ın kendisini, yani Mısırlıların kendileri için söyleyebilecekleri şeylerin tümünü; ikincisi de “Batı”nın Mısır üzerine geliştirdikleri Aydınlanmacı bilgiyi kapsar. Oysa şu son derece açıktır ki Balfour’a göre bir Mısırlının kendi toplumu için söyleyebilecekleri, yalnızca önemsiz ayrıntılardan başka bir şey değildir; dahası, bunlar bilgi bile değildir. Ali Akay, Balfour’un bu tavrını, “Batı”nın “yönetmek” yükümlülüğünü üstlendiğinin kanıtı olarak öne sürer. “Doğu”, potansiyel bir minör olarak görülmektedir ve “Batılı” beyaz adamın “iyi” niyeti ile majörleşme “şansına” sahiptir. İşte sömürgecilik, bir bakıma (işin başlangıcında) minör olanı majör duruma dönüştürme “iyi niyet”inden ve bu “iyi” niyetin yıkıma yol açan felsefesinden kaynaklanır. Bu, “Batılı” beyaz adamın Aydınlanmacılığı ve “bilinç vericiliği”dir; aynı Crusoe’nun, Cuma’ya karşı takındığı tavrında olduğu üzere…

Bir kez daha aynı soruyu soralım: Bu durumda ideal bir “farklılık” siyasetinin, tehlikelerden uzak dili ne olacaktır? Ayrıca, “iyi” olarak nitelendirdiğimiz “eşitlik” kavramını hangi dilde söylemeliyiz ki içinde bir tahakküm olmasın? Jacques Derrida’nın da karşı konulmaz bir arzusudur bu: “İyi” bir durumu işaret eden sözcükleri “iyi” olarak kullanabilmek… Ama Derrida’ya göre bu çok da kolay değildir; her sözcük, kendi içinde bir çelişki ya da bir açmaz taşıdığı sürece, neredeyse olanaksız bir arzuya dönüşür. Örneğin 1997 yılında Derrida, İstanbul’da yaptığı “Konukseverlik-Konuksevmezlik” konulu konuşmasında şöyle demişti: “Konukseverlik, elbette ötekinin bir dost olarak ağırlanmasıdır, öyle olması gerekir. Ancak bunun koşulu, ev sahibinin, konuğu kabul edenin ve barındıranın ya da iltica hakkı verenin, efendi olarak kalmasıdır. Ev sahibi, kendi evinde kendi otoritesini korur, kendi yerini korur. Kendi yerinin sınırlarını çizer, o sınırlar içindeki otoritesi çerçevesinde, konuğa bir konukseverlik armağanı verir.”**

Derrida’nın söylediği çok da anlaşılmaz değildir; bir ev sahibi, konuğuna konukseverlik gösterebilmesi için, önce iktidarını ilan etmekte ve konukseverliğin yasasını da bu iktidara bağlamaktadır. Konukseverlik “iyi” bir şey olsa da içinde bir iktidar yasası barındırır; yani sözcük, kendi doğası gereği, kendi “iyi” anlamını içten çökertir. Yine de Derrida (daha önce de belirttiğimiz üzere) bu sözcüğü “iyi” anlamıyla kullanmayı sürdürmek ister ve şöyle bir konukseverlik pratiği önerir: “Ev sahibi konuğa karşı konukseverliğini, ancak kendi evine konuk tarafından davet edildiğinde ve konuk tarafından ağırlandığında gösterebilir.”

“Eşitlik” sözcüğünün içine sızan iktidar neyse, “konukseverlik” sözcüğünün içine sızan iktidar da odur. Bu örnekleri devletler bağlamında düşündüğümüzde, hiçbir devletin bir konuksever olabilmesi ya da konuklarına “eşitlik” armağan etmesi mümkün değildir; “yabancılar” ve “ötekiler” arasındaki hiçbir iletişim dilinin, konukseverliğe uygun olmadığı da açıktır. Öyle ya; hangi devlet “konukseverlik” kavramının “iyi” niteliğine sahip olmak adına “yabancılara” ve “ötekilere” ev sahipliği iktidarını devredebilir? Kaldı ki dünya, korkunç bir sömürge ve işgal dönemini deneyimlemişken; hâlâ da deneyimlerken… Ve bu işgal ve sömürge ihtirasından vaz geçmeyi aklına getirmeyen büyük kitleleri içinde barındırmaktayken…

Bu böyleyse, “farklılık” kavramı yalnızca bir ideal olarak konuşup duracağımız “felsefi bir şey” ya da “sanatsal bir konu” olmaktan öteye geçmeyecektir.

Emre Zeytinoğlu

 * Bkz. Ali Akay, Kapitalizm ve Pop Kültür, Bağlam Yay. 2000.

 ** Jacques Derrida ile Birlikte Disiplinlerarası Çalışma: Pera Peras Poros (İstanbul Boğaziçi Üniversitesi).