Bir Şiir, İki Aşk…

Yer yüzünde hiçbir hikâye yoktur ki ulaşması gereken yere ulaşmasın, dokunması gereken kalbe dokunmasın ve birbirine görünmez bağlarla bağlıdır yer yüzünün bütün hikâyeleri. Her hikâyenin bir ucu diğerine dokunur…

Bambaşka zaman dilimlerinde yaşanmış ama birbirlerine dokunan iki aşkın hikayesini anlatmak istiyorum size. Hikâyelerden ilkini yeni öğrendim (¹); ikincisi ise uzun zamandan beri bildiğim ama ilk kez anlatacağım bir hikâye. Her hikâye anlatılmak için sırasını bekler. Hikâyesinin varacağı kalbin/kalplerin orada beklediğini hissetmese, hangi anlatıcı anlatmaya gönüllü olur ki onu… Öyle değil mi?

*****

1915 yılında 1. Dünya Savaşı sırasında Konya Taşkent’te bir erkek bebek henüz altı aylıktır yetim kaldığında. Bebeğin savaşa giden babası Ahmet evine dönemez, akıbetinin ne olduğu ise hiçbir zaman bilinemez. Bu yetim bebeği dedesi büyütür. Hayata böyle hazin bir hikâyeyle başlamış olmasının etkisi de vardır belki, şair ruhludur çocuk; daha ilkokuldayken yazdığı şiirlerle dikkat çekmeye başlar. Cumhuriyetin ilk yılları…Bir gün okula Vali Bey gelir. Yapılan törende çocuğa kendisinin yazdığı bir şiir okutulunca bu akıllı ve yetenekli çocuk Vali’nin dikkatini çeker. Vali çocuğun içinde büyüdüğü şartların zorluğunu öğrenince, devlet parasız yatılı okuluna (Konya Erkek Lisesi) yerleştirilir ve orada başarılı bir şekilde okumaya başlar küçük şair.

*****

Aradan yıllar geçip de çocuk biraz daha serpilince, evi okulunun yakınında olan bir akrabasına evci çıkmaya başlar hafta sonları. İşte o evde tanışırlar akrabasının kızıyla ve iki genç âşık olurlar birbirlerine. Kızın babası tavrını koyar hemen: “Önce okullarınızı bitireceksiniz” diye.

Okullar bitene kadar, belki en güzel günlerini, yıllarını ayrı geçirmek zorunda kalırlar ama aşkları bakidir; söz vermişlerdir birbirlerine. Genç kızın eğitim durumuyla ilgili bilgi sahibi değiliz ama genç adam İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirir, mühendis olur ve 1943 senesinde nihayet evlenip kavuşurlar birbirlerine.

İşte böyledir Fakih Bey’le(²) Nilüfer Hanım’ın aşklarının hikâyesi sevgili okuyucu. İçinde savaş da vardır, Anadolu da vardır, şiir de vardır, cumhuriyet de vardır. Fakih Bey’in şair ruhlu biri olduğunu biliyoruz ama Nilüfer Hanım’ın nasıl bir kişiliğe sahip olduğuna dair bilgimiz yok. Bildiğimiz tek bir bilgi var üstü kapalı. Fakih Bey, aynı zamanda nüktedan bir kişi de olduğunu anlamamıza vesile olan bir şiirini eşi Nilüfer Hanım için yazar. Kısa bir şiirdir ama bazen sadece iki kelime yeter ya her şeyi anlatmaya… Fakih Bey’in şiiri de işte o hesap… Nilüfer Hanım’ı dört dizesiyle Türkiye’nin hem kim olduğu bilinmeyen hem de en tanınan kadınlarından biri yapar… Nasıl mı?

1961 senesinde Konya milletvekili olan Fakih Bey’in yakın arkadaşlarından biri bestekâr Muzaffer İlkar Bey’dir (³). Fakih Bey, Nilüfer Hanım için yazdığı bu kısacık şiiri arkadaşına verir bestelemesi için ama milletvekili kimliği nedeniyle sözlerin kendisine ait olduğunun bilinmesini istemez ve gerçek yıllar sonra ortaya çıkana kadar, bestelendikten sonra bir anda çok sevilen bu şarkının sözlerinin sahibi de bestecisi Muzaffer Bey olarak bilinir.

Şarkı kısa sürede dilden dile, kulaktan kulağa yayılır. Muzaffer İlkar Bey’in güftenin mânâsıyla kusursuz bir şekilde birleştirdiği eşsiz bestesi, Türk Sanat Müziği’nin efsanelerinden biri olur. Hangi usta şarkıcının yorumlamasına mazhar olmaz ki… Hangi aşk kırgını kalbe bir kadehin yanında eşlik etmez, hangi aşık erkeğe sevdiği kadına nüktedan bir gönderme yapma imkânı vermez, hangi kadını “Ben de mi öyleyim acaba?” diye tatlı tatlı düşündürmez ki…

Her hikâye ulaşması gereken yere ulaşır demiştik yazının başında. İşte bu şarkı da her hikâye gibi gitmesi gereken yerlerden birine daha gider; bestelendikten yaklaşık kırk sene sonra yıldızlı bir sonbahar gecesinde genç kızlıkla genç kadınlık arasında heyecanlı voltalar atan, gece gibi simsiyah saçlı, simsiyah gözlü nazenin bir kadına yapılmış eşsiz bir serenat oluverir. Kendisinden bir hayli genç olan bu kadına aşkını ilan etmeye karar veren orta yaşlı ve sevdalı adamın ise gecenin sessizliğini usulca yaran dile gelişi oluverir:

Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın
Aşk gibi, sevda gibi huysuz ve tatlı kadın
En güzel günlerini demek bensiz yaşadın
Aşk gibi, sevda gibi huysuz ve tatlı kadın (⁴)

*****

Ne kadar kısa ama ne kadar öz bir dile geliştir bu sözler, hiç düşündünüz mü? Huysuzluklar türlü türlü… Fesatlıkla yapılanı hiç çekilmez. Ama burada Fakih Bey, eşinin yaptığı huysuzluklardan rahatsız olmadığını, bilakis onları sevdiği kadının tatlılığının ayrılmaz parçası olarak gördüğünü, tatlı bir huysuzluğun sevdanın hallerinden biri olduğunu ve sevdalı olduğu kadının isminin bile onun için bir şarkı olduğunu ve/veya bütün şarkılarda sevdiği kadını bulduğunu nasıl da kısa ve öz anlatır dinleyene.
Fakih Bey, “En güzel günlerini demek bensiz yaşadın” sözleriyle acaba Nilüfer Hanım’ın kendisinden tatlı yollu şikayetçi oluşunu mu dile getirmektedir? Yoksa okullar bitene kadar ayrı geçirdikleri, Nilüfer Hanım’ın gencecik bir kız olduğu zamanlar mıdır kast edilen? Belki de ikisi birden… Ne fark eder ki… Besbelli Fakih Bey’in gönlü hoştur Nilüfer Hanım’ın tatlı huysuzluğundan… Gerisi boş, berisi hikâyedir…

Bence bu eşsiz dizelerden yola çıkarak, erkekler sevdikleri kadını türlü huysuzluklar (yaramazlıklar) yapıp şaka yollu kızdırmayı neden severler, kadınların tatlı huysuzluklarına maruz kalmaya neden gönüllüdürler, sorularının yanıtlarını da bulabiliriz. Adı üstünde tatlı huysuzluk…Erkeklerin, söz konusu huysuzluğun hemencecik geçip yerini şefkate bırakan tatlı bir oyun olduğunu iyi bildikleri aşikâr. Peki bu içsel bilginin kaynağı, çocukken yaramazlık yaptıklarında huysuzlaşıp kızan ama az sonra kendilerine kıyamayıp, yapılan yaramazlığı hemencecik unutup şefkatiyle sarıp sarmalayan ilk kadın olan anneleri midir acaba? Ne dersiniz?

Şefkat duygusunu doya doya yaşamak, adına yaşamak denilen istekler ve ihtiyaçlar silsilesinin temini en zaruri maddelerinden biridir. Bu, insanın en haklı isteklerindendir çünkü en insani ihtiyaçlarından biridir. İşte bu yüzden insanlığın geldiği uzay çağının bu noktasında psikoloji biliminin en temel kavramlarından biri haline gelmiş durumdadır ve her yerde karşımıza çıkmaktadır artık şefkat ve özşefkat kavramaları.

Ne mutlu Nilüfer Hanım’la Fakih Bey’e ki şefkati alma-verme döngüsünü anlayabilmişler, kurabilmişler, tadına varabilmişler ve kuşaklar ötesine böylesine güzel bir yolla iletebilmişler. Ruhları şad olsun.

*****

Lafı yine fazla uzattığımı; genç kadınla orta yaşlı erkeğin bir sonbahar gecesi serenatla başlayan hikâyelerinin sonunu merak ettiğinizi biliyorum.

Beklemediği bir anda, en sevdiği şarkılardan biriyle gelen bu aşk ilanıyla hem derinden etkilenir hem de “Bu yaşadığım şey ne?” diye günlerce düşünür genç kadın cevabı nerede ve nasıl araması gerektiğini bilemeden. Bulabildiği cevaplardan ise emin olamaz çünkü genç kadın küçüktür daha… Ne kadar mı küçük? Tatlı huysuzluklar yapmayı bilemeyecek kadar… Bu kadar güzel şarkı söyleyebilen bir erkeğin onu asla üzmeyeceğine inanabilecek kadar… Büyüklerin küçükleri aldatabileceğine inanamayacak kadar… Bu şarkının, bu ülkede kim bilir kaç kadına serenat olmuş olabileceğini aklının ucuna getiremeyecek kadar…

Karanlığın aydınlığı, tıpkı bir güneş tutulması gibi birdenbire yutabilişine ilk kez tanıklık edecek kadar… Aşkın o karşı konulamaz, tatlı ateşiyle aşk acısının dayanması zor yangınının(⁵) çok farklı şeyler olduğunu ilk kez deneyimleyecek kadar… “Her büyük yıkılış yepyeni bir başlangıçtır” gibi tavsiyelerle avunamayacak çünkü bunun doğru olduğunu bilemeyecek kadar… Kendi hikâyesinin de herkesin yaşayabileceği kadar bilindik ama biricik olduğunu çok sonra anlayacak kadar… Canlı canlı gömülmüş gibi hissederken aslında hayatın kendisine, başını şefkatle okşayarak: “Daha bitireceğin çok okul var. Önce okullar bitecek, sonsuz mutluluk ondan sonra…” demekte olduğunu duyamayacak kadar küçüktü diyelim… Yani çok küçük…

Uzun bir hikâye değildir, bir sonraki sonbahara henüz varmışken, yine bir gece, adamın nağmesine gerek görmeden sadece sözlerini söylediği bir şarkıyla sona erer: Ben gamlı hazan, sense bahar, dinle de vazgeç…Olmaz güzelim bende vakit geç… Sen kendine kendin gibi taze bahar seç…

*****

Bu hikâyeden tam yirmi yıl sonra, peyzaj mimarlığıyla yazarlık, bireysellikle toplumsallık, çocuklukla annelik ve huysuzlukla şefkat arasında voltalar atan orta yaşlı bir kadın, yağmurlu bir sonbahar akşamında bulutların ablukası altındaki gökyüzünü seyre dalar hikâyesinin son sözlerini yazmadan önce. Yirmi sene önce Dante’nin Karanlık Ormanı’ndan (⁶) geçmekte olduğunu bilmeyen ama yolundan dönmeyecek kadar da kararlı olan o genç kadının da Dante gibi bütün inançları yıkılmış mıdır acaba, diye düşünür. “Yoo…” diye seslenir bir yerlerden genç kadın muzip bir ifadeyle, “Henüz o kadar büyümedim; daha bitirmem gereken çok okul var.”

Genç kadını şefkatle bağrına basan orta yaşlı kadının aklında ise tek bir şey vardır: Artık son noktayı koymak ve gidip tatlı bir huysuzluk yapmak…


¹ Bu çok sevdiğim şarkının öyküsünü Kader Akbaş Eşin’in hazırlamış olduğu belgeselden öğrendim. Nilüfer ve Fakih Özlen’i tanımam ve yazımı kaleme almamda önemli bir rol oynadı bu belgesel anlatı. Kader Akbaş Eşin’e teşekkürü borç bilirim. https://youtu.be/eNap0GCgMlw
² Fakih Özlen’in hayatına dair bilgilerin bazılarına da buradan ulaştım: https://tr.wikipedia.org/wiki/Fakih_%C3%96zlen
³ Muzaffer İlkar Bey… Eşsiz ruhunuz şad olsun. Muzaffer Bey’i tanımak isteyenler için: https://tr.wikipedia.org/wiki/Muzaffer_%C4%B0lkar
⁴ Dinlemeden olur mu hiç? Olmaz. Benim duygu dünyamda Müzeyyen Senar’ın yorumunun yeri apayrıdır. Ruhuna selam olsun: https://youtu.be/7eG_x8zZ2ro
⁵ Bu platformdaki 6 Nisan 2017 tarihli ve Yangın başlıklı ilk yazımın konusu bu yazıda gönderme yapılan yangındır. Yazının bağlantısı: https://noktahaberyorum.com/yangin.html
⁶ Dante’nin İlahi Komedya adlı eserinin Cehennem bölümünde yer alan Karanlık Orman benzetmesine gönderme yapılmıştır. Dante’nin, inandığı her şeyin yerle bir oluşuyla cehenneme girişini anlattığı betimlemedir.

Elif Demirbaş TOPCU
Latest posts by Elif Demirbaş TOPCU (see all)