ÇİN NEDEN ABD’NİN HEDEF TAHTASINDA?
Mao’nun ölümünden iki yıl sonra,1978 yılında Deng Xiaoping genel olarak sosyalist camia tarafından ama özel olarak pek çok Maocu tarafından da “ihanet” olarak yorumlanan yeni bir çizgiyi hayata geçirmeye başladı. Bu çizgi planlı ekonomi ve kolektif mülkiyet esasına dayanan sosyalist yapıda ciddi kapitalist adacıklar oluşturulması ve bu yolla üretkenliğin artırılması esasına dayanıyordu. Bu politika değişikliği sonucu Çin’de yabancı sermayeyi ülkeye çekmeyi amaçlayan çok sayıda “ucuz işçi cenneti” serbest bölge oluşturuldu. Tarımsal alandaki kolektivizasyonda da bireysel üretime yönelik bazı gevşemeler gerçekleştirildi. Çin ve SSCB ilişkileri zaten Mao döneminde bozulmuştu; fakat ABD ile ilişkiler de antiemperyalist bağımsızlıkçı çizgi doğrultusunda hayli kötüydü, Deng Xiaoping döneminde ise SSCB ile ilişkiler daha da kötüleşmekle kalmadı ABD ile olan ilişkilerde belirgin bir yumuşama da gerçekleşti. Bu dönemde “üç dünya teorisi” adı altında ortala atılan Çin’in resmi uluslararası politika doktriine göre, “SSCB en tehlikeli emperyalist güçtü ve en tehlikeli emperyalist güce karşı diğer emperyalist blokla ittifak yapmak zorunluydu.” İktidara talip olurken en büyük vaadi SSCB’yi çevreleyerek zayıflatmak olan ABD başkanı Nixon, Çin’den uzanan bu eli, SSCB’yi çevreleme amacı açısından sunacağı büyük olanakları hayal ederek, seve seve tuttu. Belki konu dışı ama yeri gelmişken Çin de yaşanan bu politika değişikliğinin SSCB’nin çöküşünü kolaylaştıran önemli etmenlerden biri olduğunu vurgulayalım. Bu yön değişikliğinin konumuzla doğrudan ilgili yanı ise 2008 yılına kadar genelde uyumlu biçimde ve hep daha da gelişerek devam eden Çin ABD ilişkilerinin de başlangıcı olmasıdır.
Çin de kapitalizme yönelmeye dayalı genel çerçeveyi Deng’in “reformları” başlatmış ve beslemiştir; ama ardılları olan Jiang Zemin, Hu Jintao ve Şi Jinping tarafından da aynı yaklaşım bazı alanlarda daha da derinleştirilerek sürdürülmüştür. Bugün Şi Jinping iktidarı ile ABD ilişkileri belli bir kıırılmaya uğramış gözükmektedir. Buna ayrıca değineceğiz. Ama burada şu olgunun altını çizmek gerekir ki, Şi Jinping de iktidarının ilk gününden itibaren esas olarak Deng’in açtığı yoldan ilerleyen bir liderdir. Şi de, Deng’in başlattığı “reformların kapsamlı boyutta derinleştirilmesini, hem Çin’in, hem sosyalizmin, hem de Marksizm’in gelişmesi için” yararlı gördüğünü defalarca ifade etmiştir. Başka bir alt başlığa geçmeden Boratav Hoca’nın şu önemli saptamasını aktarmak önemli olacaktır: “Çin’in Deng Xiaoping’in mirası olan dış dünyaya ve piyasa ekonomisine açılma politikaları, esneklikle, ancak devlet işletmeciliği ve toprakta ortaklaşa mülkiyet ilişkileri (Rusya ve Doğu Avrupa örneklerinin aksine) tasfiye edilmeden sürdürüldü.”(1) Ayrıca Çin de yaşanan kapitalist restorasyon Rusya’nın tersine, tek parti otoritesi ve ülke bütünlüğünün korunduğu, sosyalizmin yarattığı altyapı ve ekonomik olanakların tahrip edilmeden sermaye birikiminin altyapısı olarak kullanıldığı evrimci bir süreç olarak gerçekleşti. Bugünden bakıldığında sürecin bu niteliklerinin Çin’in, 40 yıl içinde dünya ekonomisinin üretim ve ticaret bakımından en büyük ülkesi durumuna gelmesinde olumlu bir katkı yaptığı açıktır. Son olarak Deng ile başlayan sürecin Rusya deneyiminde “Yeltsinci” değil “Putinci” restorasyon stratejisiyle daha fazla uyuştuğu; daha doğrusu Putin’in ilham aldığı bir öncül olduğu da rahatlıkla söylenebilir.
Çin-ABD ilişkilerinde uzun balayı…
Çin yönetimi 1978 reformlarıyla ekonomisini uluslararası sermayeye açması ve Çin’in ABD’nin SSCB’yi çevreleme ve zayıflatma politikasına doğrudan ve dolaylı biçimlerde destek sunması ile başlayan ABD Çin ilişkilerindeki iyileşme artarak devam etti. Çin zamanla pazarlarını ve ucuz işgücünü yalnızca serbest bölgelerde değil daha yaygın biçimde uluslararası sermayeye açtı. Özel mülkiyetinin dokunulmazlığı parti içinden gelen bazı ciddi itirazlara karşın 1998 yılında Anayasal güvenceye kavuşturuldu. Çin bir yandan ABD tahvillerini satın alarak ABD ekonomisinin büyümesi için önemli bir kaynak sağlıyor, diğer yandan da ABD emperyalist politikalarının iç desteğini muhafaza açısından her zaman önem verdiği, ABD halkının tüketim düzeyini muhafaza edebilmek amacını Çin’in tüketim mallarını ithal etmek yoluyla nispeten ucuza hayata geçirme olanağı buluyordu. Bu dönemde ABD Çin iliştikleri açısından bir rekabet ve çatışma ilişkisinden ziyade tamamlayıcılık ilişkisi söz konusuydu ve ABD cenahında otoriter Çin tehdidine dair bir söz duymak, okumak için ciddi bir arşiv çalışması yapmak gerekiyordu. Yıldızolğlu’nun sözleriyle, “Bu karşılıklı bağımlılık ilişkisi uluslararası ilişkilere de yansıyor, Çin ABD liderliğini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde arada sırada sorgulasa da kabul etmiş, Batı merkezli küreselleşmenin kurallarını benimsemiş görünüyordu. Bu ortamda, ABD’de dış politika çevrelerinde kimi yorumcular, tarihçiler, dünya düzeninin yönetimini, ABD’nin birincil kalmaya devam etmesine izin verecek biçimde üstlenebilecek bir “Chimerica” (Çin+Amerika) ilişkisi hayal etmeye başlamıştı”(2). Bu mesut tablo 2007 yılında Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne üye olmasıyla tam bir balayı görünümü kazanmıştı. Ama çoğu zaman olduğu gibi yine zirvenin ardı sert bir inişti.
Balayının Sonu ve Yeni “Soğuk Savaş”
Ekonomik kriz döneminde, yani daha Obama iktidarında sinyalleri görülmeye başlayan iniş süreci Trump iktidarında daha net bir hal aldı. Trump, Çin-karşıtı politikaları ticaret savaşıyla başlattı; Dünya Ticaret Örgütü kuralları hilafına Çin’e karşı gümrük tarifelerini yükseltti. Sonra, Çin’in teknolojik gelişimini baltalamaya ve Çin şirketlerine ağır sınırlamalar getirmeye yönelik bir ekonomik savaş geldi, En sonunda Çin, “korona salgınının suçlusu” gösterildi. Dahası ABD, Çin lideri Şi Jinpin’in Marksizm ve sosyalizme yönelik olumlu ve övücü söylemlerini gerekçe göstererek, doğrudan Çin Komünist Partisi’ni (ÇKP’yi) ve liderini hedef alan bir söylem geliştirmeye başladı.
Küresel ekonomik kiriz
ABD Çin ilişiklerindeki bu kırılmanın ticari ve ekonomik boyutunun arka planında Alp Altınörs’ün aktardığı şu gelişmeler vardı: “Çin’in dünya ekonomisi içindeki ağırlığı “uzun durgunluk” sırasında hızla arttı, Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna yükseldi. Mali sermaye ülkelerinden ABD’de 2007’de mali kriz biçimde başlayıp 2008-’09’da küresel bir ekonomik krize dönüşen, 2011’de Avrupa’da ikinci bir krize yol açan sıçrayan mali-ekonomik kriz, on yıldır süren Büyük Durgunluğa dönüştüğünde, sanayi ülkeleri bu krizden o denli etkilenmediler. Özellikle Çin ve Hindistan, bu on yılda, dünya ekonomisinin taşıyıcı kolonları oldular. ABD+Avrupa Birliği’nin dünya hasılasına katkısı 2000 yılında %41’den 2013’te %13’e indi. Çin+Hindistan’ın dünya hasılasına katkısı ise 2000 yılında %24’ten 2013 yılında %41’e çıktı. Batı’nın durgunluğuna karşın, sanayi ülkelerinde üretim ateşi hala yanmaya devam ediyordu. Büyük Durgunluk, bu iki ülke grubu arasındaki dengeleri, sanayi ülkeleri lehine kısmen değiştirdi. Büyük Durgunluk döneminde, Çin, ekonomik ve mali alanda yükselen güç oldu. Ekonomik güç, en nihayetinde üretimden geldiği için, bu gelişmeler neticesinde – yavaş da olsa – dünyanın ekonomik ekseninde Doğu’ya doğru bir kayış meydana geldi”(3). Altınörs’ün değerlendirmelerine ek olarak Çin örneğinde piyasa üzerindeki devlet kontrolünün ve piyasa ilişkilerinin doğrudan etkisinin dışında hala önemli yekûn tutan kamusal mülkiyet alanlarının varlığının da Çin’in kapitalist ekonominin genel krizinden az etkilenmesini sağlayan önemli faktörler olduğunu ifade etmek gerek.
Korona Salgını…
2008 küresel ekonomik kirizi, neo liberal küreselleşmenin ekonomik alandaki sorgulanırlığını arttırmıştı. Korona salgını ise bu sorgulanırlığı bir başka alanda taçlandırdı. Küresel ekonomik krizden en az yara alarak çıkan Çin, küresel salgın döneminde de tartışılmaz bir üstün performans gösterdi. ABD ve diğer batılı emperyalist ülkelerin ise ekonomik kiriz dönemindeki ve ardı sıra salgın dönemindeki karneleri kırık notlarla doluydu. Bu iki kriz sırasında ortaya çıkan tablo, Çin’in hem ekonomik hem de siyasi ve ideolojik planda ayrı bir odak olarak öne çıkmaya başladığının tescillenmesi oldu.
Gerçekten de salgınla mücadele açısından, sağlık da dâhil tüm alanları piyasalaştıran ülkelerle eskinin sosyalist ya da sosyal devlet bakiyelerini bir ölçüde koruyan ülkeler arasında ikinciler lehine farklılık apaçıktı. Ne var ki Trump liderliğindeki ABD kendi başarısızlığını perdelemek, Çin’in başarıların ise gölgelemek ve giderek engellemek için Korona salgınını bir soğuk savaş arıcı haline getirmeye çalıştı. Çin’in salgını bilerek ve isteyerek diğer ülkelere yaydığı, salgın hakkındaki bilgileri dünyadan sakladığı gibi nesnel gerçeklerle uyuşmayan iddialar ortaya atılmaya başlanıldı. Oysa Çin salgının ilk görüldüğü anlarda “ belirtileri koleraya benzeyen ama niteliği tam anlaşılmayan yeni virüs “ hakkında salgının yayılmasından çok önce bir rapor hazırlayarak dünyayı bilgilendirmiş ve uyarmıştı. Bu rapor, Çin’e yönelik suçlamalar doruğa çıktığında hala Dünya Sağlık Örgütü’nün web sitesinde yer alıyordu(4). İkincisi, Çin’in başarısının kamusal sağlık hizmetlerinin hala varlığını koruyor olmasından kaynaklandığı apaçık olmasına karşın aynı merkezler tarafından, bu başarı, Çin’in salgınla mücadelede insan haklarını hiçe sayan otoriter yöntemler uygulamasına bağlandı. Oysa salgınla mücadeledeki başarıda otoriterlik ve demokrasi ayrımının belirleyici olmadığı, mücadele de başarılı olanlar içinde olduğu gibi başarısız olanlar içinde de hem “otoriter” hem “demokratik” ülkeler bulunmasından rahatlıkla anlaşılıyordu. Fark burada değildi; belirleyici fark, az çok kamusal sağlık hizmetine sahip olan ülkeler ile her alanı olduğu gibi sağlık alanını da büyük ölçüde kar amaçlı piyasanın inisiyatifine bırakan ülkeler arasındaydı.
Şi Jinpin’in Marksizmi…
Bütün yukarıda saydıklarımız dışında hâlihazırdaki Çin lideri Şi Cinping de ABD merkezli ve Çin karşıtı yeni soğuk savaşın en önemli hedeflerinden biri. Şi’nin Marksizm ve sosyalizmi olumlayıcı açıklamaları, ABD hegemonyasını sorgulayıcı yaklaşımları, devlet başkanlığını iki dönemle sınırlayan anayasa maddesindeki sınırlamayı kaldırması vb. “otoriter Çin tehlikesi”de karşı demokratik blok ”inşası doğrultusunda bugünlerde en yoğun kullanılan argümanlar arasında.
Oysa Çin Devlet Başkanı Şi çok değil beş yıl önce, 2017 Dünya Ekonomik Forumu Davos toplantısında yaptığı konuşmada, o zamanki ABD yönetiminin “küreselleşme karşıtı” söylenin aksine, küreselleşmeyi, serbest ticareti, uluslararası işbirliğini savunuyor ve küreselleşmeyi kaçınılmaz bir süreç olarak tanımlıyordu. Dahası Şi’nin bu yaklaşımları üzerine küreselleşme bayrağının ABD’den Çin”e geçtiği yorumları yaygınlık kazanıyordu. Ama bugünlerde artık Şi küreselleşme konusunda son derece karamsar. Aradan geçen sürede ne oldu? Bu süreçte olan en önemli olay Trump ile şekillenen Çin karşıtı politikanın belli taktik farklılaşmalara karşın Biden döneminde de üstelik dozajı daha da artarak süreceğinin netleşmiş olmasıdır.
Gerçi Şi, hala dünya ekonomisinde açıklığı-serbestliği, , ticaret ve teknoloji transferlerinde engellerin kaldırılmasını vb. savunmaktan tümüyle vazgeçmiş değil ve fakat artık, yakın vadede yaşanan deneyimin uyarıcı sonuçlarını da gözetiyor. Uluslararası İlişkiler alanının önemli isimlerinden Prof. Stephen Walt, Forein Policy’deki bir yazısında şöyle söylüyor: “ Şi, tedarik zincirlerinin kırılması, Batılı şirketlerin Çin piyasalarını terk etmesi, ekonomik ticari yaptırımların devreye girmesiyle, teknoloji transferine konacak engellerle, Çin’in bu güne kadar yararlandığı küreselleşme sürecini, tersine döndürülebilecek bir durum olarak algılıyor, açıkça kaygı duyuyordu. Şı, adını vermeden ABD’nin kendi iradesini, kültürel değerlerini başkalarına dayatmasından yakınıyordu”(5)
ÇKP Genel Sekreteri, artık uluslararası sermaye ve ihracat öncelikli modelin Çin’in hedeflerine ulaşmak açısından yetersiz ama aynı zamanda tehlikeli de olduğunu düşünüyordu. Şi Jinping’ e göre Çin’in izleyeceği “Yeni gelişme yaklaşımı, iç ve dış piyasaların birbirini desteklediği ikili dolaşım içermelidir. Bu bağlantıda ana dayanak iç piyasadır. Tüketim harcamalarını canlandırmak, çok geniş bir iç piyasa oluşturmak öncelik taşıyacaktır… Bu bağlantıların pürüzsüz sürdürülmesi için yenilikleri, teknolojik atılımları hızlandıran mekanizmalar geliştirilmelidir. Ama “uluslararası dolaşım” da gözetilerek…” Bu ifadeler, Çin yönetiminin, Çin’in yeni süper güç olma hedefine ulaşabilmesi için öncelikle Çin’e karşı açılan soğuk savaşın mevcut ve olası risklerini etkisizleştirmesi ve bunun içinde, yine öncelikle Çin’in kendi ayakları üzerinde durabilecek bir yapıya ulaştırılması gerektiği yönünde bir değerlendirmeye sahip olduğunu gösteriyor.
Bu yeni strateji, öncelikle Çin(in yükselişinin, dünya ekonomisindeki dalgalanmalardan, kendisine karşı açılan ticari, ekonomik ve ideolojik savaştan en az düzeyde etkilenmesi amacıyla bağlantılı. Ama bu stratejinin bir diğer yönü daha var: Çin gibi hegemonik bir emperyalistlik peşinde olan bir ülkenin eninde sonunda hem iç istikrarı sağlamak hem de dünyaya örnek bir model iddiasını öne sürebilmek bakımından kendi ülkesindeki yaşam ve gelir düzeyini yükseltmesi zorunludur. Bu, yaşanılan kuşatma halinden bağımsız bir genel kuraldır. Ama Çin’e yönelik ticari, ekonomik, ideolojik soğuk savaşın başarı ya da başarısızlığında Çin halkının alacağı tutumun çok daha önemli hale gelmiş bulunması, kuşkusuz ki bu yöndeki adımların erkene alınmış olmasında önemli bir faktördür. Gelir dağılımındaki bozukluğun, sınıf mücadelesinin yükselmesinin yanı sıra özellikle ülkenin Batı’sında, etnik, dini çelişkilerin daha da derinleşmesine yol açmakta oluşu düşünüldüğünde, Şi’nin, yeni stratejisini “mantıksız büyüklükteki gelirleri” sınırlamayı ve “ gelirin yeniden dağıtımını” içeren “ortak refah” sloganı ile pekiştirmesi son derece anlaşılırdır.
Gelelim Şi Jinping’in açıklamalarında yer alan “yüzyılın ortasında Çin’de modern sosyalist bir toplum kurma” amacına ya da Marksizm ve sosyalizmin Çin için tek gelişime ve kurtuluş reçetesi olduğu vb. gibi sözlerine… Öncelikle şunu belirtelim, Çin de ki kapitalist restorasyon sürecinin hiçbir döneminde “Marksizm”, “sosyalizm”, “Mao Çe Tung Düşüncesi” vb. açık biçimde reddedilmemiştir. Tüm parti liderleri zaman zaman kendi yaptıkları işlerin amacını sosyalizmin inşası olarak nitelendirmişlerdir(6). Ama “Çin’e özgü sosyalizmin”…
Bu sosyalizmin, kolektif mülkiyet, planlı ekonomi ve işgücünün metalaşmaktan çıkarılması unsurlarına belirleyici bir önem atfetmeyen niteliği (bazı sosyalistlerin kafası zaman zaman karışsa da) en başta kapitalist dünya tarafından çok iyi bilinir ve bu nedenle de sorun edilmezdi. Son dönemde Şi’nin bu vurguları daha çok dillendirdiği ve hatta yeni bir gelişme olarak artık “Çin”e özgü sosyalizm” kavramının anayasada da geçiyor olması doğru olsa da, Şi’nin anladığı ve kastettiği sosyalizm anlayışının geçmişteki sosyalizm anlayışı hiçbir farkı yok. Piyasa ekonomisine, özel mülkiyet hakkına yönelik ciddi bir sınırlandırma söz konusu değil ve işgücünün metalaşması aynen devam edecek vb. Bu durumda yani Şi’nin, Çin’de geçmişten ciddi bir kopuş öngörmediği apaçıkken, Çin yönetiminin “kapitalizme savaş” açtığını ısrarla dillendirmek sadece bir soğuk savaş argümanı olarak değerlidir. Şi’nin hamlelerinin anlamı kendisine karşı açılan soğuk savaşa karşı iç cepheyi sağlam tutma, bu soğuk savaş döneminde halk desteğini sağlama almaya çalışırken batının içeride destek bulabileceği kesimleri de sıkı kontrol altında bulundurmaktır. Şi de, hem sosyalizan ama aynı zamanda hem de Çinlilik vurgusunu tam da bu nedenle, yani Çin’e yönelik bir soğuk savaş açılmış olması nedeniyle sıklaştırmıştır. Sosyalizm söylemi Çin milliyetçiliği ile beraber halk ve sistem arasında bir ideolojik tutunum ve bütünleşme sağlamak amacıyla kullanılmaktadır. Ayrıca, Şi Jinping’in halkın gelir dağılımına yönelik şikâyetleri sona erdirme vaadini güçlendirmeye de hizmet etmektedir. Devlet girişimlerine daha çok önem vermek ve yabancı sermayeyi yakından denetlemek de soğuk savaşa karşı alınan önlemlerin bir başka veçhesidir.
Çin’in Batı demokrasisi normlarına uymadığı çok uzun yıllardır zaten malûmdu. Ama o zamanlar “artan Çin otoriterliği” sözü duyulmuyordu; duyulan, piyasaya açılan Çin’in “örnek büyümesi” övgüleriydi. Peki değişen nedir?
ÇKP’nin parti görüşlerini yansıtan İngilizce yayın organlarından biri olan Global Times da yer alan bir başyazı bizce bu soruya en doğru yanıtı vermiş. “Çin, ucuz emek kaynağı bir fabrika olarak Batı’nın refahına katkı yapan bir konumda kalmalıydı. Ama ÇKP liderliği sayesinde Çin, Batı’nın hegemonyasından bağımsız kaldı ve dünyanın ikinci en büyük ekonomisi oldu. Üstelik Batı gerilerken Çin’in uluslararası nüfuzu arttı. Covid-19 salgını karşısındaki çaresizlik, Batı’da sistemlerine ilişkin güveni çökertti. ÇKP’yi ‘dünyayı tehdit eden virüs’ olarak lekelemeleri bu nedenledir”(7)
Gelecek yazımızda Global Times yazarının iddialarının arka planını yani bir hegemonya adayı olarak Çin’in ekonomik, askeri ve kültürel-ideolojik alanlardaki bugünkü konumunu ele alacağız.
Referanslar;
Korkut Boratav, “ÇKP’nin ve Çin’in başarısının sırrı…” söyleşi, Oda TV com.
Ergin Yıldızoğlu, “ABD ve Çin: Rekabetleriyle geleceği şekillendirecek iki süper güç”, Cumhuriyet
Alp Altınörs, “Rusya-Çin: Yeni Bir Emperyalist Odak Mı?” Yeni Eksen
Mike Davis; “Wuhandan alınacak dersler,”” Çivisi Çıkan Dünya & Covid-19 Salgını Üzerine Muhasebele” içinde – RUNİK KİTAP
Aktaran Ergin Yııldızoğlu,” ABD ve Çin arasındaki ‘yeni soğuk savaş’ dünya için ne kadar büyük bir risk?” Cumhuriyet
Örnek, Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne girmesini sağlayan ve bu anlamda batı medyasınca çok övülen 2003 – 2013 arasının Çin devlet başkanı Hu Jintao‘dan “Çin Komünist Partisi’nin kuruluşunun 90. yıldönümü vesilesiyle Devlet Başkanı Hu Jintao yaptığı konuşmada,…24 defa Marksist ve Marksizm kavramlarını kullanan Jintao, Çin’in karşı karşıya kaldığı sorunların çözümünde Marksist düşüncenin çözümler üreteceğini savunmuştur” M. Turgut Demirtepe ve Hasan Selim Özertem, ”Yükselen Tehdit Algısı Karşısında Çin’in Yumuşak Güç Siyaseti :Politikalar ve Sınırlılıkları” bilig, Bahar 2013 / sayı 65
Global Times, Başyazı, 23 Aralık 2020’den aktaran K.Boratav “ Çin Komünist Partisi ABD’ye meydan okuyor –Sol Haber
- Faşizm Üzerine Notlar (2) - 4 Aralık 2024
- Faşizm Üzerine Notlar (1) - 27 Kasım 2024
- Kent yoksulluğu, “Onurlu Yaşam Hakkı” ve Belediyecilik - 20 Mart 2024