Toplumsal cinsiyet kavramı, kadın ve erkeklerin beden, beyin ve zihninde suçlu, kurban ve kurtarıcı travma döngüsü yarattığı için bilgiyi ve iktidarı ellerinde tutanlar açısından her zaman, her devirde kurtarıcı bir rol oynamıştır. Çünkü bu üçlü döngü hem kadını hem de erkeği bir yaşam krizinden çıkartıp diğer yaşam krizine sokarak toplumların hafızasında defolu ve yazılım hataları ile değer yargıları oluşturmuştur. Bu değer yargıları da kuşaklararası aktarıma dönüştüğü için ne erkek ne de kadın toplumsal cinsiyet zincirini kıramamıştır. Bu durum sanat, kültür, bilim, felsefe, psikoloji kısaca tüm kuramların da çerçevesini oluşturmuştur.
Bunun ortaya çıkması, devam etmesinde özellikle de özel mülkiyet fikrinin gelişmesi ve üretim ilişkilerinde erkeklerin başat rolde olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Yine mitsel ve dinsel anlamda kadının suçlu ve tüm kötülerin kaynağı olarak gösterilmesi bu kavramın düşünsel olarak da yaratıldığını, kolektif aktarımlarla bir toplumdan diğer topluma aktırıldığı fikrini güçlendirmiştir. Mesela İbrani mitindeki üçlemede Havva, suçlu”; Adam, “kurban”; Tanrı ise “kurtarıcı” olarak resmedilmiştir.
Aynı şekilde Grek mitinde Olympos’un tanrıları tarafından yaratılan Pandora elindeki kutu ile insanların arasına gönderilerek tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülmüştür. Bu iki uygarlığın bilim, felsefe, edebiyat ve kültüre etkilerini göz önüne aldığımızda, üstüne skolastik ve vahabi, selefi din anlayışını da eklediğimizde varın gerisini siz düşünün.
Özellikle de günümüz bilim alanlarının şekillendiği “Victoria Çağı” (1840-1900) toplumsal cinsiyet kavramını daha da pekiştirmiş, kadın ve çocuk cinselliğinin inkârı, iffetli bir ahlak anlayışı aynı zamanda her ne kadar nesnellikten dem vursalar da bilimlerin sınırlarını da çizmiştir. Freud, bu katı değer yargılarına ve “iffetli” ahlaka karşı çıktığı için bilim camiasından dışlanınca şu deyimi geliştirerek “Anatomi kaderdir” demiştir. Victoria Çağı aynı zamanda günümüz bilimlerinin de şekillendiği çağdır.
A. Lowen “Narsisizm: Gerçek Benliğin İnkârı” adlı itabında Victoria döneminin katı ve iffetli ahlakı şöyle tanımlamıştır. “Cinsel ahlak ve iffet geçerli standartlardı. Kendini tutma ve çoğunluğa uyum sağlayıp boyun eğme, kabul edilmiş tavırlar arasında yer alıyordu. Konuşma ve giyinmeye ilişkin tavırlar, özellikle burjuva toplumunda büyük bir dikkatle gözlenir, kontrol edilirdi. Kadınlar sıkıca bağlanmış korseler giyer, erkekler sert ve dik yakalar takardı. Otoriteye saygı duymaya dayalı bir düzen kurulmuştu. Bunun etkisi birçok insan üzerinde katı ve ciddi bir süperegonun gelişmesiyle kendini gösterdi. Bu süperego cinselliğin ifadesini sınırlandıran, cinsel duygular konusunda yoğun bir suçluluk hissi ve kaygı yaratan bir özelliğe sahipti.” Bilimlerin ilkeleri özellikle “Viyana Çevresi” tarafından böyle bir ortamda atılmış bilim, sanat, felsefe psikoloji vb. toplumsal cinsiyet sınırlarına çekilmiştir. Marx, Nietzsche ve Freud bu ahlaka karşı bayrak açmıştır. Çünkü “Viyana Çevresi” aynı zamanda toplumsal cinsiyetçi bir yaklaşım dayatmıştır. Marx’ın eşitlik, artı değer kavramı, Nietzsche’nin çekiçle, Freud’un neşterle yaptığı bu savaş aynı zamanda toplumsal cinsiyetçiliğe karşı bir savaştır.
Freud, “anatomi kaderdir” kavramını cinsiyet ayrımı için yani kadın ve erkeğin biyolojik ve fizyolojik olarak farklılıklarını ortaya koymak için yapmıştır. Yoksa ikisinin de sahip olduğu zihin aparatı aynıdır yani; İd, Ego ve Süperego kadın ve erkek için farklılık göstermez.
Sonuç olarak toplumsal cinsiyet kavramının arkasına saklanıp kadının bilim, sanat ve edebiyat dünyasından kovulması erkeklerin ve otorite figürlerinin aymazlığı, küstahlığı ve ikiyüzlülüğünden farklı bir şey değildir.
- Öfke! - 28 Kasım 2018
- Kayıp! - 13 Kasım 2018
- Beden imgesi - 4 Kasım 2018