Amarna’nın Kabusu

Tanrıların ve firavunların peşine takılıp, Amarna denilen ıssız diyarda buluyorum kendimi. Ne işim var benim bu kuş uçmaz kervan geçmez çölde?

Neyin peşindeyim ben?

Peşinde koştuğumu, geride bıraktıklarımın, kırıp döktüklerimin arasında yitirmiş olamaz mıyım? Rumi’nin dediği gibi, ömrümce girmek için çalıp durduğum kapıyı içerden mi çalıyorum, bende olanı benden uzaklarda mı arıyorum yoksa?

Kapanır umuduyla, attığım her adımda daha da büyüyen bu dipsiz uçurum da ne? Hakikat denilen yolsuz, yordamsız, yurtsuz olanı ararken, yol ve yordam bildiğini söyleyen türlü libaslara burunmuş haydutların peşine takılarak bir tuzaktan bir tuzağa mı sürüklendim acaba?

Ahlaklı olmayı, neden efendilerin, kölelik, kulluk, biat üzerine inşa ettikleri binlerce yıllık ahlaksızlıklarının toplamından ibaret ahlâklarıyla karıştırdım, dindarlık diyerek, imansız ibadet ehline neden itibar ettim? Sırtımda bunca yük varken, muktedirlerin ve hizmetindekilerin adalet, fazilet, hakikat diye pazarladıkları değersiz yüklere ne uğruna katlandım?

Ne için gözünü her türden hırs bürümüşlerle aynı çorbaya kaşık salladım? Ne için fenalıkta sınır tanımayanların fenalıklarına sessiz kalmakla yetinmeyip destek de oldum? Ben de onlardan biri miyim yoksa?

Neden içimde sürüp giden savaşları bitirmeye muktedir değilken, dışımdaki savaşların bitmesini bekledim? Neden kendi fenalıklarımı görmeyip de bütün kötülükleri başkalarından bildim?

Gözümde bir altın tanesini bir çakıl tanesinden kıymetli kılan neydi? Neden korkularıma bir de elde ettiklerimi yitirme korkusunu ekledim? Neden, neden?

Telefon çalıyor, arayan sigortacım. Arabanın, evin sigorta poliçelerini yenileme zamanı diyor. Rahat bir nefes alıyorum. Amarna çölünde falan değilmişim, evdeyim. Sayıkladığım ahretlik sorular, gördüğüm kabustanmış meğer. Korona’nın böyle yan etkileri var mı bilmiyorum. Belki de Amarna’nın ıssızlığında binlerce yıldır yankılanan çığlıklardı bu kabusa yol açan. Fena, çok fena. Neyse ki geçti.

Nil boylarından bir şeyler yazarım demiştim değil mi? Lafı uzatmadan nasıl anlatılır bilmiyorum ama deneyeceğim. Hikaye epey eskilerden başlar çünkü; Göbekli Tepe’den itibaren, avcı toplayıcı devirlerin şamanlarından maharetli olanları, profesyonelleşerek ayrı ve üstün bir statüye kavuşmuşlar. Statü gücü kendine çeker ve onlar da güçlenip, tanrı-kral olmuşlar. Tanrıların çokluğu, cevapsız soruların çokluğuna ve insan aczinin ebatlarına bağlı olduğundan ve ateistlik için gerekli beyin yıkama programları da henüz bilinmediğinden, bu pek de zor olmamış.

Ancak anlaşılan babadan oğula geçen tanrı-krallık problemsiz değilmiş. İşler iyi gittiği sürece mesele yokmuş da işler ters giderse tanrı-kralın vaziyeti müşkül bir hal alabiliyormuş; Frazer’ın ‘Altın Dal’ından öğreniyoruz ki, bazı kabilelerde işlerin ters gitmesinden, misal kuraklık, kıtlık salgın gibi afetlerden sorumlu tutulan tanrılar, linç bile edilebiliyormuş. Bu yüzden tanrılık, manrılık istemiyorum deyip görevden kaçan hayırsız evlatlar çıkmıştır muhtemelen.

Meselenin hal yolu hain evlatlık olamazdı tabi. Olamazdı da misal, mağlup olunan bir savaşta yahut bir kıtlık durumunda, haddini bilmeyen biri çıkıp savaşın, kıtlığın ve ölümlerin sorumlusu sensin derse, tanrı-kral ne diyebilir ki? İlahi takdir diyemez ilah kendisi, ölenlerin benimle ilgisi yok, tanrı yolunda öldüler diyemez tanrı kendisi. İlkel kabileler bunlar, bizim gibi kafasına vurula vurula medenileşmiş değiller ki laftan anlasınlar. Hasılı bir hal çaresi bulmak farz olmuştu.

Uyanık biri bulmuş çaresini; Kapsama alanımdaki güç bende kalsın, tanrıyı kendimden ayırıp ona bir ev kurayım, tanrı budur diye içine de kendi suretimden bir put dikeyim, yaptığım işler ters giderse, günah keçileri hainler tanrıyı öfkelendirdiler derim, istediğim gibi neticelenen işleri de ben yaptım zaten. Hemen hemen tüm antik anlatılarda, felaketlerin tanrılardan bilinmesi, iyi giden şeylerin ise krallara yazılması bundan.

Böylece tanrı ve kral bir ve aynı kişi değil, madalyonun iki ayrı yüzü, muktedirin iki ayrı veçhesi olmuş. Kralı eleştirmek de hükmen tanrıları eleştirmek olarak lanetlenmiş tabiatıyla.

Gel zaman git zaman bu tatbikatta da problemler olduğu anlaşılmış. Kralın tanrı veçhesini tapınağa kapatmak yetmiyor, onun hizmetine koşulan ruhbanı da kontrol altında tutmak gerekiyor. Talandan gelen değerli taşlar, altınlar, gümüşler ve kölelerle inşa edilmiş tapınaklar manevi yakarış yeri değil sadece, adaklar, kurbanlar ve mülklerle beslenen hazineler.

Varlık güç demek ve ruhban tayfa gücü kaptığında Firavunlar için felaket çanları çalıyor demektir. Hayır, Tapınakların Harunları, Mısırın Firavunları olmaya kalkışmazlar, önce Karun olmaları gerek. Hiçbir Firavun da buna müsaade etmez. Perde önünde firavunlar, arkasında Harunlar olduğu sürece de problem yok zaten.

Kahramanımızın hüzünlü hikâyesi de bu noktada başlıyor işte; Ruhban sınıfının gücüne, babası Firavunu bir kukla gibi nasıl kullandıklarına, serveti ve maneviyatı nasıl sömürüp talan ettiklerine genç yaşında şahit olan bizim Amenhotep, tahta geçince adını Akhenaton yapar.

Mısırın binlerce yıllık resmi dinini reddedip, ruhban tayfasını ve tanrılarını geride bırakır, karısı Nefertiti’yle başkenti terk eder, Amarna’nın yolunu tutar. Mısır imparatorluğunun yeni başkentini elbette Mısırlı köylü ve işçilerin ve her yerden çocuk yastaki kölelerin kanı, alın teri ve gözyaşlarıyla burada inşa ve yeni dini burada ilan eder.

O artık Amon’nun temsilcisi değil, Aton’un bir kuludur. Ruhban esnafın kuklası olan sayısız insan biçimli tanrılar değil, ruhbana da, firavuna da, çobana da, mezarlık bekçisine de aynı derecede yakın ve aynı derecede uzak soyut, semavi tek bir tanrı vardır; Aton! Aksaraylı Şeyh İbrahim Efendi’nin bin yıllar sonra diyeceğini, Akhenaton Efendi o zaman diyecektir; “Benim Allahlığım kulluğumla olur kaim”. Aton münasip görürse, bu hüzünlü hikâyenin devamı bir başka yazıya artık.

ÖNCEKİ BÖLÜM          SONRAKİ BÖLÜM

M. Şirin ÖZTÜRK
Latest posts by M. Şirin ÖZTÜRK (see all)