Ah O Masum Coşku

Dedem, hasta yatağında yatarken ölümünün yaklaştığını hissettiğinden olsa gerek, feri sönmüş gözlerini bize çevirip, kısılan sesiyle “Bir hayat böyle geçti işte…” demişti.

Nasıl geçmişti dedemin hayatı bilmiyordum; tek bildiğim; yetmiş üç yaşındayken de anneannemi çok sevdiği, yıllar boyunca taksitlerini ödeyerek aldığı evinin bahçesindeki güllere, leylaklara ve kıpkırmızı meyveler veren kiraz ağacına bakarken yaşlılık dönemini olsun böylesine güzel bir yerde geçirebilmekten haz duyduğu, beni torundan öte, bir arkadaş, bir sırdaş gibi görüp, üvey anne elinde büyümüş olmanın etkisiyle belki de hiç tadına varamadığı çocukluğunu benimle yaşama fırsatını bulduğu, saman alevi gibi parlayıp sönen küçük öfkelerine rağmen son derece yufka yürekli olduğuydu… Doktor sigarayı yasaklamadan önce büyük bir özenle renkli kağıtlara sardığı sigaralarını, sofradan kalkmadan önce ağzını sildiği “peşkir”ini, emekli olmasına karşın her gün sanki işe gidermiş gibi giydiği yelekli takım elbisesini, köstekli saatini ve sabahları fırçasıyla, köpüğüyle, usturasıyla adeta bir ritüele dönüştürdüğü traş seanslarını da gayet iyi hatırlıyordum.

Tüm hırslarını geçmişte bırakmış, hayatın hay huyunu aşıp nihayetinde sükûnete kavuşmuş, yaşadığı deneyimleri yaşıyla harmanlayıp hoşgörüye kavuşmuş bir adamla, içinde çocukluğunun masumiyetinden ve coşkusundan başka bir şey taşımayan, dünyayı toz pembe gören küçük bir kızın hiçbir çıkar gütmeyen koşulsuz sevgisine dayalı bir ilişkiydi bizimkisi. Anneannemin kışın yağmurlu havalarda evin içine ipler gererek astığı çamaşırlar arasında saklambaç oynar, haftada bir el ele tutuşup sinemaya gider ve acıklı Türk filmlerini izlerken onun şeker hastası olması nedeniyle yemesi yasaklanan gofretleri, “frigobuz”ları, şekerleri büyük bir iştahla mideye indirir, semt pazarından aldığımız minik tencere ve tavalara mutfaktan aşırdığımız yemeklerden koyup birbirimize servis yapar, pencerenin önüne gelen kuşlarla konuşur, onlara musallat olan sokak kedilerini kovalardık… Kış ayları boyunca hayalini kurduğumuz, üzerine senaryolar yazdığımız ve yazın gelmesini iple çekip bir an önce gitmeyi istediğimiz küçük sahil kasabasında geçen günlerimiz ise doğanın da katkısıyla düşsel bir niteliğe bürünürdü. O vakitler küçük sahil kasabasına henüz elektrik gelmediğinden geceleri yaktığımız lüks lambalarının ışığında sofraya kurulup çıtır çıtır kızarmış taptaze balıkları yerken ve bostandan topladığımız mis kokulu domateslerden yapılan salataya ekmeğimizi banarken birdenbire açılıveren iştahımıza kendimiz bile şaşırırdık. İlerleyen saatlerde şişmiş karınlarımızla bahçedeki hamağa uzanıp ardı ardına kayan yıldızları seyreder, çoğu kez de ılık yaz esintilerinin tatlı okşayışları ve ağustosböceklerinin şarkılarıyla kendimizden geçip sızardık. Sabahları eşsiz gündoğumlarına şahit olurduk; güneşin büyülü ışıklarıyla renkten renge bürünen küçük koyu huşu içinde izler, balıkçı teknelerinin üzerinde dolanan martıların seslerini yaşlı bir kadının kahkahalarına benzetip güler, kümesten aldığımız sıcak yumurtaları anneanneme teslim ettikten sonra da sahile gidip dibi gözüken pırıl pırıl denizde yüzerdik. Doğa, bizi kucağına alıp şımartmak için neyi var neyi yoksa önümüze sererdi adeta; kıyıya vuran istiridyeler, balıkçıların ağlarında oynaşan balıklar, rengârenk kanatlarıyla uçuşan kelebekler, sarmaşık güllerinden, hanımellerinden, ıhlamur, iğde ve gülibrişim ağaçlarından yayılan efsunlu kokular, koparabilmemiz için dikenleri arasından başlarını uzatan olgunlaşmış böğürtlenler, kocaman yaprakların ardından bize göz kırpan incirler, öğleden sonraları hep aynı saatte başlayan poyraz ve dalgakırana vuran dalgaların bembeyaz köpükleri öylesine mest ederdi ki bizi, cennette olduğumuz duygusuna kapılırdık… Üstelik, bu cennette olma duygusunu bir tek ikimiz böylesine yoğun yaşardık, çünkü biz, tüm masumiyetimizle anın içinde olmanın sihrini paylaşırdık.

O günlere ait anıları birer ziynet eşyası gibi yüreğimin derinliklerine yerleştirdiğimi sonradan anladım. Bugün, en ince ayrıntısına kadar hatırlayabildiğim o anılar sanırım anları yaşarken hissettiğim gerçeklik nedeniyle böylesine net kalabilmişler, hayatımın başka dönemlerine ait diğer anılar hafızamda tarihin içine gömülen harabeler gibi kırık dökük dururken onlar asla yok olmamışlardı. Demek ki mutluluk ânı kalıcı kılıyor, her daim hatırlanır hale getiriyordu. İnsan, başka duygularla yaşadığı anları bir süre sonra unuturken ya da zar zor hatırlayabilirken, mutlu olduğu anlar belleğinden silinmiyordu.

Hayatın zor olduğu bir gerçekti, ancak bizler çözümler yerine sorunlara odaklanmaktan yaşadığımız her ânı cehenneme çeviriyorduk, çünkü ne ailelerimiz, ne toplum, ne de eğitim sistemi çözüm üretmemize yardım etmiyor, aksine daha çok sorun yaratıyordu. En güzel yıllarımız bu sorunlarla uğraşarak, mücadele içinde geçiyordu. Herkes kendi dertlerine ve sorunlarına o denli kapılıyordu ki ister istemez bencilleşiyor, korkular ve kuşkular içinde başkalarına karşı savunma mekanizmaları geliştiriyor ve giderek daha tedirgin, daha huzursuz bir hale geliyordu. Öyleki yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı misali, hayat zorladıkça, insanlar da başka zorluklar yaratarak hayatı zorluyordu. Sözümona “yaşam mücadelesi” uğruna düştükleri hırs tuzağı onları esir alıyor, kazanmak-kaybetmek üzerine kurulu bakış açıları onlara stresten başka bir şey getirmiyor, kendilerini emniyete almak adına çevrelerine ördükleri koruma kalkanları ise diğer insanlarla gerçek, samimi ve sevgi dolu ilişkiler kurmalarını engelliyordu. Bu durum ev ortamlarına ve aile yaşamlarına da yansıyordu üstelik; dış dünyanın stresi içeriye sızıyor, konuşulan tek konu sorunlar oluyor, herkes birbirini eleştirip suçladığı için sevgiye ve paylaşmaya vakit kalmıyordu. Zaman, yarışılması gereken bir kavram haline geldiği için güzellikler bile araya sıkıştırılıyordu; insanlar, çöplüğe dönmüş zihinleri ve her işi aceleyle yapma alışkanlıkları yüzünden o anların da hakkını veremiyorlardı… Ancak yaşlanıp geriye baktıklarında neleri harcamış olduklarını anlıyor ve “keşke”lerle dolu pişmanlıklar hissediyorlardı.

Dedemin ben doğmadan önceki hayatı da böyle mi geçmişti bilmiyorum, ama eminim o da kendine göre zorluklar yaşamış, ara ara çaresizlikler hissetmiş, ekonomik anlamda sıkıntılar çekmiş, hastalıklarla boğuşmuş, hatta belki dibe vurduğu zamanlarda yaşama lanet etmiş ve çoğu insan gibi o da körleşmişti. Hayatın genelinde aslında çok da önem taşımayan dünyevi kaygılara ve işlere odaklandığından ve mücadelesi sırasında kaçınılmaz yenilgilere uğradığından coşkusunu kaybetmiş, o coşkunun gerçekte en büyük güç olduğunu kavrayamadığı için yaşamın asıl anlamını kaçırdığını fark edememişti. Bunların doğruluğunu anneannemin anlattıklarından da çıkartabiliyor, hayatının belli dönemlerinde dedemin ne kadar “nalet” bir adam olduğunu tahmin edebiliyordum. Lakin, benim tanıdığım adam hiç de öyle değildi, çünkü yaşlılık döneminde çocuksu bir neşeye kapılmış, yıllar boyunca hissedemediği coşkuyu hisseder olmuş ve bu coşku sayesinde çevresine sıcacık bir sevgi yayar hale gelmişti. Gittiği her yerde hiç tanımadığı insanların bile ona ilgi göstermeleri, ayaküstü başlayan konuşmaların saatler süren tatlı sohbetlere dönüşmesi de ondan yayılan bu sevginin göstergesiydi. Aynen kan dolaşımı gibi, o ve etrafındakiler arasında dolanıp duran sıcacık bir enerji vardı adeta. Bir zamanların “nalet” adamının yerini herkesin bayıldığı “tonton” adam almış, yaşamın ondan çaldığı masumiyet ona geri dönmüştü. Yaşlanmalarına rağmen hiç değişmeyen, gençlik yıllarındaki anılarına tutunup yaşadıkları âna sahip çıkmayan, hayal kurmayı unutup eski günlere ait hikâyelere sığınan, takılmış bir plak gibi aynı konuları anlatan, sürekli kendilerini örnek gösterip nasihatlarda bulunan ve bu tavırlarıyla birlikte oldukları insanları sıkan o bilgiç ve ukala ihtiyarlar gibi olmamasının nedeni bu masumiyete yeniden kavuşmasıydı sanırım. O masumiyet sayesinde ciddiyetinden arınmış, muzip ve şakacı bir kişilik kazanmış, karşılık beklemeden vermenin anlamına varmış, küçük şeylerden mutlu olur hale gelmiş; asıl önemlisi, yaşlılığın karamsarlığına kapılmadan hayal kurmaya devam edebilmişti. Son günlerinde yatağını evin bahçeye bakan oturma odasına taşımamızı istemişti ve açık duran pencereden içeriye sızan leylakların kokusunu içine çekip tomurcuklanan gülleri izleyerek bu kez de cennetin hayallerini kurmuştu. Ve biz, kısılan sesiyle “Bir hayat böyle geçti işte…” diyen dedemin feri sönmüş gözlerinin derinliklerinde sözcüklerle tanımlanamayan bir dinginlik fark etmiş, ölümünden sonra akın akın başsağlığına gelen dostlarına “Huzur içinde gitti…” demiştik.

“ ‘Burada ne arıyorum?’ diye sormak yerine yüreklerindeki coşkuyu uyandırmak için ellerinden geleni yapmaya karar verenler seçilmiş kişilerdir. Bizi cennetin kapılarında bekleyen, sevgiyi filizlendiren, bizi Tanrı’ya götüren seçim de bu coşkulu uğraşın bir parçasıdır. Sonuçta, insanı insan kılan, varoluşun gizemi konusunda geliştirdiği kavramlar, tutunduğu fikirler, kapıldığı hırslar değil, yazgısını yerine getirirken hissettiği coşkudur.” Paulo Coelho

 

Kiraz GÖKIRMAK
Latest posts by Kiraz GÖKIRMAK (see all)