ABD Hegemonyası -3-
Zirveden Gerileyişe
“Bütün bu faktörlerin birleşik etkisiyle ABD; Doğu Bloku, Çin, Yugoslavya, Arnavutluk vb. dışındaki tüm coğrafyalarda çok güçlü bir nüfuz oluşturmuştur. Adeta, bu ülke ve bölgelerdeki temel politika ve stratejilerin karar vericisi, denetleyicisi rolünü üstlenmiştir. Bu derece yönlendirici bir etki gücünü daha önceki dönemlerin hegemonik ülkelerinde görmek olanaksızdır. Ama bu sarsılmaz gibi görünen gücü besleyen yukarıda sıralamaya çalıştığımız etkenlerin bazılarında zamanla yarılmalar-zayıflamalar oluşmuş; bazıları ise bir bumerang etkisiyle bu kez tersinden ABD hegemonyasını da vuran etkenlere dönüşmüştür. Ve nihayetinde 1960’lı yılların ortasından itibaren ABD hegemonyası gerileme sürecine girecektir.”
ABD hegemonyası ile ilgili yazımızın geçen haftaki ikinci bölümünü bu değerlendirme ile sonlandırmıştık. Bu bölümde, ABD hegemonyasının zirveden gerileyiş sürecini nedenleriyle birlikte ele almaya çalışacağız. Ama öncelikle belirtmemiz gerekir ki, tüm bu gerilemelere karşın ancak 90’lı yıllarda hegemonya krizinin ciddi sinyalleri görülmeye başlamış ve ancak iki binli yılların başlarında net biçimde “hegemonya krizi” olarak adlandırabileceğimiz bir tablo ortaya çıkmıştır. Bu bölümde incelediğimiz tarihsel aralıkta ise sözkonusu olan “ABD hegemonyasının tartışılır ve sorgulanır” olmaya başlamasıyla ilgili ve henüz bu sınırların ötesine taşmayan bir gerilemedir. İlk olarak, sarsılmaz gibi görünen ABD hegemonyası zamana bağlı doğal bir yıpranma yaşamıştır; ikinci olarak, 1960ların ortasına doğru üzerinde yükseldiği ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojik etmenlerin aşınmakta olduğuna dair emareler su yüzüne çakmaya başlamamıştır. Bu ikincisi daha nesnel, somut biçimde görülebilir bir yıpranmadır. Bu gerilemelere karşın ABD’nin hegemonik gücünün ekonomik, siyasi ve özellikle askeri temellerinin bir hegemonya krizi doğuracak denli aşındığını söylemek olası değildir.
Gerileme ekonomik ve siyasi alanlarda ama daha çok da ideolojik planda kendini göstermiştir. Ekonomik gerilemeden kastımız 60’ların ortasında başlayan 70’lerde ise kalıcı-yapısal bir durgunluğa dönüşen ekonomik krizle eş anlı olarak ABD ekonomisi zayıflarken, aynı zaman aralığında Almanya ve Japonya’nın ABD ile arasındaki ekonomik farklılığı kapatmaya başlamış olmasıdır. İdeolojik plandaki gerilemenin en önemli nedenleri ise ilk olarak bu yapısal kriz ve ABD ekonomik gerilemesinin yarattığı inandırıcılık yıpranması ikinci ve daha önemli olarak ise “çevre” ülkelerdeki başkaldırılar karşısında ABD’nin askeri açıdan aciz ve siyasi açıdan başarısız kalmasıdır. Her iki unsur doğal olarak ABD hegemonyasını siyasal kapasite ve ideolojik otorite açısından çokça sorgulanır kılmıştır.
Dekolonizasyon ve yeni bağımsızlık dalgası…
ABD’nin hegemonyasını güçlendiren önemli bir faktör olan dekolonizasyon politikası, 1960’larda bu ülkelerdeki sistemsel sorunların ve huzursuzlukların artması ile bu kez ABD hegemonyasının sorgulanmasına yol açan bir etkene dönüşmeye başlamıştır. Bu rejimler; birbiri ardına, iç karışıklıklar, düşen hayat standartları, uluslararası finans kurumlarına borç bağımlılığının artması vb. nedeniyle itibar aşınmasıyla karşı karşıya kaldılar. ABD’nin bu ülkelerin batıyı izlediklerinde batı gibi gelişmiş olacaklarını vaaz eden modernleşmeci-kalkınmacı yaklaşımları inandırıcılığını yitirmeye başlamıştır. Bu ülkelerde artık dekolonizasyon süreci ile yeni kurulan sistemin bir kopuşun değil eskinin yeni biçimde sürdürülmesinin ifadesi olduğunu düşünen yeni bir radikalizm dalgası yükselmekteydi. Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da radikal akımların önderliğinde artık “yarı sömürgecilik” ve/ya ”yeni sömürgecilik” olarak niteledikleri bu yeni rejimlere ve bu rejimlerin destekçisi ABD emperyalizmine karşı mücadele bayrağı yükseltilmekteydi. ABD’nin bu radikalizasyon dalgasını yeniden sistem içine çekmeye ya da tasfiye etmeye yönelik her müdahalesi ise başarısız oldu. Sonuçları itibariyle, yalnızca basit ve yerel bir askeri-siyasal başarısızlık değildi bu yenilgiler; hem bu coğrafyalarda hem de dünyada ABD karşıtı düşünce ve duyguların kalıcı biçimde kuvvetlenmesi sonucunu doğuracak denli önemli sonuçlar yarattılar.
Büyük askeri güç ve büyük askeri başarısızlık…
Öte yandan 1960’lardan iki binli yıllara sahip olduğu olağanüstü teknik gücüne ve büyük ekonomik kaynakları bu savaşlara ayırmasına karşın ABD; Kore, Vietnam, Somali, Afganistan ve Irak’ta herhangi bir askeri başarı kazanamamış, Vietnam başta olmak üzere bazılarında da ağır bir yenilgi yaşamıştı. Bu büyük bir prestij kaybıydı ve ABD’nin askeri prestiji, 1970’lerin sonunda yaşanan İran Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesi gibi gelişmelerle daha da dibe vurmuştu.
1983’te ABD Başkanı Ronald Reagan, düzeni yeniden kurmaları için Lübnan’a birlikler gönderdi. Söz konusu birlikler sonuçta Lübnan’ı terk etmek zorunda kaldılar. Yanı sıra Somali’ye müdahale ettikten sonra, ABD bu coğrafyadan da kendisi açısından alçaltıcı bir sonuçla geri çekildi. Bu yenilgilerin yarattığı prestij kaybını Reagan döneminde askeri birliği olmayan Granada’yı, George H. W. Bush döneminde ise yine askeri birliği olmayan Panama’yı işgal ederek telafi etmeye çalıştı. ABD bu savaşlardan dünya kapitalist dünya üzerindeki hegemonik gücünün yeniden üretimi bakımından artı hanesine hemen hiçbir şey yazdıramadı, tak aksine hegemonyası açısından eksileri ile tartışılmaya başlandı. Tüm bu gelişmeler neticesinde ABD öncelikle güvenlik sağlayıcı “dünya jandarmalığı” fonksiyonu açısından müttefikleri nezdinde ciddi bir güven erozyonu yaşadı. İkincisi ve daha önemlisi, ABD’nin demokrasi ve self determinasyon ya da anti kolonyalist iddiaları ciddi biçimde inandırıcılığını yitirdi. ABD, müttefiki ülkelerin halkları nezdinde bile “demokrasi”, “barış” ve “refah” iddialarını yitirmeye ve aksine bağımsızlık, refah ve dünya barışı açısından emperyalist bir tehdit olarak görülmeye başlandı. Bu yenilgiler ABD hegemonyasının yalnızca askeri imajını ve ideolojik iddialarını sarsmakla kalmadı, ekonomik dayanaklarında da aşınmalara yol açtı. Zira bütün bu operasyonların ABD’ye ekonomik maliyeti oldukça yüksekti.
Refah merkezlerinde kriz ve isyan ya da “altın çağ”ın sonu
ABD hegemonyasını tartışılır hale getiren bir diğer önemli neden 1960 ortalarında başlayan 70li yıllarda kapitalist merkezlerde durgunluk ve 80’li yıllarda çevre ülkelerde borç krizi şeklini alarak -zaman zaman kısa süreli büyümelere karşın- bugünler kadar varlığını sürdüren yapısal krizidir. 1945-65 arasında yaşanan istikrar ve refah artışı ile simgelene hegemonik “altın çağ” tarih olmaktadır artık.
Kriz, tipik bir “üretim fazlası krizi” olarak başlamıştı. Bu “bolluk içinde yokluk dönemi” anlamına geliyordu. Brenner’in haklı olarak “eşitsiz gelişme krizi”(1) olarak nitelediği kriz, Japonya ve Almanya’da artan yatırımların dünya üretim kapasitesini haddinden fazla arttırmasının ve bu durumun da kar oranlarını aşağı doğru çekmesinin ürünüydü. 70’lerde kriz özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerin nispeten süreğen bir durgunluğa girmesi biçiminde ifadesini buldu. Durgunluk, kredi ve borçların ödenemez hale gelmesiyle önemli bir mali krizle birleşti, bir dizi önemli büyük şirket iflas etti. Kendine, gelişmiş ülkelerde kar alanı bulmakta zorlanan birikmiş sermaye, bu koşullarda doğrudan yatırımlar ve ama daha çok da portföy yatırımları olarak çevre ülkelere akmaya başladı. Çevre ülkelerde belli bir ekonomik canlanma ve “yokluk içinde bolluk” hissi yaratan bu gelişme çevre ülkelerin borçlarını ödeyemez hale düşmesiyle, Meksika’nın 1982 de moratoryum ilan etmesiyle başlayan ve hızla yaygınlaşan bir “borç krizi” olarak tüm kapitalist sistemi sarstı. Ardı sıra fazla sermaye başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelere yeniden döndü. Bu dönüşte ABD Merkez Bankası’nın (FED) faiz indirimi kararıyla içeride borçlanmayı cazip hale getirmesi etkili oldu. Şirket borçları katlanarak arttı, borsalar çılgınca bir yükseliş yaşadı ve eni sonu reel ekonomiyle orantısız bu aşırı şişkinlik, 1987 sonunda ABD ve Avrupa borsalarda muazzam bir çöküşe yol açarak patladı. 1989 dan sonra aşırı sermaye yeniden çevre ülkelere doğru yönlendi vb.
Kısacası kiriz, 60’lardan bugüne -belirli fasılalar sayılmazsa- kesintisiz biçimde sürmektedir. Özellikle bu dönemde iyice büyüyen ve özerkleşen mali sermayenin elinde toplanan fazla sermaye stoku, o gün bugündür, teknolojik imkânların da artmasıyla dünya yüzeyinde hızla yayılmakta, gerektiğinde aynı hızla çekilmekte ya da yer değiştirmektedir. Bu durumda, bugünkü kriz sarmallarını eski krizlerden çok daha sarsıcı -hatta yıkıcı- kılmaktadır.
Söz konusu kriz ortamı, Amerikan hegemonyasının zayıflamaya başladığına dair tartışmaları da beraberinde getirdi. İstikrar ve refahın ifadesi olarak anılan ABD hegemonyasının 1945- 1965 aralığındaki“altın çağı” bir dizi küresel isyana yol açarak sona ermekteydi.
68 : ABD hegemonyasını yıpratan ve güçlendiren isyan dalgası
Çevre ülkelerdeki direnişler ve merkez ülkeleri de sarsan kriz ortamı, “68 İsyanları” olarak bilinen evrensel direnişlere yol açtı. 68 isyan dalgası tüm dünya üzerinde “Yankee Go Home” ve “Ho, Ho, Ho Şi Mihn, Bir, iki, üç… Daha fazla Vietnam” sloganlarının evrenselleşmesini de sağladı. Dolayısıyla emperyalist ve saldırgan ABD algısının daha da kökleşmesinde önemli bir rol oynadı. Fakat bu süreç bir başka açıdan ABD hegemonyasına soluk aldıran sonuçlar da yarattı. Bunun nedenine aşağıda değineceğiz.
Daha çok Avrupa ülkeleriyle ve gençlik hareketleriyle özdeşleştirilmesine karşın bütün bir küreyi ve çok geniş toplumsal sınıf ve katmanları kapsayan ve farklı coğrafyalarda değişik yöntemleri kullanan bir evrensel direniş dalgasıydı söz konusu olan. Wallerstein, “ABD Gücünün Gerileyişi” kitabında yerinde bir saptamayla “1968 ayaklanmalarının ayrıntıları dünya sisteminin çeşitli arenalarında farklılıklar gösteriyordu, ama bu ayaklanmalar her yerde meydana geldi: Batı dünyası ve Japonya’da 1968’de meydana gelen bariz olayların yanı sıra (ki genellikle bunlar üzerinde durulur), ben Çin’de 1966’da başlayan kültür devrimini, 1968’de Çekoslovakya’daki “insan yüzlü sosyalizme” dönüşü ve Meksika, Senegal, Tunus, Hindistan ve Üçüncü Dünya’nın daha birçok ülkesindeki çeşitli oluşumları da bu ayaklanmalar arasına dahil ediyorum.” diyor. Ayrıca 68 isyan dalgasının özellikle de gelişmiş Avrupa ülkelerinde taşıdığı işçi sınıfı ağırlıklı niteliği de genellikle görmezden gelinir. Fransa’da öğrenci ayaklanması bir genel grevle birleşir. İşçi sınıfının genel grevi De Gaulle’ü istifaya zorlayan en önemli etkendir. Yanı sıra İtalya, İngiltere, Danimarka, Federal Almanya gibi ülkelerin işçi sınıfları refah ve sosyal haklar talebiyle gerçekleştirdikleri büyük işçi ayaklanmalarıyla ülkelerini sarstı. İşçiler bu ayaklanmalar sonucunda büyük kazanımlar elde ettiler ama arkasından yükselen enflasyonla bu haklarını giderek kaybettiler. 68 ayaklanmalarının merkezinde yer alan bu büyük işçi ayaklanması dalgası, sermayenin 70’lerde neo liberal politikalara yönelişinin en önemli güncel belirleyicilerinden oldu. ABD’nin kendisinde de bir dizi benzer kitlesel eylem gerçekleşmiştir. Büyük meydanlarında benzer sloganlar yankılanmıştır. ABD’de 68,olayları sınıf mücadelesinin artışının yanı sıra savaş karşıtı hareketlerin, kadın hareketlerinin ve ırk ayrımcılığına karşı protestoların yükseldiği bir dönemin de başlangıcı olmuştur. Böylece ABD hegemonyası bizzat “demokrasi”, “eşit yurttaş” ve “dünya barışı” vb. gibi en önemli iddiaları üzerinden de ciddi bir sorgulamayla yüz yüze kalmış, bu söylemler, bu kez tersinden kendini vuran bir bumeranga dönüşmeye başlamıştır.
Ne var ki Wallerstein, aynı eserde ve olumlayarak ekliyor: “Bütün ayaklanmalarda, yerel durum ne kadar farklı olursa olsun, kendini tekrarlayan iki tema vardı. Bunlardan birincisi Amerikan hegemonyasına ve Sovyetlerin bu hegemonyayla yaptığı danışıklı dövüşe muhalefetti. İkincisi ise bütün biçimleriyle Eski Sol’dan duyulan hayal kırıklığıydı. Bu hayal kırıklığı tam da bu eski Sol hareketlerin başarı kazanmasının öngörülememiş sonucuydu.”
Gerçekten de 68 isyanlarının aynı yalnızca ABD hegemonyasına değil, SSCB ve Doğu Bloku sosyalizmine ama aynı zamanda Bati Avrupa sosyal demokrasisine karşı bir özellik taşıması ABD hegemonyası açısından kendi krizini tolere edici bir imkan haline de dönüşmüştür. Ne var ki burada Wallersten’ın umduğu gibi gelişen yeni ve eskisinin paslarını atan bir sol olmadığı gibi, bu yönelim tüm 68 isyanlarını tanımlayan kapsayıcı bir durum olarak da yorumlanamaz. 68 isyanları, sonraki süreç bize daha açık biçimde göstermiştir ki, solun işçi ve emekçi katmanlarıyla aydın ve “orta sınıf” katmanları arasında bir yarılma ve kopuşun yaşandığı bir tarihsel dönemeç olmuştur. Bu yarılma, kendinden sonraki süreci şekillendiren ve etkileri bugüne kadar uzanan çok önemli siyasal sonuçlar yaratmıştır. Fülberth’in, “Kapitalizmin Kısa Tarihi” kitabında “68 hareketi, ulusal nedenlerin ötesinde bir gerçeği yani entelektüellerin artık kitlesel bir karakter kazandıklarını ortaya çıkarmıştı” saptaması oldukça yerindedir. Yine Fülberth devamla, bu kesimin sosyo ekonomik nedenlere dayanmayan, kendilerince “sınıflar üstü” nitelikli kadın hakları, cinsel kimlik üzerindeki baskılar, savaş karşıtlığı gibi alanları merkezine alan ayrı bir mücadele programı ve çizgisi oluşturduğundan söz ediyor.
Wallerstein’ın olumlayarak atıfta bulunduğu “yeni sol” devlet-sivil toplum, sosyo ekonomik haklar- kültürel haklar, otoriterlik- demokrasi, toplumsallık- bireysel özgürlük, sınıf-kimlik, örgüt-hareket gibi ikilemler üzerinde siyaset kuran ve kendilerini ikincilerin temsilcisi olarak gören bir çeşit toplumsal hareketçilik olarak tanımlanabilir. Ve bu özellikleriyle “Yeni Sol” bir müddet sonra, kapitalizmin ve ABD hegemonyasının sarsıntısının onarılmasında önemli bir rol oynadı. Tam da kapitalizmin genel yapısal krizi ve birikim tarzı krizinin birleştiği ve derinleştiği dönemde, “Yeni Sol”un önpostmodern, anti sosyal devletçi, örgütlü ve sınıf eksenli mücadele karşıtı söylemleriyle, kimliksel özgürlüklerin büyütülmesi ve devletin küçültülmesi çağrısıyla; kapitalizmin ve ABD hegemonyasının yeni ideolojik restorasyon ihtiyacı şaşırtıcı biçimde üst üste düştü. Bu üst üste düşüş, 68 isyanlarının, birikim rejimi krizinin, refah devletinin tasfiyesinin ABD hegemonyası üzerindeki yıpratıcı etkilerinin onarılmasını, neo liberal birikim tarzına geçişin ideolojik altlığının oluşturulmasını ve bu kritik süreçte potansiyel muhalif güçlerin dikkatlerinin Doğu Bloku’nun ve yerli “eski sol”un günahları üzerinde yoğunlaştırılmasını epeyce kolaylaştırdı.
Keynesyen birikim ve Fordist üretimden neo liberal birikim ve esnek üretime: İdeolojik ve kurumsal kriz…
1960’lı yılların ortasında yaşanan “aşırı üretim krizi” bir yanıyla Keynesyen birikim modelinin ve Fordist üretim organizasyonunun sermaye birikimi açısından tıkanmasının da işareteydi. Oysa bu ikisi ABD hegemonyasının üzerinde şekillendiği ve dünyaya da transfer ettiği birikim modelin iki temel taşıyıcı kolonuydu. Bu modelin dinamosu üretkenlik-verimlilik, yeterli efektif iç talepti. Bu ikisi birbirini besleyebildiği ölçüde model işledi. İşleyebildiği sürece de karlılık, refah ve istihdam birlikte yükseldi. Ama üretkenlik-verimlilik ve iç talep unsurlarının birindeki aksama sistemin krize girmesi için yeterliydi.
60’lı yılların ortalarından itibaren mekanizmanın iki saç ayağı da S.O.S. vermeye başladı. Üretkenlik-verimlilik artışı ya yeni teknolojilerin devreye sokulması ya da işgücü kapasitesinin artırılması ile mümkündü. Ama tüketim malları üretimi üzerine odaklanmış standart ve kitlesel üretime dayalı teknolojinin üretim kapasitesi açısından sınırlarına gelinmişti ve fakat ortada bunu ikame edecek ya da aşacak yeni bir teknolojik yenilik de yoktu. İşgücü kapasitesini artırmak ise örgütlü işçi sınıfının gücü sayesinde yükselen ücret maliyeti nedeniyle astarı yüzünden pahalıya geliyordu. Ortada bir talep sorunu da vardı. Buzdolabı, bulaşık makinesi vb. gibi nispeten pahalı mallar bile üretim arttıkça ucuzlamış ve pek çok haneye girmişti. Teknolojik eksiklik nedeniyle kısa vadede bu alanda farklı mallar üretmek ve talebi yeniden uyarmak da olanaklı görünmüyordu. Öte yandan örgütlü işçilerin mücadelesi ile artan ücret baskısını azaltmak için sermaye sınıfı fiyatlar düzeyini yükseltme yoluna gidiyor ve bu da ekonomi üzerinde ayriyeten enflasyonist bir baskı oluşturuyordu. Keynesyen birikim modelinin ayrılmaz bir parçası da sistemin tekelci niteliği olduğu ve tekeller de fiyatlar üzerinde oldukça kolay oynayabildiği için, bu enflasyonist baskının önüne geçmek de oldukça zordu. Sonuçta sistem tüm bunların birlikteliğiyle tıkandı.
Sermaye önce yatırımlarını üçüz işgücü olan yerlere kaydırmaya başladı ardından dış pazarlardaki taleplere ulaşmak amacıyla Ç.U.Ş sayılarında hızlı bir artış oldu. İçeride ise işgücü maliyetini düşürecek bir dizi adım peyderpey atılmaya başladı. Bütün bunlara rağmen birikmiş sermaye büyük ölçüde yeniden reel ekonomiye dönüp değerlenemiyor; üretime dönemeyen sermaye mali sermaye olarak değerlenme olanağı yaratmak için küresel düzeyde hareket edebilmek için tüm ulusal engellerin kaldırılmasını talep ediyordu.
Bütün bu etkenlerin biraraya gelmesiyle 70’li yıllarda artık neo liberal birikim modeli adım adım şekilleniyordu. Ama öte yandan ABD hegemonyasının ideolojik ve kurumsal ayakları Keynesyen-Fordist zemin üzerinde yükselmişti. Dünya Bankası, IMF gibi ABD hegemonyasının simgesi kurumların varlık sebebini oluşturan, faaliyetlerinin istikametini belirleyen de bu aynı zemindi. Şimdi bütün bu ideolojik ve kurumsal zemin ABD’nin ayakları altından kayıyor, hegemonyasının ideolojik kurumsal dayanakların içi boşalıyordu. Bunların yerine yepyeni bir birikim tarzı ve üretim organizasyonu geçirmek, buna uygun bir ideolojik ve kurumsal yapı inşa etmek ABD hegemonyası açısından yeni ve büyük bir kiriz nedeni ve fakat aynı zamanda da kaçınılmaz görünen bir istikametti.
ABD kendi rakiplerini yaratıyor
ABD hegemonyasını zayıflatan en önemli etkenlerden biri ise ikinci emperyalist savaşın yıkıma uğrayanı Batı Avrupa ile yıkıma uğrattığı Japonya’nın önce ekonomik olarak toparlanması, ardından da ciddi bir sanayileşme atılımı yaşaması oldu. Vietnam sadece askeri bir yenilgi ya da ABD’nin prestijine düşen leke değildi. Savaş, ABD’nin dünyanın başat ekonomik gücü olarak kalma yeteneğine büyük bir darbe indirdi. Savaş çok pahalıydı ve ABD’nin 1945 sonrası hayli bollaşan altın rezervlerini neredeyse tüketti. Üstelik ABD bu maliyetleri, tam da Batı Avrupa ve Japonya ciddi bir ekonomik yükseliş yaşarken karşılamak durumunda kaldı. Aynı süreçte Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya, kendi ulusal piyasaları üzerindeki kontrolü tekrar ele geçirdiler ve diğer ülkelerin piyasalarında Amerikan ürünleriyle ciddi biçimde -hatta ABD’nin iç piyasasında bile- rekabet eder durumdaydılar. Nitekim 1960’ların sonlarında, ABD’nin küresel ekonomi içindeki tartışılmaz üstünlüğü de artık tartışılır hale gelmişti.
Kapitalizm yukarıda vurguladığımız gibi 70’lerde sonra durgunlukla ifadesini bulan ve bugüne değin bir süreklilik gösteren yapısal bir kiriz döngüsüne girmişti. Kriz dalgaları, gelişmiş ülkelerin genelini sarssa da hegemonya ilişkisi üzerinden baktığımızda, ABD bu kriz sürecinden rakipleri Almanya ve Japonya’ya göre daha çok etkilenmişti. Amerikan ekonomisi büyük bütçe açıkları, cari açıkları ve yüksek dış borçları ile zayıflayan ve ciddi bir kaynak sıkıntısı yaşayan ülke konumuna gerilerken; rakipleri Almanya ve Japonya, 1980’lerde ekonomik verimlilikte ABD’yi yakaladılar ve ABD iç pazarlarında bile belirli bir ağırlığa ulaştılar. ABD hegemonyasının zayıflaması tartışmasını besleyen en önemli somut gelişme ise doların rolünün de bu gelişmelerle sorgulanır olmasıydı. İkinci Emperyalist Savaş’ın sonundan beri uluslararası iktisadi düzeni belirleyen Bretton Woods sistemi çökmüş ve 1971’de doların hâkim olduğu uluslararası sabit kur sistemi sonlandırılmıştı. Batı da ”mark”, Uzak Doğu da ise “yen”, alternatif sığınak para olarak doların tahtını sarsmaya başlamıştı.
Sonuç: Güçlü hegemonyadan “hegemonyasızlaşan hegemonyaya”
Abartılı İngiliz gücü tasviri, 1956’da Süveyş Krizi’nde paramparça olmuştu. 1980’lerde Afganistan’daki savaşta Sovyetler Birliği açısından ciddi bir krizin ve düşüşün işareti oldu. ABD açısından Vietnam Savaşı’nda alınan yenilgiden sonra başlayıp üçüncü dünyadaki bir dizi askeri başarısızlığın ardından benzer değerlendirmeler yapıldı. Bu yenilgilerin ABD hegemonyasının düşüşünün simgesi olduğu vurgulandı. Özellikle Vietnam ve 1990’lardaki Irak yenilgilerinin ABD açısından hegemonik itibar açısından ciddi yaralanmalara yol açtığı bir gerçek olsa da, tüm bu yenilgileri bir hegemonya krizi nedeni ya da emaresi saymak olanaklı değildir. Zaten ne İngiltere’nin Süveyş krizindeki yenilgisi ve ne de SSCB’nin Afganistan’daki askeri başarısızlığı bu ülkelerin hegemonik çöküşünün temel sebepleri değildi. Ekonomik sıkıntılar savaşı zora sokmuş, savaş ekonomik sıkıntıları daha da derinleştirerek bu ülkelerin hegemonik güçlerinin altını oymuştu. Yani savaş esas anlamda ekonomik alanda kaybedilmişti, askeri alanda değil. Öte yandan yine bu ülkelerin karşısında ekonomik anlamda hegemonyalarına meydan okuyan kendilerine eşdeğer ya da kendilerinden üstün hegemonya adayları bulunmaktaydı. Oysa ABD hegemonyası kapitalist sistem açısından bu krizlere rağmen vazgeçilemez niteliğini korudu. Kapitalist sistem içinden hiçbir ciddi meydan okumayla karşı karşıya kalmadı. ABD’nin güç kaybettiğine dair iddialar, ABD II. Dünya Savaşı’ndan en büyük süper güç olarak çıktığından beri çok kez gündeme getirildi. Yine de Amerikan hegemonyası bugüne kadar varlığını sürdürdü. Bu arada ise özellikle Sovyetler Birliği’nin ve ardından Japonya’nın daha da hızla güç kaybetmesine tanık olundu.
Öte yandan tam tersi istikamette olan yorumlarda hep olageldi. Bugün bile – çoğu ABD resmi yapısına yakın isimlerden gelmek üzere- ABD’nin hegemonik gücünü koruduğu ve hatta daha uzun süre de koruyacağı yönlü savlara rastlamaktayız. Bizce bu iddialar da aynı derecede sağlam temellerden yoksundur. Bu iddialar, genellikle kendilerine dayanak olarak “ABD’nin dünya ekonomisinde artık eskisi kadar güçlü olmasa da hala dünya çapında en büyük askeri bütçeye ve güce sahip olmasını” alıyorlar. Ama sadece askeri yenilgiler nasıl bir hegemonik gücün kaybedildiğine dair yeterli veri oluşturmazsa, askeri gücün büyüklüğü de kendi başına hegemonyanın sağlamlığına dair ikna edici bir kanıt oluşturmaz. Örneğin hiç kimse sırf ABD’den sonra ikinci büyük askeri güç olması gerçeğinden kalkarak Rusya’yı en güçlü yeni hegemonya adayı ilan etmiyor.
Yazımızın bir önceki bölümünde ABD hegemonyasının bazı özgül tarihi sebeplere dayanması nedeniyle şu ana kadar görülen -ve muhtemelen bundan sonra da görülecek olan- en güçlü hegemonya olarak tarihe yazılacağını vurgulamıştık. Bu sebeplerin en belirleyicileri olarak da ABD’nin olası tüm rakiplerinin bir yıkım yaşamış olmasını ve güçlenen sosyalizm tehdidini (ve soğuk savaş) belirtmiştik. Bu faktörlerde esasa ilişkin bir değişim olmadan -elbette zamanla ABD hegemonyasında yıpranmalar olacak ve fakat- ABD hegemonyası ciddi bir güç kaybetmeden varlığını sürdürecekti.
Bu faktörlerden ilki yani rakipsizlik durumu, hiçbir zaman ABD hegemonyasının tahtına talip olacak seviyeye ulaşamasalar da, Almanya ve Japonya’nın güçlenmesiyle en azından tartışılır hale geldi. Ama ikincisi, sosyalizm tehdidi bu hegemonyayı hep vazgeçilmez kılmaya devam etti. Aksi koşullarda seslerini daha sık yükseltebilecek bu iki güç, ABD’nin sosyalizm tehdidi karşısındaki koruyucu kalkan olma misyonunun ikame edilemezliği nedeniyle genellikle ‘rıza’ ile susmayı -en fazla mırıldanmayla yetinmeyi- tercih ettiler. Almanya ve Japonya dış yatırım stokları açısından ABD’yi geçmiş ve bu iki ülke verimlilik açısından ABD ile mesafeyi kapatmayı başarış olsa da, sözkonusu olan ABD’nin, Almanya ve Japonya karşısında göreli bir gerilemesiydi. Mutlak rakamlar açısından bakıldığında ise aradaki fark önemli ölçüde ABD lehineydi. 80’li yıllarda ABD pazarlarındaki varlığıyla bir korku unsuruna dönüşse bile Japonya,1990‘larda, bugüne kadar süren uzun bir durgunluk içine girdi. AB içindeki çelişkiler ve -başta İngiltere olmak üzere- birlik içindeki ABD’ci ülkelerin etkisi nedeniyle, Almanya’nın AB içindeki önderliğiyse her daim eksik bir önderlik olarak kaldı. Tüm bu nedenlerle Japonya ve Almanya’nın önemli bir ekonomik ve siyasi güç olarak sahneye çıkması hegemonya krizine yol açan bir etkene dönüşemedi. İlk olarak, ABD ekonomik anlamda onlardan hep daha üstündü. İkincisi, bu ülkeler askeri güç açısından oldukça zayıftılar ve NATO şemsiyesi altında ABD himayesine muhtaçtılar. Üçüncüsü, Doğu Blokunun varlığı bu ülkeleri ABD hegemonyasına meydan okumaktan alıkoyan bir diğer önemli etkendi. “Hegemonyasız hegemonya” tanımı Arrighi’ye aittir ve bizce ekonomik, siyasi ve özellikle de ideolojik temeli zayıflamış, sadece askeri alanda tartışılamaz bir güce sahip olan ABD hegemonyasının aynı zamanda ve bu önemli zaaflarına rağmen vazgeçilemez bir niteliğine sahip olma halini çok iyi tanımlamaktadır. ABD hegemonyasının gerileme döneminin karakteristiğini ifade etmek açısından sanırım daha iyi bir tanım bulmak, belki imkânsız değildir ama kesinlikle çok zordur.
90’larda Doğu Blokunun yıkılması ABD’nin epeydir altı boşalmaya başlamış hegemonik parametrelerini yeni parametrelerle ikame etme ihtiyacını daha da elzem hale getirdi. 2008 küresel krizi ise, hegemonik statükoyu ABD aleyhine sarsan –girerek de dağıtan- gelişmelere neden oldu. Artık açık biçimde dünya bir emperyalist hegemonya krizi ile yüz yüzeydi.
- Kent yoksulluğu, “Onurlu Yaşam Hakkı” ve Belediyecilik - 20 Mart 2024
- Yerel seçim öncesinde bir kent rüyası - 22 Şubat 2024
- Kentler Kimindir? Ya da Kent Hakkı Nedir? - 1 Şubat 2024