Buyurgan Tek Taraflılık Ya Da İmparatorluk Düşleri
Yeni Dünya Düzeni açısından küreselleşme ve neo liberalizm iki önemli taşıyıcı kolan niteliğindeydi. Ne var ki bir sonraki alt başlıklarda daha ayrıntılı biçimde ele alacağımız gibi bu iki kolonun da ortaklaştığı nokta, her ikisinin de özsel bakımdan hegemonya kavramıyla sorunlu bir muhteva taşıyor olmasıydı. Bu ikisinin hâkim paradigmayı oluşturduğu bir dönemde olsa olsa ancak rıza boyutu ve yumuşak güç özelliği zayıflamış ve fakat zor boyutu ve sert güç özelliği öne çıkan hegemonik bir düzen söz konusu olabilir(di). Küreselleşme ve neo liberalizm, ilk önceleri ve kısa bir süre güçlü ülkeler koalisyonunun ortak hâkimiyet aparatlarydılar. Bu oligarşik koalisyon projesi de kendileri dışında kalan diğer ülkelere ortaklık- müttefiklik temelinde değil tahakkümcü bir tabiyet ekseninde yaklaşmaktaydı zaten. Bu anlamda hegomonik olmaktan çok tahakkümcü bir nitelikteydi. Bir müddet sonra, özellikle de soğuk savaşın bitimini izleyen dönemde ABD , daha da ileri giderek tek taraflı ve buyurgan bir hâkimiyet inşa etme hevesine kapıldı. Bu yönelim de küreselleşme ve neo liberalizm araçlarının doğasıyla uyumluydu..
ABD’nin bu yeni yöneliminin arkasında kuşkusuz ki kendisin güç kaybederken rakiplerinin güçleniyor olması ve fakat diğer taraftan da aynı rakiplerin henüz hegemonik meydan okuma gücünden de yoksun oluşları önemli bir faktördü. Erken sosyalist rejimlerin çoğunun yıkılması ve bunun büyük ölçüde kendi başarı hanesine yazılması nedeniyle ABD’nin artan özgüveni de bu yönelişte önemli bir başka etkendi. Öte yandan elinde kalan tek tartışılmaz güç olan muazzam askeri kapasitesi de bu açıdan teşvik ediciydi. Sözkonusu olan yalnızca bir neocon politikası değildi: Yalnızca Bush ve Reagan değil Clinton ve Oboma döneminde de aynı anlayış ABD de hâkimdi. Belki de bu duruma Demokratların neoconlaşması da diyebiliriz.
Küreselleşme, Neo Liberalizm Ve Hegemonya Krizi
Küreselleşme bugünlerdeki yaygın kullanımı itibariyle gerçek hayatla bağı çok zayıf ve daha ziyade araçsal, hayali ve ideolojik bir kavramdır. Neo liberalizm ise kapitalist sistemin mantığı ile en uyumlu; kapitalist sistemi en dolaysız biçimde dışa vuran bir birikim tarzıdır. Bu anlamda küreselleşmeden farklı olarak neredeyse elle tutulabilir mahiyette bir somutluğa sahiptir. İlki ikincisinin meşrulaştırıcısıdır. Bu ikisinin birini diğerine yapıştıran ortak özelliği sınıfsal ve ülkesel düzlemde “bir taraf kazanırken diğer tarafa kaybettiren sert rekabetçi” bir yapının iktisadi ve ideolojik araçları olmalarıdır.
a-Buyurgan Tektaraflılık ve Küreselleşme
Küreselleşme yaygın olarak yerelliklerin ekonomik bütünleşmesi, tek yönlü bağımlılıktan karşılıklı ve eşdeğer bağımlılığa geçiş, teknolojik devrim, ulus devletlerin önemini kaybetmesi, bilgi ve enformasyon çağı, çok uluslu şirketlerin, özellikle de çok uluslu finansal şirketlerin egemenliğini artırması vb. gibi alt başlıkların hepsi ya da bir kaçı ile ilişkilendirilen bir kavram olarak kullanılıyor. Bizim açımızdan küreselleşme kavramının ine tek tek ne de toplamda bu gelişmelerle belirleyici bir bağıntısı yoktur. Ayrıntılandırılmasıı bir başka yazı konusu olabilir; biz burada gerekçelerimizi başlıklar halinde saymakla yetineceğiz.
Eğer küreselleşme dünya sistemi anlamında ise bu çok geçmişten beri var olan bir durumdur. Kapitalizm baştan beri birbiriyle bağlanmış yerel ekonomilerden oluşan bir sistemdir. Küreselleşmenin teknolojik gelişmeyle de belirleyici bir nedensel bağlantısı kurulamaz. Zira teknolojik gelişme bu düzeyde olmasa da -belki hız ve verimlilik bakımından biraz daha zayıf bir biçimde- bugün küreselleşme olarak tanımlanan yön değiştirmeler vuku bulabilirdi. Teknolojik gelişmelerin enformasyon akışını hızlandırdığı doğrudur ama bu hızlanış küreselleşmenin vadettiklerinden ziyade mali sermayenin egemenliğini pekiştirmesine ve devletlerin vatandaşlarını kontrol altında tutuğu bir gözetleme toplumunun oluşmasına hizmet etmiştir. Ulus devlet ve küresellik arasında özsel bir tezatlık olmadığını geçen süreç zaten bize açıkça göstermiş bulunmaktadır. Bu süreçte zayıflayan ulus devlet değil sosyal devlettir. Bilginin temel üretici güç ve temel değer kaynağı olduğu bir köklü değişim olarak küreselleşme iddiası da doğrulanmamış gelişmeler tam aksini gösterir bir seyir izlemiştir. Bilgi, enformasyon ve bunlara dayalı teknolojiyi elinde tutan devletler bu iddiaların revaçta olduğu son otuz yıl içinde ekonomik bakımdan uzun bir durgunluk ve gerileme yaşamaktadırlar. Öte yandan bu aynı süreçte iddia edildiğinin aksine temelde emek gücüne ve geleneksel sanayi ve teknolojilere dayalı devletlerin bazılarının ciddi bir ekonomik gelişme sağladığına, bunlardan biri olan Çin’in aynı süreçte dünyanın en büyük ekonomisi haline geldiğine tanıklık ettik. Küreselleşme kavramıyla bize ayrıksı olarak söylenen artık kapanma dönemlerinin sona ereceği ya da kapananların sistem dışında kalacağı ve kaçınılmaz bir gerileme hatta yıkım yaşayacağıd iddiası da çok geçmeden pratik gelişmeler karşısında sorgulanmaya başlanmış, bugün geldiğimiz noktada ise “küreselleşme sona mı eriyor?” tartışmalarını yoğunlaştıracak derece de pratik tarafından yanlışlanmıştır. İronik biçimde küreselleşmenin ebeveylerinden biri olan ABD’de Trump döneminde içe kapanma eğilimleri gözle görülür hale gelmiştir. Küreselleşmenin faydayı eşit dağıtan karşılıklı bağımlılık tezi de, evrensel refah, evrensel demokrasi, evrensel barış gibi ideolojik iddiaları da bugünün insanında sadece acı bir gülümsemeye yol açabilir. Bu söylenenler arasında bir tek finansallaşma iddiaları doğrulanmıştır –ki bu daha çok eleştirel literatürde dillendirilmiştir – ama finansallaşma zaten özellikle de emperyalizm dönemiyle birlikte, kapitalizmin sistemsel evrensel krizlerine eşlik eden bir hastalık belirtisidir. Dolayısıyla küreselleşme ile doğrudan bağlantılı bir durum değildir vb.
Tüm bu nedenlerle küreselleşmenin gerekçeleri ve tanımı kapsamında yukarıda saydığımız egemen söylemler kendi başlarına ya da birlikte küreselleşme olgununu niteliğini açıklamaya değil; olsa olsa gizlemeye hizmet edebilirler. Peki o zaman küreselleşme denilen nedir? Bizce küreselleşme arkasında son derece somut ve gerçek çıkarların ve dolayısıyla nedenlerin bulunduğu hayali ve ideolojik bir kavramdır. Yaygınlaşan küreselleşme söyleminin muhtevası ancak aynı dönemde tedavüle çıkarılmış Yeni Dünya Düzeni stratejisi ve neo liberalizmle bağlantısı içinde doğru anlaşılabilir. Bu üçü sıklıkla birlikte anılıyor olmalarına karşın nedense küreselleşme, bunların bir türevi ve parçası olarak değil de teknolojik ve ekonomik gelişmenin dayattığı yeni ve deterministik, dolayısıyla tüm bunlardan bağımsız ve kaçınılması mümkün olmayan bir dönüşüm olarak lanse edilmektedir. Oysa küreselleşmeyi yeni dünya düzeni, neo liberalizm ve bunlara eşlik eden “insani müdahale” ve “önleyici savaş” gibi askeri konseptlerle birlikte, yani büyük resmin içine yerleştirerek analiz ettiğimizde, küreselleşmenin gerçek muhtevasını anlamak hiç de zor değildir.
Küreselleşme kavramı kapitalizmin genel bir durgunluğa girdiği; bu durgunluğun aynı zamanda bir birikim rejimi ve üretim organizasyonu krizi ile birleştiği bir dönemde tedavüle girmiş bir kavramdır. Bu aynı dönemde çözüm reçetesi olarak neo liberalizmin ve esnek üretim organizasyonlarının gündemleştirilmeye çalışıldığını da görüyoruz. Bu reçeteyi uygulayabilmek için ise sosyal devlet uygulamalarına, devletlerin gümrükleri üzerinde göreli bir denetim imkânı sağlayan ithal ikameci kalkınmacı modele, örgütlü ve pazarlıkçı çalışma ilişkilerine, yani eski birikim rejimi ve üretim organizasyonu ile bağlantılı ne varsa hemen tümünün köklü biçimde tasfiyesine ihtiyaç duyulmaktadır. Sürecin fotoğrafını tam olarak çekebilmek için tüm bunlara, süreci hızlandıran ve kuvvetlendiren ek nedenler olarak, erken sosyalizmlerin çöküşünü ve emperyalist hegemonya krizine dair artan belirtileri de eklememiz gerekir.
Bize göre küreselleşme kavramı ortaya çıkmış bazı fırsatlardan da yararlanarak tüm bu alanlarda artık kaçınılmaz hale gelmiş olan ve fakat hem altsınıflara hem de merkez dışı ülkelere ağır ve acı bedelleri kaçınılmaz hamlelerin meşrulaştırıcı bir ideolojik enstrümanıdır. Bu çalışmamızın konusu olan emperyalist hegemonya krizinin çözümü alanında da küreselleşme bir ideolojik aparat olarak sahneye sürülmüştür.
Küreselleşme kavramının üst gösterenleri neo liberalizm ve “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen dışlayıcı-zayıf bir hegemonik düzendir. Bu bütünsel programın asıl taşıyıcı kolonu ise askeri güçtür. Ulus devletlerin güçsüzleştirilmesi, ekonomiler arasında bütünleşmenin önündeki engellerin kaldırılması, dünya coğrafyasında liberal demokrasinin egemenliğini kurması gibi küreselleşme kavramının alt başlıkları ile “insani amaçlı müdahale”, “önleyici savaş stratejisi” gibi hegemonik restorasyonun askeri konsepte ait kavramları arasındaki birbirini destekler nitelik açıktır. Küreselleşme kavramı bu söylemleriyle uluslararası ilişkilerde “egemenlik” ve “eşdeğerlik” ilkesini tümden ilga eden, ekonomik, siyasi ve askeri anlamda en güçlü olan ya da olanların diğerlerine askeri müdahaleler de dâhil her alandaki müdahalesini “hak” olarak gösteren bir rol oynamaktadır. İşin dikkate değer bir başka tarafı, bu hegemonik restorasyon ile amaçlanan tırnak içinde bir “hegemonya” tesisi olmasıdır. “Rıza”, “ortak çıkar” ve “müttefiklik” gibi hegemonyaya dair temel kavramlarının altı oyulmakta, çatışma ve zor kavramları sahnenin en önüne çıkarılmaktadır.
Somut gelişmeler de bu yargıyı teyit eder niteliktedir. İlk başlarda ve kısa süreliğine emperyalist koalisyonun ortak hegemonyasının tesisi daha çok konuşuluyordu. Ne var ki bu oligarşik blokun ortak hegemonya projesi de içeride alt sınıfları, dışarıda da hegemonik hiyerarşinin alt sırasındaki ülkeleri gözetlemek bir yana hesap dışı bırakıcı bir özelliğe sahipti. Daha sonra, özellikle de iki binli yılların başlarından itibaren ABD, iyice el artırarak işi dünyaya tek güç olarak hâkim olduğu bir post modern imparatorluk inşası çabasına kadar vardırdı. Her iki projede de küreselleşme söylemi, hegemonya kavramının içeriksizleştiği tahakkümcü bir uluslararası düzenin meşrulaştırıcısı olarak görev başında olmuştur.
Bu çerçevesinden baktığımızda, küreselleşme ile hegemonya kavramlarının birbirini çelen bir içeriğe sahip olduğunu da görmekteyiz. Hegemonya istikrar ve hegemonik barışa; oligarşik koalisyon ya da tek taraflı buyurganlık ise kaçınılmaz olarak istikrarsızlık ve çatışmaya dayanır. Eğer hegemonya ülkeler arasında karşılıklı çıkar temelinde oluşan genel bir rıza üzerinde şekillenmekte olan bir şeyse; soğuk savaşın bitiminden bugüne ortada gerçek anlamında bir hegemonik restorasyon niyeti ve çabası olduğundan söz etmek de olanaksızdır. Nitekim ABD’nin uzun süredir tek taraflı ve buyurgan bir uluslararası ilişkiler anlayışı içinde olduğu açık biçimde görülmektedir. Bu durum ise ABD’nin tüm müttefiki devletlerle ilişkilerinde ciddi bir güvensizlik yaratmış ve giderek çatışmalı bir ilişkinin oluşmasına yol açmıştır. “Hegemonya” ve “müttefiklik” kavramları neredeyse “kerhen” bir nitelik kazanmış ve tırnak içine alınabilir düzeyde zayıflama yaşamıştır. Hegemonya ve müttefiklik kavramların içi boşalırken aynı süreçte küreselleşme söyleminin de inandırıcılık erozyonuna uğramış olması manidardır.
Zira bugüne kadar yaşananlarla, bu kavramların ima ettikleri arasında net bir tezatlık vardır. Ortaya çıkan ulus devletlerin etkisizleştiği, tek ve kısıtlamasız bir pazarın inşa edildiği evrensel refah, demokrasi ve barış dönemi değil; süreğen durgunluk, sıklaşan ekonomik krizler, daha da otoriterleşen ulus devletler, ekonomide sertleşen bir rekabet ve yanı sıra içe kapanma eğilimi, çatışma ve savaşların yoğunlaşması olmuştur. Ve küreselleşme söyleminin mihmandarı ABD, bu hepi topu 30 yıllık zaman diliminde 500 yıllık tarihinin toplamına denk olacak nicelikte savaş, darbe girişimi ve askeri operasyonların tarafı haline gelmiştir. Son ve en önemlisi küreselleşme uluslararası düzenin kaotikleşmesine, faşizmin yükselişine ve dünyanın bir dünya savaşına doğru sürüklenmekte oluşuna dair insanlığa verilen kötü bir haberdir.
Teknolojik gelişme ise teknolojik gelişme, serbest piyasa ise serbest piyasa, finansallaşma ise finansallaşma, uluslararası gerilimlerin artması ise uluslararası gerilimlerin artması, faşizmin yükselişi ise faşizmin yükselişi, askeri harcamaların artması ve sorunların çözümünde diplomasi yerine çatışma ve savaş politikaların ağırlık kazanması ise yine aynısı ve hegemonya krizi ise hegemonya krizi… Her şey bize iki dünya savaşı öncesini hatırlatmaktadır. Ve tabi “çok önemli bir farkla”, son teknolojinin deneneceği savaşları, tıpkı Irak İşgalinde olduğu gibi, artık sosyal medyadan ve son teknolojili televizyonlarımızdan canlı olarak izleyeceğiz; “küreselleşme” nimeti olarak…
b-Buyurgan Tektaraflılık ve Neo Liberalizm
Neo liberalizmin de doğası gereği ortak çıkar, ortak güvenlik, müttefiklik gibi hegemonya kavramının içeriğini oluşturan unsurlarla arasının pek hoş olduğu söylenemez. Nitekim tüm bunların altının oyulmasında katkısı büyük olmuştur. Bu durumun doğrudan neo liberalizmin kendi doğasıyla ilgili nedenleri olduğu gibi post modern imparatorluk düşlerine entegre edilmiş olmasıyla bağlantılı nedenleri de vardı.
Keynesyen dönemin dünya ekonomisi organizasyonu ile neo liberal dönemin dünya ekonomisi organizasyonu arasında, hegemonya kavramı açısından önemli farklılıklar olduğunu söyleyebiliriz. Dünya Bankası, IMF, GATT gibi kurumların Keynesyen dönemdeki işleviyle neo liberal dönemdeki işlev farklılıkları bu açıdan önemli bir veridir. Keynesyen model genel olarak iç talebin uyarılması ile kapitalizmin tek tek ülkelerde kendine ait bir sanayi temeli yaratmasını kolaylaştırmak iddiası üzerinde yükseliyordu. Neo liberalizm ise uluslararası büyük sermayenin doğrudan ve fakat özellikle portföy yatırımlarının önündeki kısıtları kaldırarak, gelişmiş ülkelerdeki fazla sermayenin kendine diğer ülkelerde değerlenme olanağı yaratabilmesini önceleyen bir modeldi. Neo liberal modelin savunucularının iddiasına göre böylece, sermaye engelsiz biçimde aktığı ülkelerde hem yatırımları hem istihdamı artıracak ve o ülkelerin ekonomik gelişmelerine de katkı sunacaktı. İki birikim tarzının iddiaları bunlardı ya gerçekler?
Keynesyen model, yalnızca gelişmiş ülkelerde değil diğer ülkelerde de -eşitsiz biçimde olsa da- hem sanayi altyapısını geliştirdi hem de reel ücret seviyelerini yükseltti. Yani eşitsizliği yeniden ve hatta genişleterek üretmekle birlikte Keynesyen model, azgelişmiş olarak tanımlanan ülkelerde de reel anlamda bir ekonomik gelişme ve refah artışına yol açtı(1). Bu durum ulus devletler arasında “ortak çıkar”, “ortak güvenlik” ve “müttefiklik” kavramları etrafında bir rıza oluşmasını ve dolayısıyla sistemin lider ülkesi ile diğerleri arasında güçlü bir hegemonik ilişkinin kuruluşunu da kolaylaştırdı. Ülkeler arasındaki rekabet sürse bile bu rekabet -eşitsiz de olsa- karşılıklı “kazan kazan” ilişkisinin varlığı nedeniyle sert değil yumuşak bir rekabetti.
Neo liberalizm modelinde ise öncelikle ücretlerin baskılanması ülkeye doğrudan yabancı yatırımların çekilmesi açısından bir zorunluluktu. Ücretleri en az seviyeye çeken ülkeler dış yatırım çekmek açısından en avantajlı ülkeler olacaktı. Ayrıca vergi düzeni de bu yatırımları çekebilmek açısından sermayeye cazip gelecek şekilde revizyondan geçirilmeliydi. Bütçeler de aynı mantıkla sermaye akışını kolaylaştırmak için yapılanlar dışında kamu harcamalarının, özellikle kamu yatırımlarının kısılması biçiminde yeni bir muhtevaya kavuşturulmalıydı vb. Bütün bunları yapılmış olsa bile bu, o ülkeye mutlak surette dış sermaye akışı olacağı anlamına gelmeyecekti. Sermaye doğrudan yatırımlarda yeterli karlılık görmediğinde bunlara rağmen gelmemeyi tercih edebilirdi. Bu yüzden de gelen sermaye daha çok portföy yatırımları ve giderek de sıcak para şeklinde oldu.
Bu koşullarda ciddi bir reel refah düşmesi yaşandı. Talep ancak dışardan alınan borçların halka bol keseden kredi olarak dağıtılmasıyla, yani devletin ve sermayenin yanı sıra halkın da yüksek ölçüde borçlandırılmasıyla uyarılmaya çalışıldı. Ortaya, büyük bir borç yükü altında kalan ülkeler ve toplumlardan oluşan kırılgan bir tablo çıktı. Gelen ağırlıkla mali sermaye olduğu için, mali sermaye de -özellikle yeni teknolojinin yarattığı olanaklarla- daha uygun pazarlar arasında hızla yer değiştirme eğiliminde olduğu için, bu ülkeler iktisadi ve siyasi açıdan oldukça istikrarsızlaştı ve kırılganlaştı. İMF ve Dünya Bankası gibi Keynesyen dönemin uzun vadeli yatırım destekleri sunan kurumları neo liberalizm döneminde bu kez aynı ülkelerin karşısına zorba bir borç tahsildarı rolüyle dikilmekteydi.
Ayrıca bu ülkeler borçlarını ödeyebilmek için ihracatlarını artırmak, ihracatlarını artırmak içinde içeride emek maliyetini baskılamak ve dışarıdan sürekli borçlanmak zorundaydılar. Bütün diğer ülkelerde bu aynı zorunlulukla hareket ettikleri için dünün birbirleriyle “yumuşak rekabet” yürüten ”müttefik ülkeleri “arasında çatışmacı-kıran kırana bir rekabet yaşanmaya başlandı. Sonuç itibariyle eskinin eşitsiz ama “kazan kazan” ilkesine dayalı Keynesyen modeli ile neo liberal model arasında hegomonik sistemin temellerinin sağlam ya da zayıflığı anlamında ciddi bir farklılık vardı. Neo liberal modelde artık “kazanmak için her yolu dene; zira kazanamazsan çok yönlü olarak kaybedenlerden olacaksın” anlayışına dayalı çatışmacı bir rekabet sistemi hâkimdi. Tüm bu nedenlerden dolayı neo liberalizm, doğası gereği, “ortak çıkar”, “ortak güvenlik”, “müttefiklik” gibi hegemonik düzeni besleyen tanımlayıcı unsurları zayıflatan bir özelliğe sahipti.
Öte yandan neo liberal model, ABD’nin post modern imparatorluk düşleriyle de birleşti. Birleştiği ölçüde de hegemonya kavramının altının daha derin biçimde boşaltılmasına vesile oldu. Neo liberal model, sanayi ve ticarette bağımlılığı pekiştirdi ve bu ülkeleri aşırı borçlanma ile yüz yüze bıraktı. Neo liberalizmin bu sonuçları, doların hegemonik para olma niteliği, küresel ve yerel ilişki ağları ve muazzam askeri operasyonel gücü ile birlikte ABD tarafından, diğer ülkeler üzerinde açık bir baskı aracı olarak kullanılmaya başlandı.
Sanayisizleşme, Bilgi Toplumu ve Gücün Yarattığı Güçsüzlük
Yukarıda hegemonya açısından yeni dönemin en önemli enstrümanı olarak kullanılan küreselleşme ve neo liberalizmin beklenenin aksine neden ve nasıl hegemonik krizi artıran ve süreğenleştiren bir rol oynadığını göstermeye çalıştık. Bu aynı durum -en azından somut göstergeler açısından- yeni hegemonik düzenin diğer temelleri olarak belirtilen bilgi toplumu, teknolojik devrim, esnek üretim, bilgisayar destekli yaratıcı hizmet ve ticaret sektörü vb. açısından da söylenebilir. Artık geleneksel sanayi değil facebook, e ticaret vb. gibi teknolojik hizmet sektörünün sürükleyici olduğu bir ekonomik düzen egemen olacaktı. İnanmayan varsa facebook’un cirosu ile maden ya da metal sektöründeki büyük firmaların cirosunu karşılaştırabilirdi. Artık emek değil bilgi en büyük üretici güçtü ve değerin temel kaynağıydı vb. Bu durumda büyük güçler bu karlı sektörleri kendi ihdasında tutacaklar; diğer hantal sektörleri ise -gelişmekte ya da azgelişmiş denilen ülkelere kaydıracaklardı. Eski hantal geleneksel sanayileri düşük ücretin egemen olduğu ülkelere kaydırarak daha karlı hala getirirken kendileri yüksek teknolojik ürünlerinin ihracından elde edilen büyük karların küçük bir bölümüyle tüketim mallarını dışarıdan alacaklardı. Böylece iç talebin ihtiyaçlarını çok daha ucuza karşıladıkları gibi teknolojik transferin yarattığı işsizlik ve gelir düşmesinin yarattığı sorunları bu ucuz ve daha kolay ulaşılabilir tüketim malları aracılığıyla kısmen dengeleyebileceklerdi vb. Bu stratejiyle hareket eden ülkeler beklenenin aksine ekonomik durgunluk ve krizlerden çok daha fazla etkilendiler. Ülkelerinde işsizlik ve gelir dağılım adaletsizliği, reel gelir kaybı gibi sonuçlarla boğuşmak zorunda kaldılar. Dolayısıyla hegemonik iddiaları da giderek daha fazla aşındı. Ama geleneksel ve hantal denilerek küçümsenen sanayilere ve emek gücünün yaygın kullanımına dayalı Çin, Hindistan, Güney Kore vb. gibi ülkeler ise hızlı bir gelişme yaşadı. Bunların arasından üretimini büyük ölçüde robot kullanımına dayalı hale getiren Japonya ve yine gelişmesinin bir noktasında neo liberal argümanların etkisi ve bu doğrultudaki dış telkinler nedeniyle ekonomisindeki sanayi-hizmet sektörü dengesini ikincisi lehine değiştiren Hindistan gelişme trendinde ciddi tıkanma ve durgunluklarla yüz yüze kalırken; sanayide, emek yoğun üretimde ısrar eden ve bu temeli teknolojik yeniliklerle daha da güçlendiren Çin, bugün itibariyle artık dünyanın en büyük ekonomisi ve en güçlü hegemonya adayı haline gelmiştir. Bu gerçekten de çarpıcı ve üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir sonuçtur. Bu ülkelerin küreselleşme ve neo liberal paradigmadan bir başka esaslı farklılığı ise liberalizmin en önemli iman şartlarından biri olan “devlet karışmasın, serbest piyasa her şeyi çözer ve dengeler” anlayışının dışında kalmış olmalarıdır. Küreselleşme ve neo liberalizmin hâkimiyeti altında yeni bir hegemonik dünya sistemi inşa etme çabaları tam gaz sürerken, aynı dönemde büyümeyi başaranların hemen tümünün, egemen paradigmanın en az etkisinde olan ülkeler olması ve bu ülkelerden biri olan Çin’in, en güçlü hegemonya adayı olarak öne çıkması başka şeylerin yanı sıra hegemonik güç kayması açısından da hayli ironik bir sonuç olmuştur.
İmparatorluk düşleri: Hegemonyadan “Kerhen” Hegemonyaya
ABD, tam da bu irrasyonel imparatorluk hevesinin bir sonucu olarak ve hegemonya kavramına aykırı biçimde, müttefiklerinin ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarını -hiç olmazsa en kritik olanlarını- gözetmek gibi bir sorumluluktan da kendini azade kıldı. ABD geçmişte bizzat kendi girişimleriyle kurduğu uluslararası sistemin kurum ve kuralları karşısında adeta umursamaz bir tutum içine girdi. Uluslararası siyaset ve güvenliği ilgilendiren kritik kararlarda, müttefiklerinin ulusal çıkar ve tehdit algılamaları hesap dışı bırakıldı.
Almanya başta bir çök önemli ABD müttefiki ülke, Rusya ile yaşanan bölgesel sorunlarda, Suriye ve İran politikalarında, ABD ile Çin arasında tırmanan ticari ve askeri gerilim konularında çözümün çok taraflılık esasına göre aranması gerektiğini ısrarla dillendirdiler. Böylece ABD’nin buyurgan tek taraflılığından duydukları hoşnutsuzluğu da ifade etmiş oldular. Ne var ki tüm bu alanlarda ABD kendi bildiğini okumayı sürdürdü. Irak ve Afganistan’ın işgali de bu duruma iyi bir örnektir. İşgal, Batı ittifakının çoğu üyesince tarafından doğru bulunmadı. ABD, buna rağmen hem müttefiklerinin görüşlerini, hem uluslararası kurumları ve meşruiyet ilkesini hiçe sayarak bu işgali gerçekleştirdi. ABD’li karar vericiler, işgal öncesinde yalnızca Londra ile müzakere etti; diğer müttefiklerinin güvenlik endişelerine ise kulak tıkadı.
ABD, Avrupalı müttefiklerinin enerji güvenliği ile ilgili konularda da aynı tek taraflılığı sürdürdü. Müttefiklerini, Rusya’dan petrol ve doğalgaz alımını tamamen durdurmaya zorladılar. İran, ABD yaptırımlarına maruz kaldığı için bu ülkeden doğalgaz tedariki zaten mümkün değildi. Üçüncü rezerv ülkesi Katar ise yakın zamana kadar teröre destek olduğu gerekçesiyle ABD’nin katkısıyla Körfez ülkeleri tarafından ablukaya alınmıştı. Ezcümle buyurgan tek taraflılık siyaseti küresel doğalgaz rezervlerinin dünyanın en büyük tüketim merkezi olan Avrupa’ya taşınmasını imkânsız hale getirdi.
2000li yıllarda ABD, Almanya’ya Rus gazı konusunda benzer bir dayatmada bulunmuştu. Son Ukrayna Savaşı sırasında da müttefiklerinin itirazlarına ve ayak sürçmelerine rağmen Biden, Avrupa’ya benzer bir dayatmada bulundu. Biden yönetiminin 2022 yılı sonlarına kadar Avrupa’ya göndermeyi taahhüt ettiği 15 milyar metreküplük LNG’nin, Avrupa’nın ithal ettiği Rus gazının onda birinden az olduğu düşünüldüğünde, bu dayatmanın, Avrupa’nın enerji güvenliğini sabote edecek sonuçlara yol açması işten bile değil. Bu tablo bize ABD’nin Rusya politikasında Avrupa’dan aldığı genel desteğin müttefiklik dayanışmasından ziyade, el mecbur bir destek olduğunu da gösteriyor. Realite şu ki; Avrupalı aktörler ABD’nin son yirmi yıldan beri takip ettiği buyurgan hegemonya siyaseti nedeniyle derin bir enerji güvenliği sorunu yaşıyorlar. Bu durumun sürmesi halinde Avrupa sanayisinin çökme tehlikesiyle karşılaşması, gündelik hayatın ise felçleşmesi kaçınılmaz. Ve muhakkak ki Avrupa ülkeleri ABD’nin tek taraflı dayatmalarının bir diğer amacının stratejik rakibi olarak gördüğü Avrupa’nın güçsüzleştirilmesi olduğunun da bilincindedirler.
Yalnızca bu durumda değil başka bir dizi konuda, özelikle de soğuk savaşın hemen sonrasında pek çok ülke, gerçekte onaylamadığı halde ABD’ye onay vermek durumunda kaldı. İmparatorluk düşleri doğrultusunda gerekli ve fakat müfttekileri açısından ciddi sıkıntılara yol açacağı aşikâr olan hamleler, bu tür bir baskılama ile bu ülkelere dayatıldı. Türkiye’nin Ortadoğu bataklığına sürülmesinde olduğu gibi bazı örneklerde bu hamleler, en çok zarara uğrayacak olan ülkenin bizzat kendisine attırıldı. Chomsky, başka örnekler de veriyor: “Avrupa, Amerika’nın İran’a yönelik yaptırımlarını New York’tan yürütülen küresel mali sistemin dışında bırakılma korkusuyla kabul ediyor. Dünya, Amerika’nın ekonomik ambargoyu kaldırmayı reddederek Küba’ya işkence yaptığını kabul ediyor, aynı zamanda bunu fiili oy birliği ile de kınıyor (Haziran ayında Birleşmiş Milletler ’de ikiye karşı 184 oyla).” Ama karar günü geldiğinde Küba’ya uygulanan ambargonun devamı itiraz sahiplerinin de onayıyla kararlaştırılıyor. Öte yandan birinci Körfez Savaşında da endişeli müttefik ülkeler bir yana, Gorbaçov SSCB’si, Baba Esat Suriye’si bile oluşabilecek can sıkıcı durumlardan kaçınmak amacıyla kendilerini destek açıklamasında bulunmak zorunda hissediyorlar vb.
Tüm bu tablo ise ABD ile eski müttefiki ülkeler arasındaki ilişkilerde derin bir güvensizlik yarattı ve ilişkileri kırılganlaştırdı.
- Kent yoksulluğu, “Onurlu Yaşam Hakkı” ve Belediyecilik - 20 Mart 2024
- Yerel seçim öncesinde bir kent rüyası - 22 Şubat 2024
- Kentler Kimindir? Ya da Kent Hakkı Nedir? - 1 Şubat 2024