ABD Hegemonyası (-4-)

Süreğen yapısal iktisadi krizin etkileri yalnızca işlerin bir parça kötüye gitmesiyle sınırlı kalmadı; söz konusu olan bir bütün olarak refah devletinin kurumsal kriziydi aynı zamanda. ABD şimdi kendi hegemonyasının temellerini oluşturan Keynesyen birikim tarzının ve Fordist örgütlenmenin temelini bizzat kendi elleriyle yıkmak ve yerine yeni bir birikim tarzı ve üretim organizasyonu inşa etmek durumundaydı. Bu zorunluluk başlı başına bir hegemonya krizi emaresiydi. Nitekim İngiliz hegemonyasının sona ermesiyle serbest ticaret anlayışının krize girmesi arasında dolaysız bir ilişki vardı. Bu durumda Keynesyen ekonominin ve Fordizmin krizi de pekâlâ ABD hegemonyasının sonuna dair önemli bir işaret olarak değerlendirilebilirdi. Ama İngiliz hegemonyası ile ABD hegemonyası arasında dünya ekonomisinin entegrasyon düzeyi ve Soğuk Savaş gibi iki önemli belirleyici fark vardı. İngilizler serbest ticarette ısrar ederken bir dizi hegemonya adayı çoktan içe kapanmış ve kendilerini sanayiyi ve teknolojik yapıyı geliştirmek işine vakfetmişlerdi. Bu durum yeni hegemonya adaylarının evrenselleştirebilecekleri bir ekonomik büyüme modellerini de yanlarında hazır hale getirebilmelerini sağlamıştı. Oysa şimdi -biraz yukarıda belirttiğimiz iki nedenle- hegemonya adayı olarak görülebilecek Japonya dışındaki hiçbir ülke ABD den bağımsız yeni ve mevcut krize çare olabilecek bir büyüme modeli üretememişti. Japonya’nın modeli de zaten bütünlük taşıyan ve genele teşmil edilebilecek bir nitelik taşımadığı gibi 90’lı yıllarda büyük bir durgunluğa girerek böyle bir iddia ortaya koyacak imkânları kaybetmişti. ABD emperyalizmi açısından Şikago okulunca geliştirilen neo liberal anlayış yeni model olarak öne çıkıyordu. Ama sosyalizm ve kapitalizm arasındaki rekabet, ABD hegemonyasının zaten güç kaybetmiş hali, kapitalist merkezlerdeki örgütlü işçi sınıfının gücü gibi etkenler bu doğrultudaki adımları zorlaştırıyordu. Bu nedenledir ki bu model 1970 başlarında bambaşka bir coğrafyada, Şili’de, Pinochet’in faşizan iktidarında uygulamaya sokuldu. 11 Eylül 1973’te Santiago sokaklarında tank sesleri duyulurken insanlar binler halinde stadyumlara istifleniyordu. Allende, başkanlık sarayında onurlu ama etkisiz bir direnişle ölümünü beklemekteydi. ABD’nin emperyal himayesi ile dünya çapında neoliberal kapitalizme geçiş, işte böyle bir darbeyle başladı. Dünya kamuoyu Şili’de uygulanan modelin “başarı hikâyeleriyle” önce bu yeni modele hazırlandı. Ardından 80’lerin başında ABD ve yancısı İngiltere’de, Reagan ve Thatcher döneminde, güncel bir çözüm reçetesi olarak evrensel düzeyde gündemleşebildi.. Ne var ki bu gündemleşme koşulların tam olgunlaşmasının değil artık değişimin ertelenemez olmasının yarattığı bir durumdu. Uygulanması hala çok riskliydi. Bu yeni birikim tarzı ve üretim örgütlenmesi (neo liberalizm ve esnek üretim) ancak Doğu Blokunun 1990’lardaki çöküşüyle yaygın ve nispeten sorunsuz bir uygulama olanağı bulabildi.

“Erken sosyalizm”in çöküşü, hegemonya ilişkisi açısından birbirine zıt yöndeijve hegemonyasını restore etmek açısından yeni bir fırsat oldu bu çöküş. Zira bu çöküş hem ABD’nin bir başarısı olarak değerlendirildi ve hem de aynı zamanda kriz içindeki kapitalist sistem için yeni ve geniş bir pazar anlamına geliyordu. Önin koruyucu önemi de azaldı ve bu durum diğer emperyalist ülkelerin ABD osında bağımsız hareket etme marjlarını artırdı. Nitekil başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinin ABD politikalarına karşı eski “huzursuz mırıldanışları” artık yüksek sesle itiraza ve nadiren de olsa fiilen ABD politikalarına çomak sokma girişimlerine dönüştü. Pek çok düşünür, bu gelişmeler üzerine ABD hegemonyası döneminin bitmekte olduğu ve yakın gelecekte Almanya veya -özelikle de- Japonya’nın hegemonya tahtına oturacağı öngörüsünde bulundular. Fakat zaman bu yöndeki öngörüleri doğrulamadı. Ne var ki Almanya ve Japonya’nın hegemonya krizini kendi lehlerine çevirememeleri, bazen tersi yönde eğilimler güçlense de, netice itibariyle ABD’nin hegemonik restorasyon çabalarının başarılı olması anlamına gelmedi. ABD bu dönemde de hegemonyası sürdürdü sürdürmesine ama hegemonyasının hegomonik karakterinin çok ciddi düzeyde aşınması pahasına…

Yeni Hegemonya Stratejisi Olarak “Yeni Dünya Düzeni”

Soğuk Savaşın bitimini hegemonyanın restorasyonu açısından bir fırsata dönüştürmeye çalışan ABD, başkan Bush aracılığıyla, yeni hegemonya stratejisinin adını da koydu: “Yeni Dünya Düzeni”… Bu yeni düzen, kendine has bir ekonomik, siyasi, ideolojik temellere ve yeni bir dış politika doktrini ile yeni bir askeri stratejiye dayanacaktı. İçerikleri, inşa edilme ve korunma yöntemleri farklılaşmakla birlikte “demokrasi”, “barış”, “refah”, “insan hakları” vb. gibi temalar, bu yeni düzenin vaatleri arasında -eski dönemde olduğu gibi- yine baş sırayı işgal ediyorlardı.

İddiaya göre Yeni Dünya Düzeni, (liberal) demokrasinin dünyanın diğer bölgelerinde de kökleşeceği, bir evrensel demokrasi düzeni olacaktı. Aynı zamanda soğuk savaşın sona ermesi ve küreselleşme ile birlikte ekonomilerin birbirine daha bağımlı hale gelmesi nedeniyle yeni düzen evrensel bir barış dönemi de olacaktı. Öte yandan küreselleşme, Ricardo’nun karşılaştırmalı üstünlük teorisinde iddia ettiği gibi ülkeleri akıllı seçimler yapmaya yöneltecek her ülkenin ekonomik olarak daha avantajlı olacağı sektörlere yönelmesi refahın ve ekonomik gelişmenin de evrenselleşmesini sağlayacaktı vb.

Ne var ki ekonomik, siyasi, askeri ve dış politikaya yönelik alt başlıklar incelendiğinde bu iddialar ile gerçekleşecek olanlar arasındaki muhtemel tezatlık daha ilk adımda göze çarpıyordu. Yeni düzenin yeni birikim rejimi küreselleşmeci neo liberalizme, üretim organizasyonu esnek üretime; ideolojik temeli, kimlikçi ve bireysel özgürlükçü postmodernizme; siyasi temeli, sosyal fonksiyonları tırpanlanmış ve işlevi “serbest piyasa jandarmalığı”na indirgenmiş devlet yapılanmasına dayanacaktı. Yeni dış politika doktrini ise “Westfelyan uzlaşı”yı sona erdirmeyi amaçlıyordu. Yeni doktrin, “sermayenin serbest hareketi”ni temin etmek, “evrensel insan hakları” ve “kimliksel özgürlükleri” korumak adına ulusal devletlerin egemenlik haklarının sınırlandığı bir nevi “postmodern imparatorluk” düzeninin kurulmasını öngörüyordu. Askeri doktrin ise, “insan hakları ve demokrasiyi” tehdit eden güçlere karşı -ve hatta bu tehditler henüz büyümeden- “insani yardım” adı altında “önleyici müdahalelerin” yapılmasını meşrulaştırmaktaydı. “İnsani yardım” ya da “terörizmle mücadele “gerekçesiyle bir diğer ülkeye ve o ülke devletine rağmen müdahale edebilme hakkından dem vurulması, uluslararası düzende iç ve dış kavramlarının muğlaklaştığı ve uluslarüstülüğün çok daha öne çıkmaya başladığı yeni bir hegemonik düzen arayışının çarpıcı bir ifadesiydi.

Demokrasi, insan hakları, evrensel barış ve refah söylemi çok daha öne çıksa da gerçekte yeni düzenin inşası ve idamesinde ABD’nin elde kalan ve büyüklüğü karşılaştırılamaz olan tek üstün yanına, askeri gücüne, özel bir rol düşeceği çok belliydi. Biz de bu nedenle öncelikle hegemonik restorasyon çabasının askeri veçhesini ele alacağız.

Yeni Dünya Düzeninin inşası: Savaşlar, İç çatışmalar, Darbeler…

ABD ekonomik, siyasi ve ideolojik bakımdan zayıflamış, en önemli kozu olan askeri gücü de soğuk savaşın bitimiyle, müttefikleri ve özellikle de rakip hegemonya adayları nezdinde, eski önem ve vazgeçilmezliğini yitirmeye başlamıştı. Yine de tartışılmaz askeri gücü ABD’nin hegemonyasını restore edebilmek açısından en önemli kozuydu. Başkan Bush’un “Yeni Dünya Düzeni” tanımını ilk kez kullanmasının Irak’a yönelik askeri operasyon öncesine denk gelmesi bu açıdan manidardır. “Yeni Dünya Düzeni” ilk kez kullandığında henüz içeriği belirsiz bir söylemden ibaretti. Ve Irak operasyonu ile bağlantılı biçimde dillendirilmesi bu yeni düzenin kurulması için ABD’nin, temel olarak askeri gücüne yaslanacağının önemli bir işareteydi.

İran Savaşı’nın ağır ekonomik maliyetleri altında zor durum yaşayan, bu zorluğu aşmak için gözünü Kuveyt sınırındaki petrol kaynaklarına diken Saddam’ın işgal hareketi ve ardından başlatılan Irak Savaşı “Yeni Dünya Düzeni”nin de start aldığı andır. Saddam’ın Kuveyt’in işgali niyetlerinde ABD tarafından da cesaretlendirildiği yolunda çok güçlü iddialar bulunmaktadır. Chomsky’nin aktardığı bilgiler bu açıdan çok önemli: Bunlardan en önemlisi ABD’nin Irak büyükelçisi April Glaspie’in, Bush’un savaşı başlatmasından haftalar önce, Saddam Hüseyin’e “ABD’nin Kuveyt ile olan sınır anlaşmazlığı gibi Araplar arası çatışmalarda bir görüşünün olmadığını” söylemiş olmasıdır. Irak’ın Kuveyt’i işgalinden çok önce son üç ABD hükümetine hazırlanan raporlar gibi başkaca kanıtlar da vardır. Bu raporlar, Bush yönetiminin Basra Körfezi’ndeki devasa savaş hazırlığının, Irak’ın “küçük” Kuveyt’i istilasına karşı yanıt olduğu yönündeki iddialarını çürütür niteliktedir. Söz konusu raporlarda ortak biçimde, “Basra Körfezi’nin ABD hegemonyası açısından stratejik öneme sahip olduğu ve bu bölgenin kontrolü için askeri müdahale de dâhil her yolun denenmesinin şart olduğu” vurgulanmaktaydı. Tüm bunlar Irak istilasının, ABD’nin on yıldan fazla bir süredir zaten üzerinde çalıştığı stratejik planın hayata geçirilmesi için beklenen bahaneyi sağladığı kanaatini uyandırmaktadır.

“Yeni Dünya Düzeni”nin inşa süreci yalnızca bu türden emperyal müdahale ve savaşlarla değil aynı zamanda iç savaşlar, egemen bloklar arasında iç çatışmalar ve darbelerin yaygınlaşmasıyla da el ele yürüdü. Bütün bu iç çatışmaların birkaç önemli tetikleyici nedeni olduğunu görüyoruz. İlki, soğuk savaşın bitimiyle SSCB’nin kendi müttefikleri üzerindeki koruyucu kalkanın kalkması ve fakat aynı zamanda ABD’nin de soğuk savaştaki stratejik önemi dışında bir ekonomik ve siyasi değeri olmayan ülkelerden elini çekmesidir.  Bu ortamı fırsat bilen alternatif iktidar adayları ile eski iktidarlar arasında özellikle de Afrika kıtası ülkelerinde,  kimi zaman etnik, kimi zaman dinsel, kimi zaman kabilesel ayrımlar temelinde şiddetli çatışmalar çıkmıştır. İkinci neden, neo liberalizme geçişin eski devlet yapılanmasında yaratacağı değişiklerle konumlarını kaybedecek askeri ve sivil bürokrasi ile neo liberal politikaların uygulanmasına talip devlet elitleri arasında bazen devlet katını aşarak tabana da yansıyan çatışmalardır. Bu çatışmalar açık ya da örtülü darbe girişimlerinden meydan savaşlarına kadar uzanan çeşitli iç karışıklık ve çatışmalara neden olmuştur. Üçüncüsü, neo liberalizme geçişin işçi sınıfı ve emekçi kesimlerde oluşturduğu ya da oluşturması muhtemel tepkileri bastırabilmek amacıyla Şili, Türkiye vb. çok sayıda ülkede bu geçiş sürecinin askeri ya da sivil darbeler eliyle örgütlenmesidir. Dördüncüsü, Latin Amerika coğrafyası başta bazı coğrafyalarda bu sürece direnen halkçı iktidarların darbe, iç savaş ya da dış askeri müdahalelerle iktidardan uzaklaştırılması girişimleridir.

Nitekim 90-99 arası 6 milyon insanın ölümüne yol açan 118 savaştan sadece 10 tanesi uluslararası –devletlerarası nitelikteydi; gerisi etnik, dinsel ya da devlet yapılanması içindeki güç odakları arasındaki hesaplaşmanın tetiklediği iç savaşlardı. Bu iç savaş ve çatışmaların ortaya çıkardığı tablo da gayri resmi iktidar odakları, paramiliter yapılar, mafya, gayri yasal ekonomi gibi düzensizliği ve yasadışılığı görmek olasıdır ama düzenin esamisine bile rastlanmamaktadır. Ve işin ironik yanı, tüm bu karmaşa ve kitlesel kırım tablosunun tablonun birinci dereceden müsebbipleri tarafından yeni bir müdahale için yeni bir gerekçe oluşturmasıdır.

Öyle gözükmekteydi ki ABD hegemonyasının yeniden tesisinde askeri yöntemler tüm diğer hegomonik araçlara göre çok daha belirgin bir rol oynayacaktı. Zira ABD, yeni düzende herkese refah, demokrasi, barış vadediyordu ama bu vaatlerin gerçekleşebilmesi için ufak” bir koşulu vardı: ABD’nin önderliğinde dünyanın her coğrafyasına askeri müdahale de dâhil her türlü müdahalenin yapılmasına olanak veren yeni bir uluslararası düzenin varlığı…

Restorasyon Sürecinde En Önemli Araç Askeri Güç

1945’te “Amerikan Yüzyılı” ilan edilirken hüküm süren koşullarla “Yeni Dünya Düzeni” ilan edilirken hüküm süren koşullar birbirinden çok farklıydı. 1970 sonrasından itibaren ve özellikle 90’larda pek çok faktör ABD aleyhine olacak şekilde değişmişti. ABD artık bir zamanlar uluslararası arenada sözünü “yasa” haline getiren ekonomik üstünlüğünü kaybetmekteydi. Ve bu gerçek ABD’yi askeri gücüne daha fazla bel bağlamaya zorluyordu. ABD emperyalizminin 1991 Körfez Savaşı ile tek taraflılığa ve militarizme keskin dönüşü, Amerikan kapitalizminin uzun süreli krizi ve küresel ekonomideki hâkimiyetinin göreli gerilemesiyle bağlantılıydı. Avrupalı ve Japon rakipleri karşısındaki gerilemenin,  kısa vadede ekonomik araçlarla dengelenemeyeceği, bu nedenle silahlı kuvvetlerinin etkin kullanımının şart olduğu, 90’lı yıllarda ABD siyasi, askeri, ekonomi ve hatta entelektüel çevrelerinde hâkim düşünce halini almaktaydı.

Chomsky şöyle diyor; “Basra Körfezi örneğinde, ABD ordusu, dünyanın en önemli petrol üretim bölgesinde rakipsiz Amerikan üstünlüğünü güvence altına almak için kullanılabilir ve bu da Washington’ı petrol ithalatına bağımlı Avrupalı ve Asyalı emperyalist rakiplerine enerji kaynağını kesme tehdidi ile şantaj yapabilecek bir konuma getirirdi. Körfez Savaşı öncesinde Başkan George H. W. Bush’un ifade ettiği gibi, Irak’a yapılacak bir saldırı, ABD’ye “ikna edebilme gücü” de verecekti. Bu da “daha uygun ticari ilişkilere” yol açacaktı.” Harvey’e göre de Amerika kaybettiği tek merkezli hegemonik durumunu tekrar kazanmak için Irak’a girmişti. Irak’ta başarı sağlanabilirse ABD petrol yataklarını ele geçirecek ve küresel ekonominin denetimini ele alabilecekti. Arrighi de,  başarılı bir işgal ile ABD’nin Avrasya toprağında güçlü bir askeri üs kurabilme ve ABD’nin böylece kendini yeniden süper güç olarak kabullendirme amacına işaret ediyor. Ancak diyor Arrighi, Vietnam’daki başarısızlık ABD’nin “sinyal krizi”ni nasıl hızlandırdıysa, Irak’ta ki başarısızlık ABD’nin ölümcül krizini hızlandırmıştır. Bu başarısızlık, ABD’nin bir yandan ekonomik olarak kendini rahatlatma şansını diğer yandan askeri kredibilitesini artırma ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Hatta var olan askeri kredibilitesi daha da azalmıştır.

1990-2022 arasındaki son otuz yılda ABD kesintisiz ve sürekli genişleyen bir savaş hali ile birlikte yaşamaktadır. Ortadoğu ve Orta Asya topraklarını fethetme ve zapt etme dürtüsü, Amerikan egemen sınıfının hemfikir olduğu en temel ve belirleyici politikadır. Irak’ta bir milyondan fazla; Afganistan, Libya, Suriye ve Yemen’de ise yüz binlerce insanın ölümü, ABD’nin hegemonyayı yeniden ve askeri güç temeline yaslanarak restore etme politikasının sonuçlarıdır.

Bir Restorasyon Enstrümanı Olarak “Post Modern Savaş”

Körfez Savaşı, Kosova, Afganistan, Irak işgali, Libya vd. hegemonya açısından stratejik öneme sahip olan bölgeleri kontrol altında tutma amacının yanı sıra ABD’nin yeni askeri teknolojisinin ve yeni savaş konseptinin deneme alanları olmaları açısından da önemliydi. Konunun bu yönüne işaret eden Evren Balta, tüm bu savaşların ABD’nin “düşük yoğunluklu savaş” konseptinden “postmodern” ya da” postfordist savaş” olarak tanımlanan yeni savaş konseptine geçişi ile ilişkili olduğuna işaret ediyor. Önce insansız hava ve sonra insansız kara savaş araçları, güdümlü füzeler, radar sistemleri, teknolojik bilgi toplama, işleme ve kullanıma sokma yöntemleri, otonom silahlar ve yoğun hava saldırılarıyla simgelenen bu savaş konsepti bu teknolojiye sahip ülke açısından küçük profesyonel birlikler dışında insan gücüne ihtiyacı – ve dolayısıyla insan kaybını- en aza indiriyordu. Fakat okyanus ötesindeki komuta merkezinden en uzak coğrafyadaki düşmana en büyük zayiatı verebilen, kısa sürede karşı tarafta yüzbinlerce ve belki de milyonlarca insan kaybına yol açabilen bir teknolojik savaş mekanizmasıydı söz konusu olan. Post modern savaşın ilk deneme alanı Irak’tı ve bu savaş medya aracılığıyla tüm dünyaya canlı olarak seyrettirildi. Medyatik şova dönüştürülen yüzbinlerce insanın yaşamını kaybettiği bu “post modern savaş”, “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen hegemonya restorasyon stratejisinin başarısı yolunda kullanılan açık bir hegemonik güç gösterisiydi. Hiç kuşku yok ki ardı sıra gelen Kosova, Afganistan, Libya vd. işgal ve savaşları da öyle… ABD, 1945’te hegemonya tesisi bakımından aynı yöntemi Japonya’nın iki kentine atom bombası atarak kullanmıştı. “Amerikan Yüzyılı”nın askeri güç simgesi nükleer silahlardı, “Yeni Dünya Düzeni” nin simgesi ise “post modern savaş teknolojisi”…

NATO: Restorasyon Sürecinde En Önemli Kurumsal Araç

1949 yılında komünizm tehlikesine karşı askeri işbirliği ve koruma kalkanı olarak oluşturulan NATO’nun, Soğuk Savaş sonrası süreçte işlevi ve varlığı doğal olarak tartışmalı hale gelmişti. Varşova Paktının kendini tasfiye ettiği bir süreçte NATO’nun varlık sebebi de ortadan kalkmamış mıydı? NATO dağılacak mıydı? Dağılmayacaksa hangi işlevi üstlenecek, varlığını hangi gerekçe ile meşru kılacaktı? Dünya bunları tartışırken, 11 Eylül saldırısı, NATO’nun varlığını meşrulaştıracak yeni gerekçeyi de yaratmış oldu.

11 Eylül 2001 saldırılarının hemen ardından toplanan NATO Olağanüstü Zirvesi’nde, terör, öncelikli tehdit olarak ilan edildi. NATO’nun bundan sonraki temel işlevinin dünya üzerindeki terör odaklarıyla etkili savaş olacağı belirtildi. Böylece ABD, kendi ulusal güvenlik stratejisine uluslararası bir onay zemini elde etmiş ve hegemonik söylemleri NATO aracılığıyla küresel bir nitelik kazanmıştı.

Soğuk Savaşın sona ermesiyle varlığının gereksiz hale geldiği yaygın olarak dillendirilen NATO, tam aksine eskisinden çok daha etkin ve varlığı çok daha fazla hissedilen bir hegemonik kurum haline geldi. ABD’nin hegemonya restorasyonu çabasının en büyük dayanağının askeri güç, en belirleyici söyleminin küresel teröre karşı mücadele olduğu koşullarda aksi de söz konusu olamazdı. Artık NATO öne çıkarken BM iyice gölgede kalacaktı. ABD’nin pek çok askeri operasyonu NATO şemsiyesi altında ve BM bypass edilerek gerçekleştirecekti.

NATO’nun yeni hegemonik restorasyon sürecinde ABD açısından yerine getirdiği diğer önemli işlev faaliyet alanlarını Balkanlar, Orta Asya ve Ortadoğu’da yaygınlaştırmasıydı. NATO, Varşova Paktı’nın ilgasıyla uluslararası güvenlik şemsiyesi dışında kalan ülkeleri giderek kendi şemsiyesi altında toplamaya başladı. Nitekim 4 Nisan 1949’da 12 ülke tarafından kurulan NATO, 2022’ye gelindiğinde üye sayısını 30’a çıkarmıştı. (İsveç ve Finlandiya’nın katılım süreciyle -henüz resmi olmasa da- bu sayı 32’ye çıkacak.)

Beklentiler NATO’nun genişlemeye devam edeceği yönünde. Ukrayna, Gürcistan, Moldova ve hatta Ermenistan ve Azerbaycan’ın NATO üyeliği gündeme sıklıkla gelmektedir. Öte yandan bir Kuzey Atlantik İttifakı olsa da NATO’nun ilerleyen yıllarda Güney Amerika ve Okyanusya’ya açılacağı da düşünülmektedir. Yeni Zelanda, Avustralya, Kolombiya gibi ülkelerin NATO’ya üyeliğinin şaşırtıcı olmayacağı sıklıkla dillendirilmektedir. Zaten Kolombiya on yıllardır adeta NATO’nun gayri resmi üyesi durumundadır. ABD hegemonyasının restorasyon sürecinde, en önemli aracın askeri güç ve en önemli kurumunda NATO olduğu rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. Önce askeri üsler ve ardından NATO üyeliği aracılığıyla ABD, hem Almanya önderliğindeki AB’yi, hem Rusya, Çin ve Japonya’yı NATO üzerinden çevreleme gayretindedir.

Uluslararası Hukuk Yerine Keyfiyet Hukuku Ya Da “Post Modern İmparatorluk” Düşleri

“Düşman tek bir politik rejim, kişi ya da bölge ve ideoloji değildir. Düşman politik olarak destek gören ve suçsuzlara yönelmiş terörizmdir”. ABD’nin yeni hegemonik restorasyon stratejisinde ihtiyaç duyduğu “yeni düşman” bu şekilde tanımlanmıştır. 11 Eylül 2001 yılında İkiz Kulelere yönelik uçaklı intihar saldırısı ise bu yeni doktrinin ve “düşman” tanımının meşrulaştırıcı gerekçesi olmuştur. ABD’nin tek başına süper güç olabilmek için ‘yeni düşmanlar’ yaratma ihtiyacı duyduğu bir süreçte tam da bu ihtiyacı karşılamaya hizmet eden bu saldırıyla ilgili -tıpkı Irak savaşında olduğu gibi- ciddi şüphe ve kaygılar yaygın biçimde dillendirilmiş ve hiç gündemden düşmemiştir.

Saldırıdan bir yıl sonra, 17 Eylül 2002’de kabul edilen ‘Ulusal Güvenlik Stratejisi’ ise bu “düşman” tanımı ekseninde uluslararası hukuku anlamsızlaştıran, ABD’ye uluslarüstü müdahale hakkı tanıyan bir anlayışı resmileştirmiştir. Artık terör örgütleri baş düşmandır ama yalnızca onlar değil aynı zamanda, terörün destekçisi “haydut devletler” ve teröre sessiz kalan “başarısız devletler” de aynı tehdit ve düşman tanımı kapsamındadır. Belge de daha da ileriye gidilerek “önleyici savaş” olarak tanımlanan bir anlayışla ABD’ye, daha tehdit tam şekillenmeden teröre karışı mücadele adına başka coğrafyalara askeri müdahale hakkı tanınmaktadır. Nitekim ABD, ‘önleyici savaş’ kavramını, Afganistan ve Irak işgali dâhil uluslararası pek çok operasyonda “meşrulaştırıcı” bir enstrüman olarak kullanmıştır. Bu uluslararası ilişkilerde geçmiş dönemde egemen olan Westfalyan uzlaşının açık bir ölüm ilanı ve ABD’nin “post modern imparatorluk” hayalinin açık bir deklarasyonudur.

(devam edecek)

Mahmut ÜSTÜN