6-7 Eylül Pogromu’nun 65. yıldönümünü hatırlarken, artık 6-7 Eylül’de yaşananları “olay” diye tanımlayan görüşü mahkûm etmenin zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir. Geçmişin binbir türlü haksızlıkları, adaletsizlikleri, en nihayetinde insanlık suçları ile yüzleşip hesaplaşırken, tüm bu adaletsizlikleri, insanlık suçlarını ifade eden bilimsel tanımlamaları kullanmaktan başlanabilir en azından. Bir hafta sonu iki futbol takımı arasında yaşanan kavgayı tanımlarken kullanılan “olay” terimi ile etnik bir gruba yönelik uygulanan kolektif şiddet anlamına gelen “pogrom” terimi arasında bir tercih yapmak, yüzleşmenin, hesaplaşmanın kaçınılmaz gereğidir. Şimdiye kadar “olay” terimini, öyle bildikleri için kullananlar, örneğin 6-7 Eylül’de yaşananların, iki mahalle gençlerinin oyun sahası kavgasını veya bir düğün esnasında damat ile gelin taraflarının takı anlaşmazlığından dolayı çıkardıkları kavgayı anlatan “olaylarla” bir farkının olduğunu düşünmemiş olduklarını kabul edelim. Öyleyse 1955’in 6-7 Eylül’ünde neler yaşanmış, onlara kısaca bir bakalım ve bu yaşananlara halen “olay” demeye devam etmekte ısrar edenlerin yüzleşmenin neresinde durduklarını görelim.
6-7 Eylül Pogromu’nun fitili, 6 Eylül 1955 saat 13.00’te devlet radyosunda, Mustafa Kemal’in Selanik’te bulunan evinin bombalandığı haberinin anonsu ile ateşlendi. Anadolu Ajansı muhabirinin “Bahçede bir iki dinamit lokumu patladı” şeklinde geçtiği haber, akşama doğru İstanbul Ekspres gazetesi ikinci özel baskısında manşetten “Atamızın Evi Bomba İle Hasara Uğradı” şeklinde piyasaya sürüldü. Kâğıt kıtlığının olduğu bir dönemde yaklaşık 20-30 bin tirajlı bu gazete o gün ek baskılarla 200 binden fazla baskı yapmıştı. Aslında daha bu haberler piyasaya sürülmeden bütün hazırlıklar yapılmıştı. Haftalar öncesinden İstanbul’da saldırıların gerçekleştirileceği mahallelerin muhtarlarından ev ve iş yeri adresleri istenmişti. Pogromun startının verilmesinin birkaç gün öncesinde gece bekçileri, ev veya iş yerlerinin duvarlarındaki numaraları tam net okunamayanlardan veya duvarlardaki numaralarını daha belirginleştirmeleri istenmişti. Saldırılacak ev ve iş yerlerinin bazıları haç figürleri, “GMR” (Gayri Müslüm Rum), “Türk değil” veya “Türk” gibi kısaltmalar ve notlarla işaretlenmişti.
Saldırılar kendi aralarında sürekli iletişim halinde örgütlü birlikler tarafından gerçekleştirildi. Bu birlikler 20-30 kişiden oluşan birliklerdi. Birliklerin içerisinde geniş kitleleri harekete geçirmek için ellerinde Türk bayrakları, M.Kemal ve C.Bayar resimleri taşıyanlar, “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” rozeti dağıtanlar, halka evlerine dükkânlarına Türk bayrağı astıranlar, mahallelerde, kahvelerde halkı Rum, Ermeni ve Yahudi düşmanı ırkçı ajitasyon eşliğinde saldırılara katılmaya çağıranlar birbirleriyle uyumlu hareket ediyorlardı. Özel olarak daha önceden hazırlanan listeler yardımıyla saldırılacak ev, okul, kilise, iş yerlerini, saldırı birliklerinin önderleri tespit etmekteydiler. Listelerin eksik kaldığı yerlerde, binalara daha önceden yapılan işaretlemeler devreye girmekteydi. Bunun dışında, semtlerin, mahallelerin gönüllü Müslüman sakinleri saldırı birliklerine saldırılacak hedeflerin belirlenmesinde sahada gönüllü olarak her türlü yardımı göstermekteydiler. Müslüman olmayan komşularının ev ve iş yerlerinin yerlerini “kutsal bir görevi yerine” getirmenin kendilerinde yarattığı vahşi bir manevi haz ile saldırganlara gösteriyorlardı. Tüm bu saldırıların, pogromun hedeflenen başarıya ulaşması, kısa bir zamanda azami zararın verilebilmesi için araç ve gerece de ihtiyaç vardı. Ve bu da detaylı bir şekilde düşünülmüş, hazırlıklar yapılmıştı. Taşlar, kürekler, testereler, baltalar, demir makasları, kaynak makineleri, demir çubuklar, kalın çıtalar kamyonlarla şehrin merkezi noktalarına nakledilmiş ve hazır hale getirilmişti. Aynı şekilde saldırı birliklerinin elemanlarının ulaşımı da bu kamyonlar, özel araçlar, otobüsler, vapurlar ve bazı durumlarda askeri araçlardan mevcut ulaşım ağı ile gerçekleştirilmiştir. 6-7 Eylül Pogromu’nda yaralananlarla ilgili verilen rakamlar 300 ile 600 kişidir. Öldürülenlerle ilgili rakam 11 ile 17 kişi arasında değişmektedir. Saldırganlar bazı Rum erkeklerini zorla sünnet ettiler. Bunların arasında bazı papazlar da vardır.
Cenazeler çıkarılarak bıçaklandı
Mezarlıklar, kiliseler, sinagoglar, okullar, dernek binaları, dükkânlar, restoranlar, mağazalar, atölyeler, evler saldırıların hedefi oldu. Dini mekânların, okulların içerisindeki eşyalar tahrip edildi. Dükkânların, mağazaların, restoranların içerisindeki eşyalar, beyaz eşyalar, elbiseler, kumaşlar, ayakkabılar kısaca binaların içerisinde ne varsa hepsi ya tahrip edildi ya da yağmalandı. Henüz yeni defnedilmiş cenazeler mezarlardan çıkarılarak cesetler bıçaklandı. Mezarlıklar tahrip edildi, mezarlardan iskeletler çıkarılarak etrafa saçıldı. Saldırılar sırasında saldırganlar yaygın bir şekilde kadınlara tecavüz etmişlerdir. Tecavüze uğrayan kadınların sayısı 200’den fazladır. Balıklı Hastanesi Başhekimi’nin ifadesine göre, sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür.
Resmi kaynaklara göre; saldırılar sırasında 4214 ev, 1004 iş yeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar vb. yerlerin bulunduğu 5317 tesis saldırıya uğramıştır. Saldırıya uğrayan iş yeri sayısı, bir Yunan kaynağına göre, 4228 ve Alman Dışişleri Bakanlığı Arşivi’ndeki belgelere göre ise 3900 olarak verilmektedir.
Türk ve Müslümanlar, haftalardır dağıtılan Türk bayraklarını zamanında asmadıklarında veya Kıbrıs’ın Türk olduğunu betimleyen haritaları saldırılar sırasında gösteremedikleri durumlarda saldırganların hedefi oldular. Saldırılara katılanların arasında toplumun her kesimden insanlar vardır. Saldırgan güruhun içinde erkekler, kadınlar, gençler, yaşlılar, işçiler, öğrenciler, taksi, tramvay ve otobüs şoförleri, seyyar satıcılar, hamallar, memurlar, tüccarlar, işsizler, emekliler vardır. Polislerin, “Bugün polis değiliz, Türküz” dedikleri bir ortamda gerçekleşmiştir bu saldırı ve yağma. İlginç olan bir nokta saldırganların arasındaki en başta “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” derneği, “Demokrat Parti” teşkilatı üyeleri ve “Milli Emniyet Hizmetleri” elemanlarının yanında sendikalı işçi sayısının hiç de azımsanamayacak bir oranda olmasıdır. Örneğin, saldırılar sırasında dağıtılan bayraklar “Tekstil Sanayii Sendikası” tarafından temin edilmiştir. Saldırganların saldırı noktalarına nakliyesindeki “Şoförler Cemiyeti” ve “Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası”nın rolü önemlidir.
Saldırılar sadece İstanbul’da ikamet eden saldırganlar tarafından gerçekleştirilmemiştir. Bu iş için Sivas, Trabzon, Kastamonu, Erzincan ve başka şehirlerden işçiler getirilmiştir. Hatta, 5 Eylül 1955 günü Eskişehir’den İstanbul’a getirilen işçilere polis eşlik etmiştir.
İçişleri Bakanı Namık Gedik, 6 Eylül’de pogrom sırasında İstanbul’dadır ve artan şiddet nedeniyle Vali Gökay’a ulaşmaya çalışan emniyet güçlerine “söz konusu olayların milli bir halk ayaklanması olduğunu” söyleyerek, müdahale etmemeleri için talimat vermiştir.
Resmi itiraflardan 2 örnek
Birinci örnek, Demokrat Parti’nin kurucularından olan ve 1957’de DP’den istifa eden Fuat Köprülü’nün bir söyleşide 6-7 Eylül ile ilgili söyledikleridir. Köprülü, aynen şunları demektedir: “Hadiseler Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir. Ata’nın Selanik’teki evini Menderes bombalatmıştır. Meselenin tahkik edilmesini, mesullerin bir an evvel meydana çıkarılmasını istedikçe Menderes’in işi kapatmaya çalıştığını gördüm.”
İkinci örnek; pogromun ardından yıllar geçtikten sonra askeri bir yetkilinin yaptığı itiraftır. Pogromun gerçekleştirildiği sırada Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan ve 1988-1990 arasında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği yapan, Özel Harp kökenli Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda, “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi” diyerek gururla itiraf etmektedir.
M.Kemal’in Selanik’teki doğduğu eve dinamit lokumlarını koyan kişi, Türk istihbaratı için çalışan ve Yunan vatandaşı olan Oktay Engin isimli Trakya Türk’üdür. Bu eylemden dolayı Yunanistan’da hapis yattıktan sonra Türkiye’ye geçen Oktay Engin, daha sonra Nevşehir valisi yapılarak ödüllendirilmiştir.
İzmir’deki saldırılar
M.Kemal’in Selanik’teki evine saldırı ile ilgili haberi İzmir’de “Gece Postası” gazetesi, “Madem Yunanlılar Türk Konsolosluğu’nu bombaladı, öyleyse onların bayrağı da artık Konak Meydanı’nda dalgalanmamalı” manşeti ile yayınladı 6 Eylül 1955 günü. İzmir’in çeşitli semtlerinde 20-30 kişilik gruplar bir araya gelerek saldırıları başlattılar. Fuar alanındaki Yunanistan reyonu ateşe verildi. Alsancak’ta bulunan Yunanistan Konsolosluğu ateşe verildi. 6 Yunan NATO subayının evlerine saldırıldı ve bazıları yaralandı. Alsancak, Bornova ve Buca semtlerinde Rumlara ait ev ve iş yerleri saldırı ve yağmaların hedefi oldu. Alsancak’taki Ortodoks Kilisesi yağmalanıp ateşe verildi. Toplam olarak İzmir’de 14 ev, 6 iş yeri, bir pansiyon, bir kilise, Yunan fuar pavyonu, Yunan Konsolosluğu binası ve İngiliz Kültür Enstitüsü’nün bulunduğu bina saldırıların hedefi olmuştur. 7 kişi ağır, 50 kişi ise hafif şekilde yaralanmıştır.
Binlercesi Türkiye’yi terk etti
6-7 Eylül Pogromu’nun ardından Türkiye’de yaşayan mağdur halklardan binlercesi Türkiye’yi terk etti. Saldırıların hemen ardından tutuklanan Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve gençlik örgütleri üyeleri “Ya bizi serbest bırakırsınız ya da biz bazı şeyleri ifşa ederiz” tehdidini savurunca bunlar serbest bırakılmış, onların yerine çoğu fişlenmiş, devletin komünist listelerinden bildiği 40 kişi düzmece iddialarla tutuklanmıştır. Öyle ki savcı elindeki hazır listelere göre hareket etmekteydi ve bu komünist listesinde de 6-7 Eylül 1955’ten önce ölmüş, hayatta olmayan 4 kişiye de dava açılmıştı. Davalar beraatla sonuçlandı ve tutukluların çoğu Aralık 1955’te serbest bırakıldı.
6-7 Eylül Pogromu hiç de öyle gökten düşer gibi, demokratik bir toplumun, düzenin hâkim olduğu bir ülkede, iklimde gerçekleşmiş bir pogrom değildir. Bu pogrom, Osmanlı İmparatorluğu ve onun ardılı olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin soykırımcı devlet geleneğinin bir ürünü, yeni bir halkası ve Türkleştirme politikasının ta kendisidir. Bu geleneğin insanlık suçları hanesi hayli kabarıktır. Bu suçlardan 1955 Pogromu’na kadarki insanlık suçlarından öne çıkanları hatırlayalım:
1894-96, Ermeni Katliamları. 1909, Kilikya (Adana) Katliamı. 1915, Ermeni, AsuriSüryani Soykırımı. 1919, Pontos Soykırımı. 1921, Koçgiri Katliamı. 1929, Ağrı Katliamı. 1934, Trakya Yahudi Pogromu. 1938, Dersim Soykırımı. 1942, Varlık Vergisi ve Aşkale sürgünleri, toplama kampları…
Ermeni, Asuri-Süryani ve Pontos halklarına karşı ilk başlarda dönemsel kitle katliamlarıyla başlatılan ve daha sonra soykırıma evrilen insanlık suçlarının baş sorumluları Osmanlı İmparatorluğu iktidarı ve ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Değişik milliyetlerden Müslüman halklar bu suça çoğu yerde katliam ve talanlara aktif bir şekilde katılarak ya da bu suçu engellemedikleri ölçüde suç ortaklığında bulunmuşlardı.
Bundan dolayı 1894-1923 yılları arasında Ermeni, Asuri-Süryani, Pontos halklarına karşı gerçekleştirilen pogromlar ve soykırım, 1934 yılında Yahudi halkına karşı gerçekleştirilen pogrom, 6-7 Eylül 1955 Pogromu fail halklar için bir utançtır. Yukarıda değinilen suç ortaklığından utanç duyulması ve tarihin bu utanç sayfası ile hesaplaşmak bir yükümlülük, yerine getirilmesi gereken bir insanlık ve demokrasi görevi olarak halen demokrasi ve insan hakları savunucusu güçlerin önünde durmaktadır.
Ermeni, Asuri-Süryani ve Pontos halklarının geniş kesimlerinin talebi olan ve uğrunda kuşaktan kuşağa mücadelesini verdikleri; soykırım suçunun tanınması, caniliğin mahkûm edilmesi, gasp ve talan edilen mülk ve varlıklarının iade edilmesi, soykırımdan doğan maddi ve manevi zararların telafi edilmesi ve tazminat ödenmesi, yurtlarından sürülmüş ve diasporada yaşamak zorunda bırakılmış bu halkların kendi yurtlarına geri dönmesi ve orada kendi geleceklerini hiçbir dış müdahale ve engel olmadan bizzat kendilerinin belirlemeleri gibi temel demokratik hak ve taleplerini desteklemek ve dayanışmak insan hakları savunucu devrimci ve demokratların görevidir. Bu görev; Abdülhamit, Jön-Türk ve Kemalistlerin uyguladığı caniliğin inkârını, çarpıtma ve soykırımı yok sayma ve kapsamını küçümseme politikasını açığa çıkartmayı ve teşhir etmeyi mecburi kılmaktadır. Soykırım suçunun hesabı verilmediği için devletin başına hangi iktidar geçerse geçsin adaletsizlikler devam etmiş, her dönem baskı ve ezme politikası olarak yeni soykırımlar, pogromlar ve katliamlar gerçekleştirilmiştir. Daha önce yaptığı insanlık suçlarının hesabını vermeyen ve bu suçlarına halk kitlelerini suç ortağı yapan iktidar Türk milliyetçiliği zehri ve Sünni İslam afyonu ile Kürt halkının üzerindeki baskıları, dönem dönem katliamları, Alevi katliamlarını, Anti-Semitizmi, Hristiyan düşmanlığını, Roman düşmanlığını ve linçleri, homofobiyi, kadın düşmanlığını, pedofil zihniyeti, rant motivasyonlu çevre ve tabiat düşmanlığını, yayılmacı işgal saldırılarını (Kıbrıs, Suriye, Libya) ve saldırı tehditlerini (Ermenistan, Yunanistan, Irak), devrimci-demokratik muhalefetin üzerindeki baskıları, cezaevi katliamlarını… ve daha nice başka haksızlıkları kolayca gerçekleştirebilmektedir.
6-7 Eylül 1955 Pogromu ile yüzleşirken, dönemin iç ve dış siyasetini de göz önünde bulundurmak, arka planını ortaya çıkarmak bugünün iç ve dış siyasetini anlamaya ve olası tehlikeleri görmeye faydalı olacaktır. Bu bağıntıda iki noktayı öne çıkarmak istiyoruz: Türk devleti bu pogrom ile Kıbrıs’ın paylaşımı ve yayılmacı emelleri konusunda elini güçlendirmeyi hedeflemekteydi. Nitekim pogromun hemen ardından binlerce Rum, Türkiye’yi terk etti. Ardından 1964 yılında İstanbul’daki Yunanistan vatandaşı Rumların apar topar sürgünü geldi. Ve Türk devleti nihayet 1974 yılına gelindiğinde Kıbrıs’ın kuzey kesiminin işgalini gerçekleştirdi. Geride kalan Rumlar ise Türk devletinin Yunanistan ve Kıbrıs’a karşı sürekli saldırgan politikaları için azınlık haline getirilen bir rehine konumuna getirilmiştir. Mallarını terk etmek zorunda bırakılmış, vakıf mallarının kullanımı kısıtlanmış, Ruhban Okulu kapatılmış, fiili olarak birçok saldırı ve tacize uğrayan ve nüfusu binin altına düşmüş bir rehine halk!
Türk devleti, 1955 yılında hem içeride ekonomik ve siyasi bir krizin içerisindeydi ve hem de dışarıda yayılmacı politikalarının planlarının köşe taşlarını döşüyordu. 6-7 Eylül Pogromu hem içerideki krizi yatıştırmak, krizin yönünü değiştirmek ve hem de dış politikadaki yayılmacı, işgalci hedefleri için alan kazanmak için uygun görülmüştü. 2020 yılının Eylül’ündeyiz ve Türk devleti içeride devasa ekonomik ve siyasi bir krizin içerisinde bulunmaktadır. Kıbrıs’ın kuzeyini halen işgal altında tutuyor. Suriye, Irak ve Libya’da fiili işgal ve işgal denemeleri yürütüyor. Kürt halkının bütün parçalardaki kazanımlarına karşı düşmanca saldırı ve imha operasyonlarını kesintisiz bir biçimde sürdürüyor. Ermenistan, Karabağ, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’a karşı savaş ve işgal tehditlerinin dozunu her geçen gün daha da sertleştiriyor. 1955 Türkiye’si ile 2020 yılının Türkiye’si arasındaki bu benzerlikleri görerek, devletin hem içeride Hristiyan halklara, Yahudilere, Kürtlere, Alevilere kısacası Türk ve Sünni görmediği halklara karşı olası yeni saldırılarına hazırlıklı olmayı ve hem de her türlü savaş ve işgal politikalarının karşısında durmayı gerekli kılmaktadır.
Kaynak: Yeni Yaşam
Yararlanılan Kaynaklar:
1) Dilek Güven, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında – 6-7 Eylül Olayları”, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2006.
2) “6-7 Eylül Olayları, Fotoğraflar-Belgeler. Fahri Çoker Arşivi” Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, Ağustos 2005
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024