Her davranışın bir sonucu, her sonucun bir sebebi ve bir anlamı vardır.
Sebepler sonucu etkiler, sonuçlar duyguları, duygular tutumları, tutumlar davranışları, davranışlar alışkanlıkları ve alışkanlıklar bir toplumun yaşam biçimini belirler.
Bezen etkilenir dönüşürüz bazen de etkiler dönüştürürüz. Etkileyip dönüştürdüklerimiz azınlıkta ise dönüşen biziz demektir. Bir insan düşünür, söyler; söyler, düşünür. Söz mü düşünceyi, düşünce mi sözü belirler?
Yoksa düşünce sözle, söz düşünceyle birlikte mi var olur? Yani düşünür söyleriz, söyler düşünürüz ve bu döngü hep sürüp gider mi?
Trenle ray gibi; ray olmadan tren gitmez, tren olmadan da ray paslanıp çürür gider.
Peki, insan her düşündüğünü söyleyebilir mi?
Düşündüğümüzü söyleyebiliyorsak özgürüz, gizliyorsak üzerimizde bir baskı mı var demek midir?
Acaba, kişiyi söyledikleri mi yoksa söylemek isteyip de söyleyemedikleri mi ele verir?
İnsan niye düşünür, niye söyler?
Neyi anlamak isteriz düşünceye ve söze yönelerek?
Acaba ulaşmak istediğimiz, kişinin duygusu mu?
Düşünce ve söz ne kadar anlatır kişinin duygusunu?
Duygu görünür mü, duyulur mu, sezinlenir mi?
Duygu görünür, duyulur olsaydı söz bu kadar baskın olmazdı diye düşünüyorum.
Demek oluyor ki bir insanın duygusunu sözlerinde/ söylediklerinde değil, davranışlarından anlayabiliriz.
Düşünceler dışsal, duygular içseldir.
Dışa yönelince insan, duygular ya köreliyor ya da bilinçli olarak gizleniyor; bedenin dili, sözcüklerin diliyle kuşatılıyor. Bu durumda ne çıkıyor ortaya? Yapay insan! Yani, düşünceleri duygularıyla örtüşmeyen insan. Düşünceleri duygularıyla örtüşmeyen insan maskeli insandır, bu yüzden insanlar birbirine bu kadar yabancı ve güvensiz, bu yüzden birbirinden korkuyor ve mesafeli duruyor. Mesafe açıldıkça iletişim kopuşu hızlanıyor ve yabancılaşma başlıyor. Yabancılaştıkça, ortak yaşantı alanları daralıyor ve duyguların örtüşmesi anlamına gelen duygudaşlık ya oluşamıyor ya da zayıf kalıyor.
Duygudaşlık yeterince gelişemeyince, empati dediğimiz, karşımızdakini anlama yeteneğimiz cılızlaşıyor ve “empatinin yitimi” süreci hızlanıyor.
Doğaldır ki empatinin yittiği sosyal bir zeminde duygudaşlık sadece sözden ibaret kalıyor.
Niye bu kadar çok çatışıyor, bu kadar çabuk sinirleniyoruz?
Niye uzlaşmak dururken ayrışıyoruz; dize getirmek-rest çekmek arasına sıkışıp kalıyoruz?
Niye ilişkiler düzleminde siyah ve beyaz alanlar bu kadar baskın, niye gri alanlar görünmeyecek kadar az?
Ne çok soru var cevabı beklenen, değil mi?
Soruların çokluğu, sorunların çokluğu anlamına gelmiyor mu?
Sebep-sonuç ilişkisi nasıl eğitildiğimizle ilgili değil mi?
Demek ki yaşam süreci içinde karşımıza çıkan ilk tünel eğitim tünelidir. Burada karşılaşacağımız ilk ciddi soru: “Nasıl eğitiliyoruz,” sorusu oluyor.
İşte, kitabın birinci bölümü, tam da bu nedenle eğitim odaklı sorunlarımıza yönelik yorum ve çözümlere ayrılmış bulunuyor.
Çözümü olan ama çözümsüz kılınan bunca sorunun varlığı; bir yandan içinde yaşadığımız toplumsal yapıdan, öte yandan bu toplumsal yapıya karşı olanların algı ve yorumlarının sorunlu oluşundan kaynaklanıyor.
Nasıl eğitildiğimiz, nasıl yönetildiğimizle; nasıl yönetildiğimiz ise nasıl bir sistemde/toplumda yaşadığımızla ilgili. Bu yüzden kitabın ikinci bölümü toplumsal siyasal olayların eğitimle ilişkisine ayrıldı. Böylelikle yaşam sürecinde bizi bekleyen ikinci önemli tünel, siyaset tünelidir.
Siyaset-eğitim ilişkisi ortadan kalkar ve toplumun bu iki önemli halkası birbirinden bağımsızmış gibi düşünülürse ne siyasetle ne de eğitimle ilgili sorunların doğru tahlili yapılabilir.
Toplumsal bağlamda hiçbir ilişki biçimi yoktur ki eğitim ve siyasetten bağımsız olsun.
Böyle düşündüğüm içindir ki kitabın adını “Eğitim Tüneli” değil “Yaşam Tüneli” koydum. Çünkü yaşam, eğitimi kapsar; ama eğitim, yaşamın tümünü kapsamaz.
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024