Yanlıştan dönmek mümkün mü?

Mülkiyeden hocam Ömer Madra “İnsanlığın Tarihinde Benzersiz Bir An İçinde” başlıklı yazısında, günümüzde yüz yüze kaldığımız çevre felaketlerinin sınırlı bir envanterini ortaya koyarken Naom Chomsky’’den alıntılara da yer vermiş.

Şöyle demiş Chomsky; 1945’te sadece nükleer çağa değil, jeologların Antroposen (İnsançağı) dedikleri yeni bir jeolojik çağa girdiğimizi bilmiyorduk: Antroposen, insan faaliyetinin, insan ve diğer canlıların ayakta kalabildiği çevre üzerinde pek fena ve zararlı etkilerde bulunduğu bir çağ. Ayrıca, şimdi altıncı yokoluş adı verilen döneme, türlerin hızlıca yok olduğu, yani 65 milyon yıl önce bir göktaşının, muazzam bir göktaşının Yeryüzüne çarpınca meydana gelen beşinci yokoluşla kıyaslanabilecek döneme girdiğimizi biliyoruz.

Ve bu çağın devlet ve şirket yöneticilerinin bir profilini de belirtmiş; Tıkabasa dolu ceplerine birkaç dolar daha tıkabilsinler diye öyle uzak olmayan bir gelecekte organize insan hayatının varlığını feda etmeye hazır olan insanlara dilde hangi kelime uygun düşer bilmiyorum – bunlara uygun bir kelime bulamıyorum daha doğrusu. ‘Habis’ kelimesi onları tanımlamaya yaklaşamaz bile.

Peki ama nasıl ve neden bu noktaya sürüklendik? Bu habisler yüzünden mi, yoksa bizler, hepimiz, her birimiz bu habis ruhları besleyen birer habis miyiz? Bu yıkımın ve yokoluşun önüne geçebilir miyiz, geçebileceksek ne yapabiliriz? İyiyi ve kötüyü bilme ağacından yediğimiz meyvenin bizi sürüklediği yanlıştan dönmemiz, tabiat ve tüm mahlukat üzerinde tanrılaşmak saikiyle yarattığımız yıkımı durdurmamız mümkün mü? Yoksa, inanç adına, ideoloji adına, din, Allah, millet ve milliyet adına tabiatı ve kendimizi tüketmeye devam mı edeceğiz? Şu ya da bu dünya anlayışını esas alan yol göstericiler, mehdiler, önderler, iktidarlar peşinde bile bile cehenneme sürüklenmeye razı mı olacağız?

Öncelikle şunu anlamamız gerek. İnsan ve diğer tüm mahlukatın yaşamına zarar veren ve geri dönüşü mümkün olmayan küresel problemler, ne sadece bilime karşı konumlanan dini inanışların, ne de kainatın külli algılanışı manasında her türlü sezgisel kavrayışı, şefkat, merhamet, sevgi gibi laboratuvar ortamında ölçümlenemeyen değerleri deney odasının kapısına terk eden mekanik Kartezyen bilim anlayışının sonucudur. Bu durum, konumu, tutumu ve inançları ne olursa olsun tek tek her birimizin sorumlu olduğu bir durumdur. Küresel felaket ortak suçumuz ve günahımızdır.

Çünkü, yüzyüze olduğumuz problemler külli problemlerdir. Birbirinden bağımsız çözüm bulunacak yalıtılmış durumlar değil. Hayvan ve bitki türlerinin tükenişini yoksulların borçlanmasından bağımsız, nüfusun dengesiz artışını yoksulluğun artmasından bağımsız, savaşların inanç ve ideolojik tutumlardan ve bu belirtilenler dahil daha bir çok temel etkenden bağımsız ve tüm bunları da insan olarak tabiata ve kainata karşı takındığımız tutumdan bağımsız düşünmek mümkün değildir.

Yaşadığımız felaket, tek tek fertlerin ve bu fertlerin oluşturduğu her düzeydeki kurum kuruluş cemaat ve topluluğun zaman aşımına uğramış, inançların, bakış açılarının, hasılı dünya görüşünün sonucudur. Bizim amentülere dönüştürdüğümüz bu çürümüş, bu doymak bilmeyen açgözlü, çirkin ve kötülük üretme dışında hiçbir hayatiyet taşımayan dünya görüşü ve her dinden inanç, felsefi ve bilimsel tutum bu felaketin yaratıcısı ve devam ettiricisidir.

Sorun ortada ve bu sorunları çözmede bize yardımcı olmasını umduğumuz bilim bize ihanet etti. Çünkü, o bilimin mimarları ve kaşifleri olarak biz, kendimize ve tabiata zaten ihanet içinde olarak onu yaratmıştık. Evreni basit bloklardan oluşan mekanik bir yapı, insan vücudunu parçalarına müdahale ile işleviyle oynanabilen bir makine, topluluk içinde yaşamın sürdürülmesini rekabete dayalı bir yok etme ve aşma mücadelesi olarak gören bir bilim ve dünya anlayışını biz yarattık. Ona biz iman ettik. Taştan, kilden, odundan yonttuğu putunu kan ter içinde sırtında taşıyan, yarattığı şeyin uğruna hayatını feda eden atalarımız gibi. Onlar kötü yola düşmüşlerdi ve biz onların yolunda kötülüğü ve yıkımı daha da büyüttük, daha da boğucu hale getirdik.

Tabiatın geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde istismar edilmesi ve sömürülmesini bir gereklilik olarak sunan mekanik Kartezyen dünya görüşümüz, batı toplumlarını şekillendirmiş, dünyanın geri kalan kültürleri medeniyetleri ve dinleri üzerinde de etkisini sürdürecek şekilde yayılmış, teknolojik gelişmeleri açlık, yoksulluk ve barbarlık ile taçlandırmış durumdadır. Bu bilimsel anlayışın, bu akılla donatılmış teknolojik dinin bize mirası, üzerinde varlık bulduğumuz bu küçücük mavi gezegeni yok edecek silah sistemleri, hayvan ve bitki türlerini barbarca yok eden mekanik, kimyasal ve biyolojik mühimmattır.

Ne yapılması lazım? Tüm ideoloji ve inançlardan, mevcut paradigmalardan muaf olarak içinde bulunduğumuz yıkımı yeniden düşünmemiz lazım. Einstein’in isabetle ifade ettiği gibi, dünün araçlarıyla bugünün problemlerine çözüm üretilemez. Öyleyse, problemlerimizin çözümünde yarar umduğumuz elimizdeki araçların hiç biri bir işe yaramıyor. Mevlana’nın dediği gibi, yeni kapıyı açıp gireceksek, üstümüzde başımızda içimizde dışımızda ne varsa kapının dışında bırakıp kapıdan içeri çıplak girmeliyiz. Adem’in iyilik ve kötülük ağacının meyvesini yemezden önceki haliyle yani; aklen vicdanen, ruhen ve bedenen ayıpsız ve masum olarak.

Worlwach Enstitute’den Lester Brown şöyle bir saptama yapar. “Varlığını sürdürebilen bir toplum, gelecek kuşakların beklentilerini eksiltmeden gereksinimlerini sağlayabilendir.” Hangimiz razıyız buna? Hangi devlet yöneticisi, hangi iman sahibi insan razı buna? Oysa, takipçileri, ruhanileri, mürşit ve müminleri tarafından içeriksiz birer aforizma çöplüğüne dönüştürülmeden önce tüm dinlerin özündeki ilahi mesajı aşağı yukarı bu değil miydi?

Yaşadıklarımıza bakınca bugün artık ne formel din anlayış ve öğretilerinin ne de Descartes ve Newton bağlamındaki mekanik bilim anlayışının ve bu anlayış çerçevesinde biçimlenen dünya görüşünün bizi daha fazla uzağa taşımasının mümkün olmadığını görebiliyor olmamız lazım. Günümüzde bilimsel gelişimin ulaştığı nokta, yeni bir bilimsel anlayışın, gerçeğin öncekinden tamamen farklı bir algılayış içinde kavramak durumunda olduğumuz gereğini ortaya koymaktadır. İş alanında, teknoloji ve sosyal yaşamda politikada eğitim sağlık ve günlük yaşamın diğer alanlarında yeni bir algılanış.

Çağımızın ahlaki, çevresel, ruhsal ve siyasal problemlerinin tek başlarına, diğer tüm problemlerden soyutlanmış olarak kavranıp çözülebilecek sorunlar olmadığını kavramamıza ihtiyaç var öncelikle. Zira soyutlamacı mekanik tahlil, aklın bir açmazı olarak problemlerin çözümüyle değil, problemlere getirmeye çalıştığı izah ve tanımlamalarla, işin özünün inkarı ile sonuçlanmaktadır. Bir şey hakkında edinebileceğiniz bilgi, o şeyin kendi bilgisi olmaktan ziyade sizin o şeye bakış ve yaklaşımınızın, taşımış olduğunuz kanaatlerin ve metodunuzun yönlendirdiği yanıltıcı bilgidir. Çünkü, baktığınız şey, kendi objektif konum ve bağlantılarındaki şey olmaktan çıkar, bakış açınıza bağlı olarak yeniden biçimlendirilen şey haline gelir. Bu da kendi halindeki şeyin sizin tarafınızdan inkar edilmesidir. İşte yeni bir anlayış içinde aşmamız gereken dehşet uçurum budur. Dünyanın tüm sorunları tek tek her bireyin sorunudur, çözüm de yol göstericilerle, ideolojik önderlerle, mehdi ve mürşitlerle değil bizim dönüşümümüzle başlar. Devrimle yani; kendimize karşı yapacağımız bir devrimle.

Biz insanlar, tabiatın ve evrenin dışında ve karşısında, çevrimsel süreçlerinden bağımsız birey veya topluluklar değiliz ve kainatın ezeli ve ebedi düzenine karşı bağımsız ya da muaf konumda da değiliz. Tabiat hiçbir noktada bize tabi değildir, biz tabiata tabiyiz ve açgözlülük içinde onun üzerinde hüküm icra etme taleplerimiz bizi yıkıma ve yok oluşa sürüklüyor. Oysa, tabiatın korunması kendimizin korunmasıdır. Bunu bir fikir, bir inanış bir teori değil de gerçeğin kendisi olarak yaşarsak başkaca bir değere, bir ahlaka, bir inanca ihtiyacımız olmadan tabiattaki doğal barışın bir parçası oluruz. Dolayısıyla, antroposen, insan merkezli her tutum kainatın düzeninin inkarıdır. Bilinmelidir ki, tabiata dair farkındalık ve duyarlılık sadece günümüz bilimsel bakışının ortaya koyduğu bir zorunluluk değil, aynı zamanda özü itibariyle dini ve ahlaki bir farkındalık meselesidir.

Demek ki, imkansız gibi görünse de hala bir şansımız var. Bunun için başlama noktası değerlerimizi ve düşünme biçimlerimizi, böyle yapmakla ödeyeceğimiz bedeli asla hesaplamaya kalkmadan, tümüyle ve kayıtsız şartsız yargılamak ve terk etmektir. İnsanın insana zulmünün, insanın tabiata zulmünün hesapçılığımızdan kaynaklandığını bilirsek bu felakete bir son vermenin bencil hesapçılığımızdan vazgeçmek ile başlayacağını da görürüz. Nasılsa tüm bunlardan vazgeçmek zorunda kalacağız. Ya mevcut yaşam anlayışımızı koruyarak, mevcut ilahların, önderlerin yol göstericilerin peşinden koşup yok olarak, ya da tüm bunlardan vazgeçip, yeniden var olmayı göze alarak. Tercihimiz yaşamaktan yana ise hemen ve şimdi değişmek zorundayız. Hemen ve şimdi eskinin yerine yeniyi koyma hesabı yapmadan eskiyi terk etmeliyiz. Doğru olan, yanlışı görüp terk etmektir, yanlışın yerine yeni bir şey koymak değil. Yanlışın terkinin kendisi yeni bir şeydir çünkü.

Ancak, yeni yeni biçimlenmekte olan bu yeni bakışın hayata geçirilmesine yetecek kadar yaşam şansımızın kaldığı fikrinde değilim.

Kaynak: Ceride-i Mülkiye

M. Şirin ÖZTÜRK
Latest posts by M. Şirin ÖZTÜRK (see all)