Devletle sermaye arasındaki ilişkiler, basit bir indirgemecilikle açıklanamayacak ölçüde kompleks, gelgitlerin yaşandığı, gri alanları içeren, ilkelerden ziyade güç mücadelesinin geçerli olduğu bir çerçevede yürütülür. Böyle nüanslı bir analizin gereğinden yola çıkmak, son tahlilde kapitalist üretim ilişkilerinin geçerliliğini sürdürdüğü bir burjuva devletiyle karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğini elbet değiştirmez. Ancak Türkiye siyasetinde belirleyici aktörlerin, CHP ve HDP dahil seçimler öncesinde TÜSİAD’da görücüye çıkma gereğini hissettiğini hatırlamak bile, zaten burjuva devleti zemininde bir tartışma yürüdüğünü hatırlamamıza yeter.
Konunu nereye geleceğini tahmin etmiş olmalısınız. AKP ile TÜSİAD arasındaki son gerginliği analiz ederken de yukarıdaki yapı temel alınabilir. İlk akla sanayici kimlikleri ağır basan Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gruplarının geldiği büyük sermayenin 70’li yılların başlarından beri TÜSİAD çatısı altında örgütlendiğini ve “hâkim sınıf” kimliği taşıdığını biliyoruz.
Önce ticaretle başlıyor, sonra ithal ikameci sanayileşmeye, 80’li yıllarla birlikte de ihracata yönelik ücretine ağırlık veriyorlar. Hep devletteki karar alma mekanizmalarını etkileyen başlıca güçler arasında yer alıyorlar. Siyasetten uzak görünmeye çalışsalar da, 12 Eylül’e uzanan süreçten bildiğimiz gibi, toplumsal gelişmenin kendi büyüme ve birikim hedeflerine ayak bağı olduğunu düşündükleri noktada siyasete ağırlıklarını koyabiliyorlar, gazete ilanlarıyla askeri darbeye davetiye çıkarıyorlar.
Ayrıca, çoğu Anadolu kökenli olsa da, İstanbul sermayesi diye adlandırılan ailelerin yaşam tarzı, düşünce kodları anlamında burjuva ideolojisini, kozmopolit Batı kültürünü benimsemekte zorluk çekmediklerini de biliyoruz.
80’LERDEN AKP DÖNEMİNE TÜSİAD
Hatırlanırsa 80’li yıllar Ali Koçman sözcülüğünde AB rotasına girmek, özelleştirme, piyasalaştırma sürecini hızlandırmak için TÜSİAD’ın sesinin en yükseldiği dönemdir. Koçman’ın “gusto” sahibi bir kimse olmasından hareketle “Türkiye’de gerçek burjuva var mı?” tartışması da bu sıralarda hararetlenir.
90’lı yıllarda Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) bir TÜSİAD üyesinin liderliğinde NATO’ya, AB sürecine, kapitalist küreselleşmeye tamamen entegre olması çağrısı yanında; Türkiye’deki etnik, mezhepsel kimlikleri görme vizyonuyla ortaya çıktı. YDH’nin yaşadığı acı seçim deneyimi net bir biçimde AB mecrasında ilerlemenin ancak Anadolu’dan, muhafazakâr kesimlerden kitlesel desteği bulunan bir özneyle mümkün olacağı mesajını verdi. Zaten zaman içinde YDH’yi oluşturan kadroların AKP iktidarının ideolojik, politik, fikri cephanesini sağlamakta ne denli önemli rol oynadıkları, muhafazakâr zihniyeti pazarlamakta bir nevi “PR elçisi” misyonu üstlendikleri görülecektir.
Sonraki dönemlerde 2007’de düğmesine basılan Ergenekon-Balyoz gibi operasyonları aynı isimler meşrulaştırma çabası içerisine girerken, TÜSİAD dahil sermayenin farklı kesimleri de bu süreçte hükümete destek verecektir. Bu operasyonların propaganda merkezi, bavul bavul sahte belge ikmali yapılan Taraf gazetesinde TÜSİAD’ın baş ekonomistinin köşe yazarlığı yapması da rastlantı sayılmamalıdır.
2001 krizi sonrası İsmail Cem – Mehmet Ali Bayar – Kemal Derviş gibi isimlerle yola koyulan Yeni Parti denemesinin mimarının da TÜSİAD olduğu söylenebilir. AKP’ye geniş kitlelerin desteğinin 2001 krizi sonrası uygulanan IMF-DB kaynaklı yapısal uyum politikalarının yarattığı yaygın işsizlik ve yoksulluğa tepki üzerinden yükseldiğini biliyoruz. Gelgelelim AKP sözcülerinin her fırsatta “IMF programından sapmayacaklarını” vurgulamaları bile o dönemde TÜSİAD’ın gönlünü çalmalarına yeter.
AKP’Lİ YILLAR
2003-2007 aralığında Erdoğan’ın “çıraklık” dönemi AKP’nin rüştünü ispat çabaları içerisinde geçer. Bu yıllarda TÜSİAD’ın yaygın kullanılan deyimle hükümete “ayar verme” rolünü üstlendiğine tanık oluruz. Çok tartışılan “Zina Yasası”nın geri çekilmesinde, fikir özgürlüğünün önündeki önemli bir engel 301’inci maddenin kaldırılmasında TÜSİAD’ın rol oynadığını biliyoruz.
RTE’nin 2007 seçim zaferi sonrası dizginleri iyice ele geçirdiğini, Anadolu kökenli ama muhafazakâr kesimden gelmeyen Zorlu, Ciner, Doğuş grubu benzeri TÜSİAD üyelerinin de AKP’nin dümen suyuna girdiğini görüyoruz.
Zaman zaman eğitimdeki 4+4+4 projesinde olduğu gibi TÜSİAD’ın sert çıkışları görülse de artık etki güçleri sınırlanmış, hegemonya Erdoğan’ın eline geçmiştir. Ekonominin dümeninde küresel sermayenin nabzını iyi tutan Ali Babacan’ın bulunması, ekonomide “sermayenin genel çıkarlarının gözetilmesi” konusunda kusur edilmemesi de TÜSiAD’ın muhafazakârlaşma gündemine fazla ses çıkarmamasını getiriyordu. Bu arada TÜPRAŞ’ın Koç-Shell ortaklığına satılması, enerji ihalelerinden birçok TÜSİAD üyesinin pay alması gibi özelleştirmeler de, çelişkileri fazla öne çıkarmayalım refleksine zemin hazırlıyordu.
ÖZİLHAN VE KASLOWSKİ’NİN ÇIKIŞLARI
Gelelim 15 Mayıs günü TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Kurulu toplantısı sonrası alevlenen tartışmalara… Hatırlayalım, Tuncay Özilhan’ın söylediklerini : “…rotadan şaşmamak için kullanacağımız üç çıpa var; ekonomide liberal piyasa düzeni, kural temelli sistemle olan ittifak, ülke içinde de demokrasi ve hukukun üstünlüğü…” TÜSİAD Başkanı Simon Kaslowski de “Serbest piyasa ekonomisinden vazgeçildiği veya yeni bir model arayışı içinde olunduğu yönünde izlenimlere izin vermemeliyiz” dedi.
Ardından RTE’nin Özilhan’a hitaben şaşırtmayan tehditleri geldi: “Buram buram demokrasi hazımsızlığı ve istatistik cinliği yapan konuşmasını üzüntüyle izledim. Dışarıdan vuran vuruyor ama içeriden vuranlara günü geldiğinde hesabını sormasını bilirim!”
Bu sözlerin meali şu olmalı: Trump’a, büyük oyunculara gücüm yetmiyor, ama bilin ki size yeter! Zaten 23 Haziran’a ilişkin “bu bir yerel seçim” vurgusu da “Ben daha buradayım ayağınızı denk alın!” tınısını taşıyor.
Peki bu tartışmayı nasıl okumalı? 12 Eylül, 28 Şubat, Ergenekon-Balyoz operasyonları, Fettullah Gülen’in paralel bir devlet kurup kurmadığı tartışmaları akla gelince TÜSİAD’ın demokrasi “hassasiyetleri” yönünden pek de temiz bir sicili bulunmadığı söylenebilir. Zaten Şili’den başlayarak dünyadaki neoliberalizm uygulamaları büyük sermayenin derdinin demokrasi, özgürlükler değil, piyasa düzeni olduğunu gösteriyor. Friedrick Von Hayek’in, “Kişisel olarak ben liberal bir diktatörü, liberalizm yoksunu demokratik bir hükümete tercih ederim” sözleri bile neoliberalizmin gerçek maksadının piyasa egemenliğinin tesisi olduğunun kanıtı sayılabilir… Zaten TÜSİAD sözcülerinin asıl vurgularının piyasa ekonomisinin zedelenmesine ilişkin olduğu dikkat çekiyor.
NASIL OKUMALI?
Öyleyse Özilhan’ın ve Kaslowski’nin sözleri neden önemli? Çünkü büyük burjuvazi açısından da rejimin kapitalist akıldan kopup irrasyonel bir noktaya gittiğini görüyorlar. Öncelikle kapitalizm iş bölümüne dayanır; bu ilkeyi hiçe sayan, tüm yetkileri başkanda toplayan, bütün kurumları ona bağlayan bir model Türkiye kapitalizminin bugünkü beklentilerine cevap veremez. Bırakın o sıfatı taşıyanın “damat” olması, “Hazine ve Maliye Bakanı” unvanı bile, ekonominin iki temel işlevinin tek kişide toplanması anlamında mantık dışıdır.
Eğitim sisteminin geldiği son durum, müfredatın hurafelerle doldurulması, sarıklı-cüppelilerin eğitimci sıfatıyla sınıflara sokulması, en son değişiklikle din dersinin zorunlu matematiğin ise seçmeli olması da küresel kapitalizme eklemlenme çabası içerisinde teknolojik gelişmeye ayak uyduran bir işgücüne gereksinim duyan TÜSİAD açısından kabul edilemez.
Liyakatin esamisinin bile okunmaması, iş insanlarının özellikle bürokraside işinin ehli muhataplar bulamamasını getiriyor ki, bu da sorunların çözümünü bekleyen büyük sermayenin işini zorlaştırıyor. Nitelikli beyin göçü de “nitelikli insan kaynağı” açısından kaygılarını artırıyor.
TÜSİAD çevrelerini asıl endişelendiren, “dijitalleşmeden” söz ederken ülkenin küresel sermaye nezdinde kendi oylarını bile saymaktan aciz, burjuva düzeninin ilk koşulu sandık iradesine dahi saygı göstermeyen bir noktaya sürüklenmesidir. Bu da uluslararası sermayenin Türkiye’den ayağını çekmesi, kendileriyle işbirliğine bile yanaşmaması, ekonominin giderek küresel tedarik zincirlerinden kopması tehditlerini beraberinde getiriyor.
Yandaş medya organlarıyla TÜSİAD’çılara vergi müfettişlerinin hatırlatılması ise, “Sizi de Aydın Doğan’ın akıbeti bekliyor” tehdidini içeriyor. Elbet onlar da böyle tehlikelerin varlığını bilerek 15 Mayıs çıkışını göze almışlardır. Zaten kendisi de bir iş insanı olan Ekrem İmamoğlu’nun kişiliğinde geleceğin liderini görmeleri mi, yoksa ABD-AB nezdinde Erdoğan rejiminin geleceği olmadığı mesajını almaları mı onlara bu cesareti vermiştir, bilmek zor. Ekonominin dibe doğru battığını fark etmek, servetlerinin göz göre göre erimesine tanıklık etmek de cesaretlerini artırmış olabilir.
Özetle, “işçisi, emekçisi, memuru, işadamı, esnafı, köylüsü…” diye giden bir söylemle büyük sermayeyi halk saflarında tanımlayarak, demokrasi cephesinin ana unsurlarından biri kabul etmek fazla iyimserliktir. Ancak ülkenin bu hale gelmesinde büyük vebali bulunsa da TÜSİAD’ın uyarıları, İslami otoriter rejimin giderek sermayenin de kabullenemeyeceği akıldan uzak; kurum, kural ve hukukun geçerli olmadığı bir felakete doğru sürüklendiğinin altını çizmek açısından çok önemlidir.
- TÜİK’in verileri pazara uymuyor - 4 Nisan 2023
- Emeğin değeri eriyor - 25 Aralık 2022
- Emek egemen ekonomi - 11 Aralık 2022