Kırdan kente göç, belli bir zamanda ve mekânda egemen olan üretim tarzının bir sonucu olarak nüfusun; ekonomik ve toplumsal olarak dezavantajlı hale gelen kırsal mekânsal ölçeği terk ederek avantajlı konuma yükselen kentsel mekânsal ölçeğe doğru hareket etmesidir. Kırdan kente göçün tarihi, kentin ortaya çıkışı kadar eskidir. Sümer’den Antik Yunan’a pek çok uygarlıkta köyden farklılaşmış, görece gelişmiş merkezler ortaya çıkmış; buralarda köy kültürünün alışılagelmiş bakış açısından ayrışmış, daha bağımsız ve özgün bir anlayış yerleşmeye başlamıştır.[1] Ortaçağ’da, 11. yüzyıldan itibaren, derebeylik düzeninden kaçıp kendilerine sınırlı da olsa bir serbestlik alanı arayanlar, kent çeperlerinden kent ve kasaba merkezlerine doğru hareket etmiş, buralarda yeni yeni oluşan ticaret merkezlerinde tutunmaya çalışmışlardır.[2] Belli bir süre zarfında kentte yaşamak, özgür kabul edilmenin ya da kölelikten kurtulmanın doğrudan bir yolu olarak tanımlanmıştı. Öyle ki, Ortaçağ kentinde özgürlük, yurttaşlığın ayrılmaz bir parçasıydı. Dolayısıyla serfler feodalizmin kırdaki hegemonyasından kurtulup kentlere geldiklerinde hem kişi özgürlüğüne hem de toprak mülkiyetine erişebildiler.[3]
Her üretim tarzı gibi 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın kapitalizme geçiş süreci de özel bir nüfus rejimini beraberinde getirmiştir.
K.Marx’ın Kapital’de ayrıntılı bir şekilde yer verdiği bu süreçte sistemin tarım işçisine yönelik talebi mutlak olarak azalmış, tarımda işsizlik artmıştır. Bunun neticesinde kırsal nüfusun bir kısmı tarım dışı alanlarda çalışmak üzere şehirlere doğru akmaya başlamış ve zamanla kent proletaryasına dönüşmüştür. Tarımsal işgücüne yeniden talep oluşmadığı için kırdan kente doğru akış sürekli hale gelmiş ve bu da kentteki istihdam ve yaşam koşullarını, çalışma saatlerini ve ücretleri işçi aleyhine yeniden şekillendirmiştir.[4] Örneğin 18. yüzyıl başında İngiltere’de imalat sektörünün gelişmesiyle birlikte İrlanda’dan göç eden kırsal nüfus kentlerin toplam nüfusunu ciddi oranda yükseltmiş; işçi nüfusu kentlerin toplam nüfusunun en az dörtte üçü haline gelmiştir.[5]
Kırdan kente göçü kitlesel hale getiren dinamiklerden birisi, kapitalizmin gelişmesiyle beraber kentlerde emek gücüne daha fazla ihtiyaç duyulması ise; bir diğer dinamik tarımdaki mülksüzleşmedir. Küçük köylülük, sahip olduğu topraklar çeşitli nedenlerle parçalandıkça ve küçüldükçe bunları daha büyük toprak sahiplerine satma ve tarım işçisine dönüşme eğilimindedir. Tarımın ticarileşmesine öncülük eden büyük toprak sahipleri açısından mülksüzleşen bu kesim ilk etapta ucuz emek gücü olarak önemli bir üretim faktörüyken, tarımda makineleşmeye geçilmesiyle atıl hale gelmiştir.[6] Tarımsal üretimin gittikçe daha fazla makineye dayanması, kırdan kente göçü ivmelendirmiştir.
Kırdan kente göçün yoğunluğu ve hızı kapitalizmin gelişmesiyle yakından ilişkili olduğuna göre, her ülke kapitalist gelişmişlik düzeyine göre bu süreci farklı dönemlerde ve farklı biçimlerde deneyimlemiştir. Başta Avrupa’nın çok sayıda fabrikaya sahip büyük sanayi kentleri olmak üzere pek çok merkez bu süreçte göçlerle hızla büyümüş ve gelişmiştir. Küresel kapitalizme daha sonradan eklemlenmeye çalışan ülkelerde kırın daha geç çözüldüğü, bazılarında ise kırdan kente nüfus mobilizasyonunun devam ettiği söylenebilir. Ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayalı olan Osmanlı İmparatorluğu, küresel kapitalizme ancak tarımsal ürün ihracatıyla eklemlenebilmiştir. 19. yüzyıl başından Cumhuriyet’e geçildikten sonra 1950’lere kadar nüfusunun %75-80’i kırsal alanlarda yaşamış, dolayısıyla kır nüfusunun kent nüfusuyla eşitlenmesi ancak 1985’te mümkün olabilmiştir.[7] Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aktarılan bu örüntüyü daha iyi anlayabilmek için öncelikle Osmanlı kentlerine daha yakından bakmak gerekir.
1453’ten itibaren İstanbul’un Müslümanlaştırılması ve Bizans’ın kaybolan nitelikli emek gücünün telafi edilmesi amacıyla Osmanlı topraklarının farklı yerlerinden yeni imparatorluk merkezine çok sayıda kişi yerleştirilmiş, ilerleyen yüzyılda bu göçler kişilerin kendi istekleriyle sürmüştür. Göçün artmasının önüne geçemeyen Osmanlı yönetimi 18. yüzyıla gelindiğinde çözümü, İstanbul’a giden yolları kapatmakta bulmuştu.[8] Anadolu kentlerine bakıldığında ise, kervan geçiş yolları üstünde bulunan bazı yerleşimlerin canlı kalması amacıyla buralara göç edeceklere devlet tarafından sunulan vergi muafiyeti uygulamaları dışında dikkate değer yönlendirmelerin olmadığı;[9] aksine, genel bir prensip olarak köylünün toprağını bırakmamasının teşvik edildiği görülmektedir. Köyden kente göç eden kişinin kentte kalabilmesi için lehine tanıklık yapacak iki Müslüman bulması istenebildiği gibi yerleştiği kentte yaşayan topluluğa tahakkuk eden vergiye katkıda bulunarak da yerini sağlamlaştırması mümkündü.[10]
Peki, ticari kapitalizmin belirgin hale geldiği 19. yüzyıldan önceki dönemde Osmanlı köylüsü kırdan kente neden göçmek istemişti? Bunun en önemli nedeni şüphesiz eşkıya saldırılarına ve vergi toplamak için sık sık köyleri ziyaret eden vergi tahsildarlarının denetimine daha açık olan kıra kıyasla, kentin daha güvenli ve korunaklı bulunmasıydı. İkinci önemli sebep, pek çok dönemde olduğu gibi iş arayışıydı. Bu uğurda göçmenler 16. ve 17. yüzyıllarda uzun ve meşakkatli yolculuklarla İstanbul, İzmir, Varna, Filibe, Edirne, Bursa, Ankara, Kayseri vb. kentlere ulaşmaya çalışıyor, pek çok göçmen kentlerde hizmetçilik, seyyar satıcılık, inşaat işçiliği gibi vasıfsız işlere yöneliyordu.[11]
19.yüzyılda Osmanlı’da imalatın önem kazanmasıyla birlikte İstanbul’a Balkanlar’dan göçler başladı ve kısa sürede emek arzındaki yükseliş ücretlerin düşmesine neden oldu.[12] İstanbul haricinde Mısır da imalatla birlikte kalabalıklaşan yerlerden biridir. Ancak Osmanlı’da mobilizasyonun daha belirleyici olan dinamiği ticaretti. Kasaba ve köylerde oturan pek çok insan için ticaret limanlarının bulunduğu kentler, 18. yüzyıldan itibaren cazibe merkezleri haline geldi. Bu kentleşme süreci Beyrut, İskenderiye ya da Selanik gibi tarihsel öneme sahip limanların konumunu güçlendirirken Trabzon gibi bir zamanlar Ortaçağ kasabası görünümüne sahip mekanları da hızla dönüştürdü.[13] Bu kentlerde, Avrupalılarla daha kolay iletişim kurabilen, ticarete daha yatkın Hıristiyan ve Yahudi nüfusun çoğunluk olduğunu söylemek gerekir. İzmir ve Beyrut gibi başlangıçtan itibaren Hıristiyan nüfusun önemli oranda yerleşik olduğu liman kentleri olduğu gibi Selanik gibi, gelen göçlerle birlikte nüfus kompozisyonu Müslümanlar aleyhine değişen liman kentleri de vardır.[14]
Liman kentlerinin stratejik önemi, 19. yüzyıl boyunca taşrayı merkezlere bağlamak için büyük oranda yabancı yatırımlarla kurulmuş demiryolu ağlarından bağımsız düşünülemez. Bu ağlar, Cumhuriyet döneminde genişleyecek, 10. Yıl Marşı’nın dizelerinde bile yer alacaktı. Hem hammadde transferini hem de insan mobilitesini mümkün kılan demiryolları, kır ile kent arasındaki iletişim açısından İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçişi sembolize eder. Ancak kırdan kente göçü gerçek anlamda temsil edecek olan ağlar, demiryolları değil karayolları; göçün vasıtaları trenler değil traktörler ve otomobiller olacaktı.
Erken Cumhuriyet döneminde; savaşlar, tehcir ve mübadele nedeniyle nüfusunun azımsanmayacak bir kısmını kaybeden Türkiye’nin, bir yandan tarımsal üretimini ve ticaretini artırması diğer yandan sanayileşme adımları atması gerekiyordu. Az da olsa kurulan sanayi kuruluşlarının çevresine göçlerle gelip işçileşen bir nüfusun varlığından söz edilebilse de 1950’lere kadar devletin başlıca nüfus politikası, köylüyü köyünde tutmayı ve tarımsal üretimi arttırmayı hedefliyordu.[15] Öşürün kaldırılması, toprakta özel mülkiyeti kolaylaştıracak hukuki düzenlemeler, tarımsal krediler ve tarımda makineleşmeye dönük teşvikler, Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi eğitim kurumlarının kurulması, köylünün kırdan kente göçünü sınırlamayı amaçlar. Köylüyü köyde tutmanın nedenlerinden biri tarımsal üretime duyulan ihtiyaç olsa da bir diğer nedeni, kente göçün, yozlaşmayla eşdeğer görülen kentleşmeye, işçileşmeye ve “sınıflı bir topluma” neden olacağına dönük endişedir. Bu nedenle, köylüyü “milletin efendisi” olarak taltif etmek 1950’lere kadar daha risksiz görülmüştür.[16]
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni dünya düzeninde Türkiye, gelişmiş sanayi ülkelerinin hem tahıl ambarı hem de pazarı olarak konumlandırıldığından; tarımın makineleşmesi Türkiye’nin ihracata dönük üretimi için bir ihtiyaç olmanın yanı sıra Batılı devletlerin kendi üretimlerini artırmak için de teşvik ettiği bir gelişmedir. Marshall Planı çerçevesinde bu dönemde traktör, pulluk gibi tarımsal makinelerin sayısının hızla artması, tarımda verimlilik artışına ve kırda emek talebinin düşmesine neden oldu. Diğer yandan makineleşme kentleri de olumlu yönde etkiledi. Kent ekonomilerinin gelişmeye başlamasıyla buralarda iş olanakları artış gösterdi. Böylelikle kırdaki istihdam fazlası nüfus, on yıllar boyunca süren, pek çok sosyo-ekonomik ve kültürel etki yaratan yoğun bir göçe başlamıştır.[17] 1950’de nüfusun %19’u kentsel alanlarda yaşarken 1970’te bu oran %36’ya yükselmiştir.[18]
Her ne kadar Türkiye’nin başkenti Cumhuriyet’le birlikte İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış olsa da göçler büyük oranda “taşı toprağı altın” İstanbul’a yönelmiştir; ancak kent, bu beklenmedik misafirlere hazırlıklı olmadığından göçmenler, barınmadan entegrasyona tüm sorunlarını kendi başlarına çözmek zorunda kalmışlardır. Gecekondulaşma, kırdan kente plansız göç sürecinin en görünür sonucu olmuş, kent çeperleri ilerleyen on yıllarda daha da genişlemiştir. 1955’te Türkiye’de gecekonduda oturan nüfusun payı %4,7 iken bu oran 1960’ta %16,4; 1965’te %22,9; 1970’te %23,6; 1980’de %26,1; 1990’da %33,9 olarak kaydedilmiştir.[19] Bu konutlar seçim dönemlerinin popülist politikalarıyla zamanla legal hale gelmiş ve tapulandırılmıştır.[20]
1960’ların sonlarından başlayıp 1980’lerin başına dek kırdan kente süren göçlere bakıldığında, bunların artık kırdaki çözülmeden ziyade kentteki fırsatların çekiciliğiyle ilişkili olduğu söylenebilir. Diğer yandan 1960-1980 arası uygulanan ithal ikameci sanayileşme modelinin ihtiyaç duyduğu emek gücü, kırdan kente göçleri tüm entegrasyon sorunlarına rağmen meşrulaştırıyordu. Göçmenler meydana getirdikleri çeper mahallelerde, yükselmekte olan sol ideolojilerin ve ona karşı gelişen sağ ideolojilerin örgütlendiği odaklar ya da “oy depoları” haline gelirken bir yandan da “ne kente ne de kıra ait” diyebileceğimiz, bir tür arada kalmışlığa tekabül eden yeni bir alt kültür inşa ettiler. Bu alt kültür, kentteki eşitsizliklere katlanmayı mümkün kılan dayanışmacı “yerel” ilişkilerin yeniden üretildiği ağlardan beslenmiştir.[21] Diğer bir deyişle kıra özgü olduğu düşünülen ilişkilerin kente taşındığı ve bunların yalnızca sosyal yardımlaşma amacıyla değil ekonomik bir ayakta kalma stratejisi bağlamında işletildiği söylenebilir.
1980 sonrası neoliberal dönemde, devlet pek çok sektörden elini çektiği gibi tarım alanından da elini çekmiş, devletin destek fiyatlarının ve sübvansiyonlarının olmadığı koşullarda Türkiye tarımı daha kırılgan hale gelmiştir. Tarımın pazar koşullarına karşı savunmasızca savruluşu kırın çözülmesini hızlandırmıştır. Bu süreçte geleneksel büyük kentlerin yanı sıra “Anadolu Kaplanları” olarak tanımlanan Kayseri, Konya, Maraş, Antep, Denizli gibi şehirlere doğru da kırdan göçlerin gerçekleştiği anlaşılmaktadır. 1990’ların ortalarına gelindiğinde artık ülke nüfusunun %60’ının kentlerde yaşadığı söylenebilir. Türkiye Devleti ile PKK arasında süren çatışmalar, OHAL ve köy boşaltmalara bağlı olarak 1990’larda kent merkezlerine göçler devam etmiştir.[22] Kısacası kent nüfusu oransal olarak artmayı, kır nüfusu ise azalmayı sürdürmüştür.
Ancak bugün içinde yaşadığımız dünyada, kentsel ve kırsal ölçekler geçişli ve belirsizdir. Sosyal bilimciler tarafından bu kategoriler arasındaki ikilik uzun süredir işlevsiz görüldüğü gibi “gelişmemiş” kır karşısında “gelişmiş” kent varsayımı, başta gıda krizi olmak üzere gezegeni gittikçe daha fazla etkileyen ekolojik krize çözüm üretememektedir. Diğer yandan, kentleri cazip kılan pek çok fırsat, gelişen teknoloji ve iletişim/ulaşım olanakları sayesinde kırda da mümkün hale gelmiştir. Kentlerdeki istihdam yapısının gittikçe daha güvencesiz olması, ücretlerdeki düşüş, kent yaşamının getirdiği diğer zorluklar, artık kentleri cazibe merkezleri olmaktan uzaklaştırmaktadır.[23] Örneğin TÜİK verilerine göre İstanbul, tarihinde ilk kez 2015-2016 arasında aldığı göçten daha fazla göç vermiştir.[24] Bu trend sonraki yıllarda da sürmüştür.[25] Özellikle ülkenin batı ve güney bölgelerinde “tersine göç” denebilecek yeni bir eğilim belirginleşmektedir. Kentlerin nüfusu doğumlara bağlı olarak artmayı sürdürse de kentlerin eskisi kadar rağbet görmemesi, sanayi devriminden bu yana hakim olan mekânsal yoğunlaşmanın radikal biçimde kopmakta olduğuna işaret etmektedir.
Kaynak: 50 Soruda Türkiye’nin Göç Politikaları, Altınbaş Üniversitesi Yayınları
ISBN: 978-625-8174-01-4E-ISBN: 978-625-8174-02-
1Basım Sayısı:
1. Basım, Ağustos 2022
[1] Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent: Kökenleri, Geçirdiği Dönüşümler ve Geleceği, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2007, s. 48.
[2] Henri Pirenne, Ortaçağ Kentleri, İstanbul, İletişim Yayınları, 1994, s. 114. 3 A.g.e. s. 142-143.
[3] A.g.e., s. 142-143. A.g.e., s. 142-143.
[4] Karl Marx, Kapital I, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, İstanbul, Yordam Kitap, 2011, s. 620-621.
[5] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, İstanbul, Sosyalist Yayınları, 1994, s. 70
[6] Petr Ivanovich Nikitin, Ekonomi Politik, Ankara, Sol Yayınları, 1995, s. 109-110.
[7] Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2014, s. 321-322
[8] Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 327-328.
[9] A.g.e., s. 328-329
[10] A.g.e., s. 331.
[11] A.g.e., s. 340-345
[12] Donald Quataert, Sanayi Devrimi Çağında İmalat Sektörü, İstanbul, İletişim, 1994, s. 100- 101.
[13] A. Üner Turgay, “Trabzon”, Çağlar Keyder, Y. Eyüp Özveren ve Donald Quataert (der.), Doğu Akdeniz’de Liman Kentleri 1800-1914, çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994, s. 69
[14] Çağlar Keyder et. al., “Osmanlı İmparatorluğu’nda Liman Kentleri: Bazı Kuramsal ve Tarihsel Perspektifler”, Çağlar Keyder, Y. Eyüp Özveren ve Donald Quataert (der.), Doğu Akdeniz’de Liman Kentleri 1800-1914, çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994, s. 139
[15] Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İstanbul, İletişim, 2006, s. 64-77.
[16] İlhan Tekeli ve Selim İlkin, “Devletçilik Dönemi Tarım Politikaları (Modernleşme Çabaları)”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 1999, s. 43
[17] Bkz. Sinan Yıldırmaz, Türkiye’de Köylülüğün Sosyal Tarihi (1945-1960), İstanbul, İletişim, 2021
[18] Ahmet İçduygu ve İbrahim Sirkeci, “Cumhuriyet Dönemi Türkiyesi’nde Göç Hareketleri”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 1999, s. 250-252.
[19] Ruşen Keleş, Kentleşme Politikası, Ankara, İmge, 1993, s. 383
[20] Bkz. Kemal Karpat, The Gecekondu: Rural Migration and Urbanization, New York, Cambridge University Press, 2009.
[21] Sema Erder, Kentsel Gerilim, Ankara, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları, 1997, s. 38-39.
[22] Bu gelişmeler, “zorunlu göç” başlığı altında ayrıca incelenmektedir.
[23] Çağlar Keyder ve Zafer Yenal, Bildiğimiz Tarımın Sonu: Küresel İktidar ve Köylülük, İstanbul, İletişim, 2013, s. 180.
[24] 2015-2016 yılları arasında İstanbul’a 369.582 kişi göç ederken, 440.889 kişi şehri terk etti. “İstanbul Tarihinde Bir İlk! Göç Verdi”, Hürriyet, 2 Kasım 2017.
[25] 2018’de İstanbul’dan net göç 210 bin ile rekor düzeye çıkmıştır. “Köyümüze Dönüyoruz”, Habertürk, 13 Mart 2019
- Dünyada ve Türkiye’de Kırdan Kente Göç Süreci Nasıl Yaşanmıştır? - 28 Eylül 2022