Türkiye’de “Beyaz Hayatlar”ın bedeli

“Tek arzumu doğru bir şekilde görebilmek için varoluşu ortaya koymak benim biricik amacımdır.”

— Ludwig Feuerbach

Çimenlerde koşardı tüm çocuklar gibi..
Dizleri yaralanır, ama koşmaya ve saklambaç oynamaya devam ederdi.
Nereden bilebilirdi ileride portakal bahçelerinden bahsetmenin fiyakalı bir şey olacağını…
Şu zamanda portakal bahçelerine tur gezisiyle katılmanın aslında dram olduğunu anlayabilir mi bir beyaz?

O anlamış mıdır peki?

İyi okullarda okudu.
Sanat ve sporla da ilgilendi.
Siyasete hiç bulaşmadı, Atatürk’ü çok sevdi ve onun yolunu kutsal kitap olarak başucuna koydu.
Kurallara bağlı kaldı.
Çalışkandı, ailesiyle iyi geçinir, karşılığında belli özgürlükleri satın alırdı.
Uyumluydu.
Lise ve üniversitedeyken tüm klâsikleri okumuştu neredeyse.
Tiyatro, konser ve sinemaya giderdi.
Plânlar yapar, geleceğini düşünürdü.
Flörtleri oldu.
En sonuncusuyla görkemli bir düğünle evlendi.
Çocuğu dünyaya geldi.
İş hayatının basamaklarını yavaş yavaş tırmanmaya başladı.
İstediği her şeye sahipti.
Mutlu yuvasında, kendi yaşamının bir benzerini çocuğu için de hedefledi.

Kimdi bu beyaz sahi?
Beyazlar kimlerdi, neler yaparlardı?

Mutlu yuva, sabahın erken saatlerinde güne başlardı.
Evdeki yatılı dadı ( bakıcı) kahvaltıyı hazırlar, çocuğu (ları) uyandırır, günün ilk saatlerini organize ederdi.
Aile, çocuğa son öğütlerini verir, sınavında başarılı olması için gerekenleri söylerdi.
Kısa bir “görüşürüz” aceleciliğiyle herkes hayata koyulurdu.
Çocuk servise biner, -uzun sürecek yol güzergâhını bildiğinden- başını cama dayayarak uykuya geçerdi.
Kadın ve adam, şirketin vermiş olduğu son model pahalı arabalarına biner ve birazdan girecekleri toplantıyı kafalarında organize ederlerdi.

Sesini iyi duymaktayım, “tüm bunların neresinde bir acayiplik var ki” diye sormaktasın bana…

Çok var hem de sevgili insan.

Bizler okullara hayatla ilişki kurabilmek, dünyayı anlayabilmek, varoluşumuzu sorgulamak, tartışabilmek, yenilenebilmek, ufkumuzu genişletebilmek için gitmedik mi?

Ruhunu yavaş yavaş yok eden bir şirkette kendinden ne kadar uzaklaştığının farkında değil misin?

Bankalar, holdingler, jilet, bebek maması, araba, telefon vb. şeyler üreten, satan, tüm bu uluslararası ve yerli şirketlerin bir parçası olmaktan mutlu musun gerçekten?

En iyi jileti satan firmanın genel müdür yardımcısı oldun.
O yüksek maaşla neler neler yapılır değil mi?
Sen şimdi tüm o okulları jilet, bebek maması satmak için mi okudun?

Gerçekten dünya vatandaşı olduğuna inanıyor musun?
Bayrak, dil, din, ırk gibi kavramların ötesinde düşünebiliyor musun?
Çocuğunu emanet ettiğin okullar bu kavramlardan uzak bir eğitim verebiliyor mu?

Kimsin sen sevgili beyaz?

Çocuğuna piyano eğitimi aldırırken, müzik dolabındaki “cd” lerin çok sınırlı bir sayıyı geçmediğini görüyorum çoğunlukla. Artık cd kalmadı haklısın ama kazandığın onca parayla spotify’i bağlayacağın fena olmayan bir müzik sistemin de yok.
Müzik dinlenen bir ev esintisini de hissettirir.
Dinleniyor mu sahi, samimi ol lütfen.

Çoğunlukla yorgunsun, akşamları kanepede Netflix izlerken uyuya kalıyorsun.
Ne çocuğunla oynayacak ne de ödevlerine yardım edecek enerjiye sahipsin, özel öğretmeni o görevi üstleniyor zaten.
Okul parasını ve geleceği düşünüyorsun haklı olarak.
Üniversite ile birlikte 16 sene sürecek bir serüven az mı?

Eve giren para ile hafta sonları satın aldığın şeyler; restoranda akşam yemeği, giyim alışverişi, büyük ekran televizyon, hiçbir zaman tam olarak okunmayacak bir iki kitap.
Okudukların maalesef gençlik zamanlarına göre epeyce farklı,
Yılmaz Özdil, Zülfü Livaneli, İlber Ortaylı’nın ötesine geçemiyor.

Geleceği düşünürken, yatırım yapmanın da öneminin farkındasın. Ev sahibi oluyorsun, yetmiyor “bir tane daha olmalı” diyorsun, apartmandan bahçeli bir eve taşınmanın zamanının geldiğini düşünüyorsun, sonra bir de kira geliri getirecek bir ev ve dükkânı da kenara koydun mu hayat da yoluna koyulmuş oluyor kafanda.
Büyük bir rahatlama duygusuna sahip oluyorsun ama hâlâ kendini bırakamıyorsun değil mi?

Sonra kış için organize edilecek olan kayak tatili, bahar tatilinde yurt dışı seyahati, yaz ayı için beş yıldızlı otel tatili, çocuk için yurt dışında dil okulu. Hayatını ele geçiren plânların esiri olmuşsun.

Çocuğunun aile büyüklerine bırakılabildiği bir hafta sonu, nihayet gerçekleşen bir karı- koca kaçamağı.
Belki özlenen bir sevişmeye biraz yakın olma hâli.
Ama ne kadar istense de birbirinden kopmuş iki ruh.

Ne zaman sevişiyorsunuz sevgili beyazlar?
Hafta içi yorgunluk sebebiyle pek uygun olamadığı için, cumartesi geceleri en uygun zaman deyip adını koyalım mı?
Neredeyse randevulu bir geceden -gerçek güzel bir sevişme- çıkar mı acaba?

Gerçekten mutlu musun bu hayatın içerisinde?

Çocuğuna da tıpkı seninki gibi iyi bir okul hedefi koyarken, ona reva gördüğün hayat bu mu?
Her gün saatlerce test çözdüğünde, sırf bu sebeple onu takdir ediyor olmayı hiç sorguluyor musun?
Yetişkin olduğunda, iyi felsefe bilen, hayatı kavrayabilen, çözümlemeye çalışan, varoluşu sorgulayan bir taksi şoförü olsa ne olur meselâ?
Bu ciddi bir soru?
Belki taksiye binen yolculardan bir öykü kitabı yaratır kim bilir.
Böyle bir seçenek de hayatın içerisinde değil midir?

O lüks şirket arabasını yolda kenara çekip, bir müzik açıp, duygusuna kapılıp, yıldızlara baktın mı hiç?
Ben nasıl yaşıyorum diye düşündün mü?

Kendini mutlu olma zorunluluğuna adamışsın.
Oysa mutluluk hiçbir zaman peşinden koşanların olmadı.
Ne olur mutsuz olsan, batıp tekrar çıksan?
Hayat böyle bir şey değil midir?
Sorun; senin hayatını sorgulayan bende aslında.
Sorun kendimim…
Çünkü hâlâ umutlanıyorum insan için.

Film bittiğinde jeneriği dahi izlemiyorsun, buna çok bozuluyorum biliyor musun, ne kolay kıyıyorsun her şeye, çarçabuk “nerede yemek yiyip, bir şeyler içebiliriz” organizasyonu yapıyor, ne kendi duyguna ne de filme sahip çıkıyorsun.

Konserlerde “bis” olsun diye deliler gibi alkışlayıp, sona erdiğinde müziğin büyüsünden kolayca uzaklaşıp, hayata bir anda adapte olabiliyorsun.

Hayat ancak felsefeyle ilişki kurulabildiğinde anlam kazanır.

Paranın getirdiği güç ve konfor önemlidir, ancak sana “zaman” bırakıyor ve “derinleşmene” olanak tanıyorsa.

Ne yapmalı peki?
Bilmem ki; herkes kendi yolunu kendisi buluyor eninde sonunda.
Ancak, girilen yollarda ara ara kendi kabuğuna çekilmek, “biricik” olan yaşamı ciddiye almak gerekir.

İnsan gibi yaşamayı hak ediyorsun.
Sevmek, sevilmek, sevişmek, çocuğunu kendi -özgün- kişiliğinden uzaklaştırmadan büyütmek istiyorsun.

Ancak, büyük bir gürültüye ve hıza kapılıp, önce kendini sonra en yakınlarını kaybediyorsun.

En çok işinin söylediklerine kulak veriyor, kendinleyse ilişki kurmuyorsun

Kimsin sen?

Meraklı olduğun bir iki şeye başta gönül veriyor ama hiçbir zaman devam edemiyorsun.
Sürekli uygulanacak kararlar, plânlar peşindesin.
Oysa ruhun sadece bırakılmayı istiyor.
Bilmiyorsun, bunu hiç denememişsin.
Kendi kendine kaldığında neyle karşılaşacağından korkuyorsun.

Bence insan kendi ruhuna gönül vermeli, güvenmeli ve yaşam içerisindeki süzülüşünü izlemeli…

Kendinle kuramadığın samimiyet kendine olan ihanetinden başka bir şey değildir.

Kendini anlamak, varolmaktır…

Ömür geçiyor…
Bazen öyle, bazen böyle…

Ve Nietzsche’nin dediği gibi;
“Kulak ver! Derin gece yarısı ne söyler?”

Arzu BURSA