Türkiye kabuk değiştiriyor

Son otuz yıl içinde Türkiye’nin her alanda hızlı bir değişimi yaşadığına, bu değişimin sonucu oluşan gündemlerin, değişimin kendisinden bağımsız tartışıldığına tanıklık etmekteyiz. Ekonomik siyasal ve sosyal yapıların bu hızda değişimi, doğal olarak değişimin kavranmasını zorlaştırırken, birçok alanda “sorunlar” yaşanmasını da beraberinde getiriyor. Değişimin bir sonucu olan turban, milliyetçilik, laik, anti-laik çatışması, toplumsal yapıdaki değişimlerden bağımsız ele alındığında anlaşılmaz olmaktan başka, kavranması da son derece zorlaşmaktadır.

Nüfus hareketleri ile ülkenin demografik yapısındaki değişim, eski toplumsal ilişkileri değişmeye zorlarken, içine girilen ekonomik, siyasal ve sosyal ilişkilere yeni anlamlar yükleyerek yeniden şekillendirmektedir.

Bu değişimin gözle gözlenen öğesi, bir köylülük (küçük burjuvalar) ülkesi olarak bilinen Türkiye’nin hızla “şehirleşmeye” başlamasıdır. Ancak kırsal nüfusun şehirlere göçü, ülkenin köylülükten kurtulduğu ve şehirleştiği anlamına gelmiyor. Fiziksel yer değiştirmelerin kültürel, zihinsel değişmeler için bir başlangıç oluşturması mümkün olmakla birlikte, bunun fiziksel değişim kadar kolay olmadığı da bilinmekte. Şehirleşme uzun yıllar içinde, birden fazla kuşağın yaşayacağı bir sürecin sonucu olarak şekillenir ve bu şekillenmede temel ve belirleyici olan ise, içine girilen yeni üretim ilişkileridir.

Şehirleşme daha çok eski üretim biçimlerinin dağılıp çözüldüğü, yerini yeni üretim biçimlerine bıraktığı duraksamada söz konusu olur. Türkiye’de ise ne yazık ki eski üretim biçimlerinin -kısmen- dağılması ve yeni üretim ilişkilerinin yaşanmaya başlanmasından çok, siyasal olarak belirlenen bir göç dalgasından söz etmek daha doğru olur.

Şehirleşme, kapitalizmin gelişmesinin bir başka izahı olurken, kapitalist üretimin şehirlerde yoğunlaşması ve bu yoğunlaşmaya koşut olarak işgücü ihtiyacının şehirlere çekilmesi ile başlar. Kapitalist ekonominin şekillendirdiği üretim ve üretim ilişkileri, ihtiyaç duyduğu işgücünü kırsaldan temin etmek için eski kırsal yapıları kendi gelişimi önünde engel olarak görür ve çözülmesini öngörür. Nüfusun şehirlere çekilmesi ile kırın kapalı kendi ihtiyacı için olan üretimini pazar için üretime dönüştürmekten başka, kırı kendi ürünlerinin pazarı yapar.

Bu gelişmenin doğal sonucu olarak köylülük çözülerek farklılaşır. Büyük çoğunluğu, sanayinin ihtiyaç duyduğu işgücünü karşılarken işçileşir. Geriye kalanı ise şehir küçük burjuvazisinin saflarını sıklaştırırken, aralarından zenginleşenler de olur.

Şehirleşme, kapitalizmin gelişmesi ve belirleyici üretim sistemi olarak var olması ile ilgili bir olgudur. Bu bağlamda Türkiye’ye baktığımızda, kapitalist üretimin gelişmesi ve sermaye birikimi ve sanayi üretimin armasından çok, dünya kapitalizminin gelişen bir pazarı olma özelliği göstermesidir.

Kapitalist üretimin artması ve gelişmesi ile oluşan bir sanayileşmeden söz edemediğimiz içindir ki, şehirlerdeki artan nüfus, sanayinin ihtiyaç duyduğu işgücü olarak şehirlere çekilmiş değildir.

Küçük üreticinin mülksüzleştirilmesi kırda ve şehirde sürerken, asıl amaç, ülkenin her yönü ile dünya kapitalist pazarının bir parçası olması hedefine yöneliktir. Bundan başka göçü zorunlu kılan etmenlerin başında, hala artan nüfus ve güvenlik nedenleri gelmektedir. Bu bağlamda, Doğu ve Güneydoğu’daki olaylar ve terör bazen bir neden, bazen de sebep olarak göçü hızlandıran etmenler arasında sayılmalıdır.

Kırdan şehirlere göçün, şehirlerin varoşlarında bittiğini söylemeye gerek dahi yok. Şehirlerde ki gettolaşmanın bir sonucu olan bu yığılma sanayi tarafından emilmediği sürece bu kesimlerin geleneksel kültür ile bağlarını koparmaları olanaksız olurken, eski üretim ilişkileri içinde devinmeleri de son derece doğaldır.

Elbette değişen fiziksel koşullar, yeni yaşam biçimini belli oranlarda dayatıp değişimi zorunlu kılıyor Ancak bu değişim henüz şehirleşme açısından yeterli olacak düzeyde değildir.

Bu yüzden şehirlerde bir zamanlar görmeye alışık olmadığımız manzaraların görünmeye başlaması söz konusu olabilmekte. Toplumun daha çok dindar bir görünüm sergilemesi, başörtüsü, turban gibi konuların sıklıkla gündemde kendine yer bulması doğrudan şehirlere göç olgusuyla ilintilidir. Kırın kendi doğal yapısı içinde göze batmayan ve gündem oluşturmayan muhafazakâr, dindar geleneksel yaşam biçimleri, göç dalgasının kitlesel büyüklüğü ve hızı ile şehirlerin tüm çehresini değiştirmiş ve ülkenin gündemini şekillendiren bir dizi sorunun da kaynağı olmuştur.

1970’li yıllarda nispeten göç dalgasının küçük olduğu dönemde gecekonduların oluşması söz konusu olmuşsa da, gelenlerin kısmen üretim sürecine katılması ile şehir ve şehir yaşamıyla ilişki içine girmesi de mümkün oluştur. Ancak 1985 sonrası göç dalgasının büyüklüğü ve şehirlerde daralan üretim olanakları ile bu ilişkinin kurulması neredeyse hepten olanaksız olmuş ve bu kesimlerin kırdan getirdiği geleneksel kültüre sarılmaları ve içe kapanma sürecine girdikleri gözlemlenir olmuştur.

İçine kapanma, daha tutucu ve geleneksel kültüre sarılmaya neden olurken bunun siyasal düzlemdeki ifadesi dinci, İslamcı bir söylem ve siyasetin şekillenmesi oldu. Bu siyasetin çiçeği burnunda siyasetçilerinin kendilerinin varlık nedeni olan bu içe kapanmayı pekiştiren söylemler ve ona denk düşen bir siyasal çizgide yürümeleri kaçınılmaz olurken, gündelik hayatın daha dindarlaşmasına ve dinin giderek her alanda öncelikli ve belirleyici referans olarak öne çıkmasına neden olmakta.

Bu durum gecekondulardan neden AKP’nin daha çok oy aldığı ve bu kesimlerden sola oy çıkmadığını da açıklamakta.

Yüzeysel bir yaklaşımla bakıldığında yoksulluk ve açlık sınırında olan insan sayısı artarken solun güç kaybetmesini anlamak zorlaşmaktadır. Ancak bu yoksullaşma üretim içindeki bir yoksullaşma olmadığından, bu kesimlerin sol ile yakınlaşması mümkün olmamaktadır. Dayanağı küçük burjuvazi olan Türkiye’de solunun güç kaybetmesi de, küçük burjuvazinin bu günkü durumuyla açıklanabilir. Giderek yoksullaşarak üretimden kopan küçük burjuvazi, sol söylemler ve sol siyasal çizgiden kopmuştur.

Köy küçük burjuvazisi bu tasfiye edilişten ne kadar nasibini almışsa, şehir küçük burjuvazisi de o kadar bu sürecin etkisi altındadır. Mahalle bakkallarının, kasaplarının yok olma süreci, büyük marketler zincirinin yaygınlaşması ile noktalanan bir sürecin başlangıcını işaret ediyor. “Esnafın zorda olması” olarak ifade edilen bu durum artık özünde küçük işletmecinin ve esnafın tasfiye edilmesinden başka anlama gelmemekte. Böylece yabancı sermayenin bir uzantısı olarak varlığını sürdüren büyük burjuvazi için daha karlı alanlar yaratılmakta.

Şehir ve kırın küçük burjuva katmanlarının çözülme sürecine girmesi ile, bu kesimlere dayanan siyasal hareketlerin de bir çözülme sürecine girdiğini görmekteyiz. Siyasal yelpazedeki birçok değişim ve yok oluş, bu katmanların dağılması ve çözülmesiyle yok olmaya mahkûm görülmektedir. Sanırım solun içinde bulunduğu durumu bununla açıklamak son derece doğru olur. Türkiye solunun, işçi sınıfından çok küçük burjuva katmanlar içindeki varlığı ile 1970’li yıllardaki kitlesel büyüklüğünden oldukça uzak olmasının nedeni tam da bu kesimlerin çözülme sürecine girmesi ile yaşanmaya başlamıştır.

Şehrin ve kırın küçük burjuva katmanlarının çözülme sürecinde, onların daha çok dinsel ve milliyetçi bir çizgiye yaklaşması ve siyasal tepkilerinin daha çok din ve milliyetçilik ile ifade edilmesi, soldan kopmasının da asıl nedenidir. Kırın küçük burjuva köylü katmanları daha çok dine sarılırken, şehirlerin küçük burjuva katmanları milliyetçiliğe kaymış ve sol söylemlerde kendisini ifade etmesinin olanaksızlığı ile soldan uzaklaşmıştır.

Bir Gün Gazetesi, 09 Ağustos 2007

 

Hasan KAYA