Sırrı Abi: İnsanlığın Soluğu

“Sırrı Abi olmak, ne sola ne sağa sığmaktır; yüreğini ezilenden yana koyup, insan kalabilmektir.”

Sırrı Süreyya Önder… Halkın dilinde sadece “Sırrı Abi”… Kimdi o? Bu toprakların en karmaşık, en derin, en acılı meselelerine dokunurken bile içinden geçen gülümsemeyi eksik etmeyen bir hikâyeydi o. Solcu muydu? Sağcı mıydı? Marksist miydi? Nurcu muydu? Alevi miydi, Sünni miydi? O’nu tanıyan herkes, bu soruların ne kadar boş ve sığ olduğunu bilir. Çünkü Sırrı Abi, kalıplara sığmazdı. O bir fikir değil, bir hissiydi. Bir yön değil, bir vicdandı. O, en çok da insandı; sahici, sıcak, samimi ve mücadele dolu bir insan…

Sırrı Süreyya Önder’in hikâyesi, Türkiye’nin kadim topraklarında, Adıyaman’da başladı. Bir Türkmen ailesinin çocuğu olarak doğdu, ama öyle bir hayat yaşadı ki, kimliğin etnik ya da mezhebi bileşenlerinden ibaret olmadığını kanıtladı. Babası sosyalistti, Türkiye İşçi Partisi’nin emekçisiydi; dayısı ise Said-i Nursî’nin öğrencisi, inançla yoğrulmuş bir Nur talebesi… Bir yanda sınıf mücadelesi, diğer yanda ilahi aşkın ve teslimiyetin hikmeti. İşte bu çelişki gibi görünen ama aslında Anadolu’nun iç içe geçmiş hakikatleri, onun dünyasında erken yaşta buluştu.

Henüz gençlik yıllarında, sınıfsal adaletsizliklere karşı duyduğu öfke, onu devrimci saflara taşıdı. 12 Eylül’ün karanlığında, daha çocuk denecek yaşta, işkence tezgâhlarında sorgulandı, Mamak Cezaevi’nde yedi yıla yakın zaman geçirdi. Ne var ki, orada yaşadığı zulüm onu katılaştırmadı, öfkeyle körleştirmedi. Bilakis, o karanlık zemin, onun insan sevgisini, mizahını, merhametini büyüttü. Cezaevinden çıktığında “kurtarıcı” ideolojilerden çok, yaşanmış acıların tanığı olarak konuştu.

Sinema onun için bir estetik uğraş değil, hakikatin başka yollarla anlatımıydı. “Beynelmilel” filminde darbelerin karanlığını bir kasabanın müziği üzerinden anlattı. Film hem güldürdü, hem ağlattı; ama en çok da düşündürdü. “F Tipi Film” ile cezaevlerinin soğuk duvarlarının arkasındaki çığlığa kulak verdi. O, kamera arkasında da Meclis kürsüsünde de aynı şeyi yapıyordu: İnsanı anlatmak, ezilenin sesi olmak.

Sırrı Abi, hep “arada” durmayı seçti. Bu aradalık, bir belirsizlik ya da savrulmuşluk değildi; bilakis bilinçli bir tercihti. Çünkü o, kutupların darlığını değil, insanın derinliğini görüyordu. Bir İslamcıyla oturup saatlerce konuşabilir, bir solcuyla birlikte halay çekebilir, bir Alevi’nin dergâhında lokma yiyebilir, bir Sünni’yle Kur’an meali üzerine tartışabilirdi. Çünkü onun nezdinde insanın dini, mezhebi, etnik kökeni değil; acısı, umudu ve onuru kıymetliydi.

Sırrı Süreyya Önder’in milletvekilliği dönemi, Türkiye siyasetinin en kırılgan zamanlarına denk geldi. Barış sürecinin en çetin günlerinde, elini taşın altına koydu. Ateşkesin sağlanmasında, Meclis’te Kürt sorununu dile getirirken kullandığı kelimelerde, Gezi Direnişi’nde iş makinesinin önüne yattığında sergilediği cesarette, hep aynı çizgi vardı: Barış, adalet ve hakikat için yaşamak.

Kürt değildi. Ama “Bu mesele çözülene kadar ben de Kürdüm” diyebilecek kadar yürekliydi. Bu duruş, onun kimliğe değil adalete yaslanan anlayışını gösteriyordu. Kendisini tanımlamak yerine, hep başkalarının yükünü taşımayı seçti. Kibirli bir önder olmadı; hep halkın içinden, halkla beraber yürüyen biri oldu. Onunla oturan her kesimden insan, bir önderden çok bir ağabeyiyle sohbet ettiğini hissederdi. Onun dili hem edebi, hem sivil, hem de samimiydi. Üslubu, siyasetin kalıplaşmış söylemlerinden çok uzak; sokaktaki insanın yüreğine dokunan bir sadelikteydi.

Onu tanıyanlar, en çok da onun gülüşünü anlatır. Acının orta yerinde, bir mizahla, bir kelime oyunuyla, bir kahkahayla hayatı yeniden inşa etmeye çalışan bir gülüştü o. Mizah, onun hayata karşı kurduğu en sağlam köprüydü. Öfkeye karşı tebessümle, zorbalığa karşı incelikle direndi.

Sırrı Abi’nin 3 Mayıs 2025’te duran kalbi, sadece bir bedenin değil, bir dönemin, bir vicdanın, bir insanlık örneğinin de vedasıydı. Ama o, ardında salt bir siyasi miras değil, unutulmayacak bir yaşam örneği bıraktı. Onunla cezaevinde yoldaş olanlar hâlâ ondan bahsederken gülümsüyor. Onunla aynı Meclis’te yer alan siyasetçiler, onun muhalefetini hem zekice hem zarifçe yaptığına tanıklık etmişti. Bir Müslüman kadın onun için ağlayabiliyor, bir Kürt genci onun fotoğrafına sarılabiliyorsa; bu, onun kalıpları aşan o büyük insanlığının göstergesidir. Hatta vaktiyle sert siyasi çizgisiyle tanınan Devlet Bahçeli bile, Sırrı Süreyya Önder’in vefatının ardından yaptığı kısa ama anlamlı bir açıklamayla, onun nezaketini ve duruşunu takdir etmişti. Zira Sırrı Abi, sadece fikirleriyle değil, insanlara yaklaşımıyla da gönüllerde yer etmişti.

Çünkü Sırrı Abi, bir etiket değildi. O, bir ideolojinin fanatiği değil; bir hakikatin, bir vicdanın, bir insanlığın taşıyıcısıydı. Adıyaman’ın tozlu sokaklarında başlayan bir yolculuğun, Mamak Cezaevi’nin hücrelerinde pişen bir ruhun, Gezi Parkı’nda direnen bir kalbin, Meclis kürsüsünde yankılanan bir sözün özetiydi.

Sırrı Abi, sen solcuydun, sağcıydın, İslamcıydın, devrimciydin, mizahçıydın, sanatçıydın. Ama hepsinden önce ve hepsinden çok, insandın. O insanlık hâli, seni hep sevdirdi. Seni özleyeceğiz. Sözlerin, bakışların, şakaların, direnişin, vicdanın hep bizimle olacak.

Bu topraklarda bir Sırrı Abi geçti. Ve ardından sadece ayak izleri değil, yürek izleri bıraktı…

Arslan ÖZDEMİR