Küçükken toplarım ağaca kaçardı. Bazen daha başında oyunun, bazen en güzel anında. Dikkatli bir çocuktum ama ne kadar özen göstersem de kaçardı işte. Ne topumu almak için ağaca çıkmayı göze alabilirdim ne de kaçırdığım toplarımı unutabilmeyi başarabilirdim. Etrafım toplarımı kapmış ağaçlarla doluydu.
Hepsini olmasa da bazılarını ağaçtan alıp bana veren yetişkinler vardı. Ama topum geri gelse de yine kaçıracağımı bildiğim için doya doya sevinemezdim. Daha elime almadan gideceğini hissederdim sanki. Eksik bir şey mi vardı bende? Neden Ali’ninki, Veli’ninki, Ayşe’ninki ve Fatma’nınkiler kaçmazdı da hep benim toplarım kaçardı? Ama kaçıyorlar diye toplarıma küsmezdim. Toplarımı kapıyorlar diye ağaçlara da küsmezdim. Topumu kaçırmama kahkahalarla gülen Ali’ye, Veli’ye, Ayşe’ye ve Fatma’ya bile küsmezdim. Onlar tamdı, eksik olan bendim. Toplar top gibiydi, ağaçlar ağaç gibi, Ali, Veli, Ayşe ve Fatma da tam kendileri gibi.
*****
Çabuk geçen bir süre sonra büyüklerim bana sık sık “Artık büyüdün” demeye başladılar kendi aralarında konuşurken kullandıklarına yakın bir ses tonu ve vurgulamayla. Yetişkinler tarafından büyümüş olduğuma hükmedilmiş olması hoşuma gitmişti. Büyümüş olduğuma göre artık daha kontrollü olabilirdim ve toplarımı kaçırmazdım çünkü. Ama ne fayda… Daha ilk oyunda kaçırıverdi yine topum. Ve benim hâlâ ne ağaca tırmanmaya cesaretim vardı ne de topum için üzülmemeye. Üzülmemeye karar vermenin de ağaca çıkmaya karar vermek kadar cesaret gerektirdiğini bilmiyordum henüz. Küçüklükten kalan alışkanlıkla ağlayıp sızlamaya meylettim ama yetişkinler oralı olmadılar. O gün anladım ki artık kaçan toplarımın sorumluluğu bendeydi; topumu geri istiyorsam kendim alacaktım. Ama yapamadım.
Madem ki ağaca çıkmaya da üzülmemeye de cesaretim yoktu, düşündüm, iyi bir yol buldum (Büyüdüğüm için daha etkili düşünebiliyordum artık). Top oynamayı bırakırsam topum kaçmazdı ve evet, bu kesinlikle iyi bir fikirdi! Oyun oynamaktan vazgeçtim. Topum kaçmıyordu artık ve Ali, Veli, Ayşe ve Fatma bana gülmüyorlardı. Bir müddet topumla birlikte oynamadan takıldık. Aramız o kadar iyiydi ki bunun iyi bir şey olduğuna kolayca ikna olmuştum.
*****
Ama yine çabuk geçen bir süre sonra, yetişkinler sık sık “Genç kız oldun artık” diye hükmetmeye başladıklarında, ben de sık sık “Canım çoook sıkılıyor” diye söylenirken bulmaya başladım kendimi. Benimle birlikte o ne olduğunu bilmediğim eksik şey de büyüdükçe büyümüştü sanki içimde ve benim canım dışarı çıkmak ve oyun oynamak istiyordu. Evet, tabi ki topuma sevgim sonsuzdu ama sadece onunla olmuyordu. Topu yine kaçırmaktan ve bana yine gülmelerinden hâlâ çekiniyor olsam da Ali, Veli, Ayşe ve Fatma’nın başka türlü oyunlarına dahil olmak istiyordum.
Ayşe’yle Fatma’nın etek boyları belden kıvırma oranına göre diz üstündeki sınırlı bir aralıkta; kirpikleri ve dudaklarının rengi ise okul çıkış saatlerine ve annelerine yakalanma olasılığına göre mütemadiyen her gün değişiyordu. Artık topun peşinde koşmuyorlardı; Ali ve Veli’nin iyice güçlenmiş kaslarıyla onlara verdikleri pasları farklı edalarla karşılıyorlardı. Görünen o ki Ali, Veli, Ayşe ve Fatma daha da tamdılar! Beni aralarına alırlar mıydı acaba?
Düşündüm, çok iyi bir yol buldum ve ‘Topu ağaca kaçırmayan bir ben’ dizayn ettim zihnimde tüm detaylarıyla. Top hangi açıdan, hangi şiddette gelirse gelsin, nasıl vurursam vurayım kaçırmayacağıma ikna olmam biraz zamanımı aldıysa da yeniden katıldım oyuna. Ne olursa olsun bu sefer hata yapmayacaktım ve topu oyunda tutacaktım.
Ama o da ne! Eskiden topun ağaca kaçmasına gülen o Aliler ve Veliler, artık topun taça çıkmasından çok hoşlanır olmuşlardı; pek hevesliydiler kızların durdurdukları oyunu yeniden başlatmaya. Ayşeler ve Fatmalar ise topu taça atmanın okulunda okumuş gibiydiler ve çok eğleniyorlardı taça giden her topla birlikte, kaçan topun ayaklarına verileceğini bilmenin rahatlığıyla. Ben de denemeye karar verdim ve muhteşem bir pasla tam ayağıma gelen topa gelişine vuruverdim hayatımda ilk kez. Ve ne oldu dersiniz? Topum taça çıktı evet ama ağaca da kaçtı! Sadece top değil Aliler ve Veliler de kaçtı. Hem de oyunun en tatlı yerinde…
*****
Velhasıl-ı kelam… Bu hikâye en az yirmi sene daha uzayabilir. Yirmi sene sonra, tam şu anda bulunduğum noktadaki amacım sizleri daha fazla topa, ağaca, şuna buna maruz bırakmak değil. Varlığını hep hissettiğim o eksik bir şey yüreğimde gün be gün küçülüyor olsa da bu yarısı şaka yarısı ciddi hikâyeden bilgece bir sonuç çıkarmam da şimdilik mümkün değil. Çünkü hâlâ tümüyle anlayabilmiş değilim içimdeki o oyun oynamaktan vazgeçemeyen, incinse de hiçbir şeye küsmeyen, bir gün “Bende eksik bir şey mi var?” diye somurturken diğer gün bu halini de severek neşeyle oyuna devam eden çocuğu. Ve neden hâlâ toplarımı kaçırmaya devam ettiğimi…
*****
İlla ki de “Afili bir son söz yakışır bu yazıya” diye düşünenler içinse söyleyebileceğim tek bir sözüm olabilir: “Üzülmemeye karar vermek, sadece ağaca çıkmaya ve ayağına gelen topa gelişine vurmaya karar vermek kadar cesaret gerektirir.”
Evet…Hepsi bu…
- Hatıralar - 1 Ekim 2024
- Doğruluk mu? Cesaret mi? – Elif Demirbaş Topçu - 2 Haziran 2024
- Onsuz da Olmay… - 4 Aralık 2023