Tarih­-Yazın ya da Olgu­ Kurgu Bağıntısı

Alman yazar Thomas Mann, romanı “anlatının şöleni” diye nitelendirir. Bu tanımlama, sanayi devrimi sonucu iyice belirginleşen toplumsal katmanlaşmaya ve düşünsel ­yazınsal çeşitlenmeye koşut olarak önemlileşen ve giderek öbür yazınsal türleri kuşatan “roman”ı düşünümleme olanağı sunmaktadır.

1800’lü yıllarda Almanya’da yazında başatlaşan “Romantik” akım, tek gerçeklik olarak nitelendirdiği “ilerlemeci evrensel yazın” kavramını saltlaştırma düzeyinde önemser. İlerlemeci evrensel yazın anlayışı, “bütün sanatların iç bağıntılarını” içeren ve bütün yazın türlerini kapsayarak harmanlayan “tümel sanat yapıtı”nı öne çıkarır. Kuramsal ve felsefi olarak Romantik, dünyanın “asıl anlamını algılayabilmek” için onun “romantikleştirilmesini” erekler.

Bütün yazınsal türleri harmanlayan “tümel sanat yapıtı” olarak belirginleşen “roman”da kullanılan başlıca izleklerden biri de “geçmiş” ya da “tarih”tir.

Çok­ katmanlı bir kurgu ürünü olan “roman” ve yine tarih yazıcısının dilsel aktarımı dolayımıyla kurgulanan “tarih” arasındaki bağıntı ilginç ve duyarlılık gerektiren bir araştırma konusudur. Bir bilim alanı olarak “tarih”in nesnellik savı görecelileştirilir; çünkü, her türlü nesnellik arayışına karşın, tarih yazıcısının öznelliği kaçınılmaz olarak bir biçimde yapıtlarına da yansır. Bu bağlamda soruna yaklaşıldığında, tarih yapıtlarının da en geniş anlamıyla “kurgu” ürünleri oldukları gerçeği yadsınamaz.

Bu yaklaşımı belirginleştirmek amacıyla kavramsal bir irdeleme denemesi, yazın­tarih ilişkisini belirginleştirmeye katkıda bulunabilir. Her şeyden önce şu yazın kuramsal saptamayı yapmak gerekmektedir: Olayları neden­ sonuç ilişkisi içerisinde irdelediği sürece, doğal olarak eğer bu başarılabilirse, tarih, bir bilimdir. Buna karşın yazın, sanattır. Yazına sanatsallık kazandıran niteliklerse kurgu bağlamında somutlaşan biçem ve biçemlendirim üzerinden gerçekleştirilen estetikleştirimdir.

Frankfurt Okulu kapsamında “eleştirel düşünce” ve “eleştirel kuram” akımına yaptığı katkılarla Alman düşün ve sanat tarihini de biçimlendiren Theodor Adorno, “Yazın Kuramı” adlı yapıtın yazarı Lukacs’ı eleştirirken, gerçekliği olduğu gibi yansıtarak sanat yaratılamayacağını vurgular. Adorno’nun yazın­kuramsal ya da estetik yönden tutarlı görünen bu yaklaşımı uyarınca, sanat, gerçekliği “görüntüleyerek”, ya da belli bir “perspektiften” olduğu gibi yansıtarak oluşamaz. Sanat, “gerçekliğin görgül biçimince gizlenen şeyleri, özerk kurgulanımının gücüyle dile getirmek suretiyle” oluşur [1] .

Bu yaklaşım uyarınca, yazın sanatı ve kuramı açısından önemli olan “tarihsel gerçekliğin”, ki yazılılaştırılınca bir anlamda bu da bir kurgudur, görgül biçimiyle yansıtılmasının sanat için yeterli olamayacağıdır. Tarihselin yazınsallık, daha kapsayıcı deyişle, sanatsallık niteliği kazanabilmesi, kurgulayım, biçemselleştirim ve bunların doğal türevi olarak ortaya çıkan estetikleştirim ile olanaklıdır. Dil dolayımıyla gerçekleştirilen biçemselleştirim ve estetikleştirim sonucu ortaya çıkan “özerk sanat yapıtı”, Adorno’nun yukarıda andığım yapıtında (s. 42) yer alan “bir şeyi anlatmak demek, özel bir şey söylemek demektir” saptamasında dile getirdiği özgünlük ve tekillikten doğar.

Özel ve özgün, dolayısıyla da tekil bir söylem geliştirmek, anlatının şölenleştiği romanı roman, daha geniş bir deyişle sanat yapıtını sanat yapıtı durumuna getiren başlıca niteliktir. Bilgisizlik ve kasıt dışında, “tarihseli” estetikleştirerek, özgün bir söylem oluşturmak, söz konusu “tarihsel”i bozmak ya da saptırmak olarak adlandırılamaz.  Bu ilke, roman dahil bütün sanat yapıtları için geçerlidir.

Tarihsel bir olayın yazınsal anlatımı ya da sanatsallaştırımı, çoğunlukla tarih ­yazın ya da yazın­tarih ilişkisi bağlamında “olgu­kurgu” ya da “kurgu ­olgu” ilişkisini gündeme getirir. Bu bağlamda doğal olarak olgu bilimi; kurguysa yazını, daha açık anlatımla, dilsel estetikleştirim ürünü olan anlatı sanatını simgeler. Bu saptamayı belirginleştirmek amacıyla vurgulamak gerekirse: Nesnel tarih, “olan”, “olmuş olan”; edebiyat ise “olabilir olan” üzerine kurulur. Sanat yapıtının iletisi, “olabilirlik” kapsamında değerlendirilir.

Olabilirlik Anlamında Yazınsal İleti ve Hakikatin Göreceliliği

Bu nedenle, romanı da kapsayan malzemesi dil olan anlatı sanatı “olasılıkları” bildirir; bu niteliği nedeniyle de olgulara ilişkin değerlendirmeleri çoğaltır. Değerlendirme çoğulluğu, olaylara ilişkin bakışların görecelileştirilmesine uygun ortam hazırlar; başka bakışları gündeme getirir. Böylece tekliği çokluğa dönüştüren bir işlev görür. Bu saptamayı belirginleştirmek amacıyla Türk romanından bir örnek vermek gerekirse: Özellikle ve belirgin olarak Kemal Tahir, toplu yazınsal yaratımında Osmanlı­ Türk tarihine bakışları çeşitlendirmeyi amaçladığını dile getirir.

Hilmi Yavuz’un “Devlet Ana”yı konulaştırdığı “Tarih ve roman bir tek söylemde anlatıya dönüşebilir mi?” adlı yazısında (Zaman, 01. 03. 2002) tartıştığı “tarihe seçenekli bakış” yönelimi de bu bağlamda değerlendirilebilir.

Tarihe seçenekli bakış bağlamında Nedim Gürsel’in “Boğazkesen” adlı romanı anılabilir. Bahriye Çeri tarafından “Tarih ve Roman” (Can Yayınları, İstanbul 2001) adıyla kitaplaştırılan “Boğazkesen”e ilişkin eleştiri ve söyleşi benzeri görüşler, tarihe bakışta ortaya çıkan çeşitliliği göstermesi bakımından ilginçtir. “Boğazkesen”de çok önemli bir tarihsel kişilik başattır.

Tarihsel romanlarda konu ya da izlek bir kişi olabileceği gibi, bir olay da olabilir. Bir olay etrafında yapılandırılan romana örnek olarak Ahmet Altan’ın “İsyan Günlerinde Aşk” adlı romanı gösterilebilir. Anılan yazarın yakın dönem Türk tarihi yönünden önemli bir olay olarak değerlendirilen 31 Mart Olayı çerçevesinde kurguladığı “İsyan Günlerinde Aşk” adlı yapıtı, 31 Mart Olayının çeşitli açılardan tartışılmasına ve yakın tarihin bu kesitinin çeşitli açılardan yorumlanmasına ortam hazırlamıştır.

Bu romanda sorgulan 31 Mart Olayı’ndan sonra “Türk siyasal yaşamında baskıcılık ve ideolojik milliyetçilik başatlaşmıştır” biçiminde görüşler varlığını korumaktadır. Ahmet Altan’ın anılan romanında geliştirdiği söylem uyarınca, 31 Mart Olayı, Türkiye’de siyasetin askerileştirilmesi için gerekçe olarak kullanılmıştır.

Ahmet Altan’ın anılan romanında geliştirdiği yazınsal söylem, bazı bilimcilerce de paylaşılmaktadır. Bu olaydan sonra dinci başkaldırı gerekçesiyle İttihatçı yönetimin milliyetçiliğe ve baskıcılığa yöneldiği; söz konusu ideolojik tercih ve yönelimin sonuçları olarak sıkıyönetim, işkence ve devlet terörü gibi uygulamaların Türkiye’de siyaseti biçimlendiği gibi savları savunanlara örnek olarak Taner Timur gösterilebilir. Anılan bilimci, “Osmanlı Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik”te ( İmge Kitapevi Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2002, s. 61) benzer savları gerekçelendirmektedir.

Konu kapsamında yeniden Kemal Tahir’e dönmek istiyorum. Anadolu’da egemen olan üretim, üleşim ve tüketim tarzının özgünlüğü üzerine kurduğu kuramsal savlarını yazınlaştırarak, tarihe bakış seçeneklerinin çoğalmasına katkı yapmayı erekleyen Kemal Tahir, tarih bağlamında da olsa gerçeğin/hakikatin salt ve değişmez olamayacağını konulaştırmıştır. Anılan yazar, bu yaklaşımını yazın ­kuramsal yazılarında da gerekçelendirmeye öncelik vermiştir. Kemal Tahir’e göre, “Türk romancısının ana ödevi, imparatorluk kurma gücüne sahip Türk insanının geleceği kurtaracak cevherini, bu cevherin tarih boyu taşıdığı insancıl birikimi, bu birikimin gelecekte işe yarar yönünü bulup çıkarmaktır.” [2]

Tarihsel, İdeolojik Amaçlı Güdümlemeye Açıktır

Kemal Tahir’in kültürel birikimi ayırıcı yaklaşımla irdelemenin gereğini vurgulayan bu saptaması hala geçerliliğini ve güncelliğini korumaktadır. Ancak, bu yazarın ödev olarak gördüğü ve başta “Devlet Ana” olmak üzere, toplu yazın üretiminde değişik yoğunluklarda temel izlek olarak konulaştırdığı “Türk’ün tözü” ya da “Türk’ün ruhu”nun yazınsal alanda ortaya çıkarma girişimi, bir bakıma iki ucu keskin bir bıçak gibidir. Kemal Tahir, kuramsal olarak tarihsel birikimin insancıl içeriklerinin güncel sorunların çözümü amacıyla güncelleştirilmesini ereklemektedir. Bu boyut, köklü bir tarih bilincinin geliştirilmesi açısından gerekli ve yararlıdır.

Ancak, “Türk’ün tözü”nün açığa çıkarılması girişiminin ideolojik kötüye kullanımlara açık bir konu olduğunu da bilmek gerekir. Bazı çevreler, ideolojik amaçlarla Türk’ün ruhunu aşırı yüceltme eğilimine girebilir; bu da “ırkçı milliyetçiliği” özendirebilir. Dolayısıyla, Kemal Tahir’in dile getirdiği “Türk’ün tözünü” açığa çıkarma girişimi konusunda amaç ile gerçeğin örtüşmeme olasılığının yüksek olduğunu vurgulamak gerekmektedir.

Nitekim, “Türk’ün devlet kurucu tözünü ortaya çıkarma” arayışı, Kemal Tahir’in marksizmden çok milliyetçilikten etkilenmesi olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda Taner Timur daha önce andığım “Osmanlı Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik” adlı yapıtında “Devlet Ana”yı bir “Türk­İslam eseri” olarak nitelendirmektedir. Timur’a göre, anılan yapıtın içerik bakımından marksizmle “hiçbir ilgisi yoktur”; yapıtın belirleyici niteliği, “İttihatçı dönemden beri birçok ‘solcu’muzun bilinçaltına işlemiş olan milliyetçi” savlardır [3] . Milliyetçi ya da ulusalcı dalganın yükselmesinin de etkisiyle daha önce Kemal Tahir’e mesafeli bakan birtakım milliyetçi çevrelerin son dönemlerde yazara düşünsel yakınlık duyması ve yapıtlarını güncelleştirmesi, romanda konulaştırılan milliyetçi tutumun “ideolojik amaçlar” için  kullanıma açık olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Belirginleştirmek amacıyla bir kez daha vurgulamak yararlı olabilir: Taner Timur tarafından Kemal Tahir’e ve yine Atilla İlhan’a yönelik olarak ortaya atılan “ideolojik milliyetçilik” eleştirisini önlemek için, “tarihsel”in hiçbir kaygı ve koşuldan dolayı “araçsallaştırılmaması” gerekmektedir. Tarihsel kişilikler etrafında oluşturulan sanat, bilim ve eleştirel akıl ile bağdaşmayan “kişi kutsaması” da bu çerçevede değerlendirilebilir.

Kemal Tahir’in “İslam­ Türk” öğeleri yer yer ideolojik milliyetçiliğe malzeme oluşturabilecek ölçüde yapıtlarına içkenleştirmesi elbette eleştiri konusu yapılacaktır. Ancak, O’nun kuramsal düzeyde kalmakla birlikte, tarihe bakışı çeşitlendirmek savı, marksçı yönelimli yazın bilim alanında belirgin bir tutumla savunulmaktadır. Bu bağlamda Zoran Konstantinoviç örnek gösterilebilir. Konstantinoviç’in yaklaşımı uyarınca, kurgu dolayımıyla güncelleştirilen “tarihsel”, salt ve değişmez değildir. Kurgulayanın düşünsel yönelimi doğrultusunda biçimlenen “tarihsel”, sadece bir “anlam ve anlamlandırma arayışı” (Konstantinoviç, 1988, s. 101­102)[4]  ya da öznel bir yeniden anlamlandırma denemesidir.

Bu nedenle tarih yazın ilişkisi eleştirel duyarlılık gerektiren bir konudur. Bununla birlikte vurgulamak gerekir ki, tarihselliği içermeyen, tarihten kopuk bir yazın da yoktur; ancak, bu saptamanın tersi de doğrudur: Yazısız ve yazınsız bir tarih de olamaz. Bu yüzden yazın ve tarih, birbirini içeren, bütünleyen ve gerektiren iki alan olarak nitelendirilebilir. Biri olmadan öbürü olamaz. Bunun yanı sıra, tarih iki anlamıyla “yazının” oluşum ve biçimlenim ortamıdır. Dolayısıyla tarih, yazını kuşatır. Yazın ise tarihsel olgu,  olay ve kahramanları “geliştirmeksizin”, ya da “dönüştürmeksizin”, kurgu yoluyla sanatsallaştırarak, toplumsal bilincin ve kolektif  belleğin süreklilik kazanmasına ve bakış açılarının çeşitlenmesine katkıda bulunur.


[1] Theodor W. ADORNO: “Noten zur Literatur” (Edebiyat Üzerine Notlar); Toplu Yapıtlar 11, Wissenschaftliche Buchgesellschaft, 1998, 264.

[2] Aktaran: Mustafa Kemal ŞAN: “Kemal Tahir ve Tarihsel Gerçeğin İnşası” ; yayımlandığı yer: Kemal Tahir’in ’in 30. Ölüm Yıldönümü Anısına”; Sosyoloji Yıllığı­Kitap 10, Sosyoloji Araştırmaları Merkezi­ Kemal Tahir Vakfı Çalışması.

[3] Taner TİMUR: “Osmanlı Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik”; İmge Kitapevi Yayınları, Ankara 2002, s. 222.

[4] Zoran KONSTANINOVIC: “Vergleichende Literaturwissenschaft”; Peter Lang, Bern.Frankfurt a.M. New York.Paris, 1988