Sevgili…

Önsöz

Aşağıda yer alan yazıyı Sevgililer Günü için hazırlamış, yayınlanması için günün gelmesini bekliyordum. Ancak 6 Şubat 2023 günü yaşanan depremlerin ardından yazıyı yayınlamaktan tümüyle vazgeçmiştim. Ta ki bugüne kadar…

Ülkece; acı çektiğimiz, korktuğumuz, öfkelendiğimiz, elimizden geleni yapmak için çırpındığımız, donup kaldığımız, sevdiklerimizin değerini derinden anladığımız, bir yatak ve yorgana sahip olmaktan bile utanmak diye bir şey olabileceğini fark ettiğimiz, güven alanlarımız dediğimiz alanlara bile güvenemeyeceğimiz gerçeğiyle yüzleştiğimiz, ne olursa olsun metaneti korumak zorunda olduğumuz maddi ve manevi bir kaos ortamındaydık.

Bu şartlar içinde tutunduğumuz, kökü en sağlam, umutlandıran tek dal toplumsal dayanışmaydı hepimiz için depremin ilk günlerinde. Ancak günler geçtikçe anlaşamama, itişme-kakışma ortamı yeniden başladı. Suçlayanlar, iftira atanlar, tehdit edenler, hakaret edenler, hem suçlu hem güçlüler, birbirini küçümseyenler… Kendi adıma, bilimsel cevaplara ve çözümlere ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde, bazı bilim insanlarının bile birbirleriyle olan kişisel mesleki çekişmelerinin gündeme malzeme olmasına engel olamayışlarının en çok ağırıma giden şeylerden biri olduğunu söyleyebilirim.

Yüksek öğrenimli olmanın bile çözemediği toplumsal bir sorunumuz var belli ki. Kendi çıkarını herkesin çıkarından üstün tutanlar, eline geçirdiği herhangi bir güç aracını o güce sahip olmayanı ezmek için kullananlar, bir yanda parasını, bir yanda mevkiini, bir yanda da bilgisini üstünlük aracı olarak görenler… Ne kadar alışıldık şeyler oldu bunlar, öyle değil mi?

Yaşadığımız bu acı olayın nedenlerini arayanların listesi kabarık. Biri diyor ki toplumumuzun sorunu ahlak, vicdan… Diğeri diyor ki liyakat. Öbürü diyor ki eğitim, bilim… Hepsine katılmakla birlikte ben de naçizane ekliyorum ki tüm bu sebeplerin temelinde sevgisizlik sorunu var. İhmalin neden olduğu böylesi felaketlerin, bireyleri birbirini seven ve birbirine saygı duyan toplumlarda yaşanmadığını görmek ve yaşadığımız bu büyük yıkımı, sevgi kavramının birey ve toplum üzerindeki etkileri bakımından da anlamak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Temelinde insan ve hayat sevgisi olmayan hangi mühendislik alanı, yüksek şiddetli depremlere dayanıklı binalar inşa edebilir, yaşam alanları tasarlayabilir,  depreme dirençli kentler kurabilir ki?

Sevgiyi kategorize edilmiş kuru sözlerden, gözü yaşlı romantizm sahnelerinden, çıkarı korumaktan başka işe yaramayan ajitasyon cümlelerinden, belirli şartları ve kalıpları olan demagojik bir kavram olmaktan kurtarmalıyız. Özetle, sevmenin insan olmak ve insanca yaşamakla olan ilişkisini toplum olarak öğrenmeliyiz diyorum.

Bu sabah uzun uzun düşünürken buldum kendimi yine “Neden böyle oldu, nereden ve nasıl devam edeceğiz hayata?” diye. Sonra aynı soruyu kendime de sordum. “Nereden olacak ” dedim kendime,  “Tabi ki kaldığım yerden!” Nerde kalmıştım en son ben? Aynı yerde: ’Sevgi’de ve ‘Sevgili’ de…

Dilerim sevgiyle okunur…

 

Sevgili…

Bu yazıyı uzunca bir süredir yazmak istiyordum. “Kimdir sevgili? Neden hayatımızın en derin arzusudur bir sevgilimizin olması ve neden zordur sevgilisiz olmak?” soruları üzerine, geçen aylar boyunca bir şeyler karalamıştım defterime ama ne yazsam eksik kalmış, içimin çok iyi bildiği o ‘Sevgili’yi anlatabilmeme yetmemişti. Sevgililer Günü yaklaşmaya başlayınca yine bir heves düştü içime; belki yüreğim dile gelir de bu sefer yazabilirim ümidiyle. Ama nafile…

Haruki Murakami, “Kim âşık olmuşsa, kendisinin eksik parçalarını arıyordur. Bu yüzden âşık maşukunu düşündükçe acı çeker” demiş. Alain de Botton ise “Aşk, sevgilinin bizim zayıflıklarımızı ve dengesizliklerimizi düzeltmeyi vadeden özelliklerine duyulan hayranlık demektir. Bir tamamlanma arayışıdır” şeklinde tanımlamış aşkı. Doğrulanabilirliği ve yanlışlanabilirliğinin kişisel deneyime tabi bir önerme olduğunu kabul etmekle birlikte, aşkın bir tamamlanma arayışı olduğuna katılıyorum. Ancak Botton’un zayıflık ve dengesizlik, Murakami’nin ise eksiklik diye ifade ettiği şeyin hastalıklı ve/veya travmatik bir durummuş gibi anlaşılmaması şartıyla.  Bence aşk, kendimize dair bilmediğimiz (bu nedenle eksik hissettiğimiz) gerçeklerimizi keşfettiğimiz, bu yolla tamamlandığımız (kendimizi bildiğimiz), sevgili nezdinde tamamlandıkça kendi eşsizliğimize âşık olduğumuz ama bu mükemmel tamamlanışı ancak ve ancak sevgilinin varlığıyla gerçekleyebildiğimiz bir deneyimdir. O yüzdendir yerlere göklere sığdıramayışımız Sevgili’yi. O’na hayran oluşumuz, en güzel sıfatları layık görüşümüz, tüm o güzel sıfatlara layık olduğumuzu aksettiren aynamız olması nedeniyledir. İşte bu yüzden sevgilinin yokluğunda bomboş bir hüsran bahçesine döner kalbimiz ve onu hatırladıkça acı çekeriz.

Peki ama neden? İnsan oluşumuzun sevme ve sevilme ihtiyacıyla olan ilgisi nedir acaba?

*****

İşte böylesi düşünceler ve yazma denemeleri arasında gezinirken, aradığım cevap seyrettiğim bir filmde(¹) çıktı karşıma. Filmde, ölümü yaklaşmış kanser hastası bir anne ve annesinin yakında öleceğini öğrenen, onlu yaşlarının başında bir kız çocuğu vardı. Küçük kız, annesine ondan ayrılmak istemediğini, onu çok özleyeceğini söyleyince, ölümün kıyısındaki kadın avutmaktan ziyade sözlerine güven duymasını sağlayacak şekilde, şöyle bir karşılık vermişti kızına: “Beni özlemen çok doğal. Sorun yaşadığında beni yanına al… Âşık olduğunda beni yanına al… Mezuniyetinde, düğününde, bebeğin olduğunda beni de yanına al lütfen olur mu? İnsanlar bu şekilde ebediyen yaşarlar. Birileri onları yanına aldığı sürece…”

Böylesini ilk kez duyduğum bu veda sözlerinden etkilenmiştim. İçimden “Beni yanına al” diye tekrarlarken fark ettim; buydu işte! Tam olarak buydu anlatmak istediğim ‘Sevgili’nin söylediği, söylemek isteyip de söyleyemediği, yaptığı, yapmak istediği, olduğu, olamadığı, olmak istediği her şeyin özeti: “Beni yanına al!”. Nicedir dilime gelsin, kağıdıma aksın diye uğraştığım anahtar kelimelerin karşıma, yavrusundan ayrılmaya hazırlanan bir annenin sözleri olarak çıkmış olması ise özel bir hediye kutusunun içine özenle yerleştirilmiş bir sevgililer günü hediyesi gibiydi sanki.

Galiba yazmaya nereden başlamam gerektiğini bulmuştum nihayet. Tam yazmaya başlayacaktım ki içimden bir ses, bu cümlenin aslında benim de özetim olduğunu fısıldadı. Aylardır peşinde olduğum şey bu olduğuna göre… Ve ben ne isem, sevgili de o olduğuna göre…

Aldım ‘Sevgili’yi yanıma, başladım bir kez daha yazmaya…

*****

Hiç sevgilinizden ayrıldınız mı? Ayrıldıysanız eğer neler hissettiğinizi hatırlıyorsunuzdur. Karnınızda bir ateşe, boğanızda yutkunamadığınız bir yumruya, kalbinizde dayanması kolay olmayan bir paramparça oluşa benzer şekillerde bedenlenen; şarkılarda, şiirlerde bazen ölmeye eşdeğer hatta ölmekten bile betermiş gibi anlatılan bir acı… Şarkısında, giden sevgilisinin ardından “Nereye böyle?” diye soran Nazan Öncel, keskin bir şekilde ifade eder yaşadığı ayrılık acısını: “Sütten kesilmiş bebek gibiyim” diye. Peki sizin hiç giden sevgilinin ardından sütten kesilmiş bir bebek gibi acı çektiğiniz oldu mu?

Bebek için en güvenli alanı olan annesinin göğsünden ve sütünden ayrılma günü çok çetin bir gündür. O gün ve sonraki birkaç gün bir dolup bir boşalan gözleriyle annesinin eteklerinde dolaşır, yakasına yapışır bebek “Beni yanına al!” diye yalvarırcasına. Sonra yavaş yavaş kabullenmeye ve alışmaya başlasa da her fırsatta nemli bakışlarla bakar annesine son umut kırıntılarıyla. Belli ki annesinin sıcacık göğsünü hatırladıkça acı çekmektedir. Eninde sonunda razı gelir gerçeğe, “Unuttu nihayet” der geçeriz ama acaba gerçekten de unutulur mu bu ilk büyük ayrılık deneyimi?

Yaşam yolculuğumuzun herkes için böylesi zorlayıcı bir deneyimden geçerek başlaması tuhaf şey ve bunun bir anlamı olmalı diye düşünüyorum. Yoksa ne diye ilk önce büyük bir sevgiyle sarılıp sarmalanmayı sonra da o büyük sevgi-güven alanından özgürleşmek gerekliliğini daha yolun en başında ve acı çektirerek deneyimlettirsin ki hayat biz insanlara?

Pedagoji biliminde Korkunç İki (Terrible Two) denilen iki-üç yaş arası dönem tam da bu sütten kesilme döneminde başlar. Bebeklikten çıkmış, hırçın, inatçı, isteği gerçekleşmezse ağlayan ve hatta kimi durumlarda vuran, tekme atan bir çocuk vardır karşımızda. Pedagojik olarak bireyin ilk özgürleşme belirtileri olarak açıklanır bu geçici dönem. Ne zaman korkunç iki dönemi yaşayan bir çocuk görsem, “Hangi büyük yalnızlık depresyona girmeden atlatılır ki? Hangi büyük özgürlük depresyon geçirmeden elde edilebilir ki?” diye düşünmekten alıkoyamam kendimi. İstediğimiz şey için kafa tutmayı da, kavga edip problem çıkararak her istediğimizi elde edemeyeceğimizi de ilk kez öğrendiğimiz bu dönem aynı zamanda ilk depresyon deneyimimizdir belki de.

Bir sene kadar devam eden bu depresif dönemin sonunda çocuk, geri dönüşü olmayan bu gerçeğe alışır ve üç yaş civarında Odipal Dönem denilen, cinsel kimliğin de oluşmaya başladığı gelişim dönemine girer. İşte bu yazının konusu olan “Beni yanına al” cümlesi bir kez daha ama bu sefer çocuğun kendi kendine bulduğu ve kendi iradesiyle şekillendirdiği bir davranışla çıkar karşımıza: Uyku arkadaşı edinmek! Çocuk bir gün birdenbire en sevdiği bir oyuncağıyla ya da bir objeyle beraber uyumak istemeye başlar. Uyku vakti geldiğinde koşup hemen uyku arkadaşını kucağına alır, uyandığında aklına ilk gelen şey ise uyurken elinden ya da kucağından bıraktığı uyku arkadaşını yatağın içinde aramak ve bulmaktır!  Sevdiği oyuncaktan ya da eşyadan basit bir ayrılmama isteğiymiş gibi görünen bu uyku arkadaşıyla beraber uyuma davranışı, aslında ömür boyu sürecek bir davranışın ilk kez vücut buluşudur. Çocuğun; bir bağ kurduğunu ve birlikte mutlu olduğu şeyden ayrı kalmak istemediğini, onunla birlikte uyuma kararı vererek ilk özgür ifade edişidir bu. Belki de bu davranış, anne kucağından mahrum kalmış olmanın acısının hiç unutulmadığına yönelik yaptığımız ilk meydan okumadır da aynı zamanda. Neden olmasın?

Çocuğun bu davranışının birlikte uyuyan ebeveynlerini taklit etmekten ibaret olduğunu düşünenlere de kısmen hak vermekle birlikte şunu da sormak isterim: Biz yetişkinler neden sevdiğimizle birlikte uyumak isteriz ya da sevgimiz bittiğinde veya azaldığında neden artık birlikte uymak istemeyiz?

Bu ilk uyku arkadaşımız, “yanına alma-yanında olma” isteğinin eşlik ettiği, içimizde sevgiliye dair gelişmeye başlayan bedensel ve ruhsal arayışın ilk somut belirtisi gibidir ve kaç yaşında olursak olalım sevgiliye sarılıp uyumak isteği sevginin evrensel bir karakteristik özelliğidir, öyle değil mi? Belli ki sevginin birlikte uyumak isteğiyle de derin bir ilişkisi var. Acaba nedendir bu ilişki diye hiç düşündünüz mü? Uyku, insanın en kaçınılmaz ve savunmasız teslim oluşu, bilinçten kısa bir süreliğine ayrılışıdır. Bu en savunmasız teslim oluşumuzda sevgilimizi yanımızda istememiz, sadece garip ve anlamsız bir tesadüf olabilir mi sizce? Ne dersiniz?

İlerleyen dönemde cinsel kimlikle birlikte çocuğun hayal dünyası da gün be gün genişledikçe uyku arkadaşı da şekil değiştirir; fiziksel uyku arkadaşından hayali uyku arkadaşına terfi edilen ergenlik dönemi başlar. En büyük hayalimizin, aklımızın fikrimizin gerçek bir sevgili olduğu bu dönemde sevgiliye olan özlem büyür de büyür içimizde… Nasıl da eşsizdir, hayran olunasıdır hayalimizdeki sevgili. Yerlere göklere sığdıramayız onu. Bu hayal edişin eksik parçalarımızı aramak olduğunu, asıl aradığımız şeyin kendimiz olduğunu o gencecik yaşımızda bilemem ki kaçımız anlayabiliriz ama sevgiliyle karşılaşma, hayallerimizin meydana çıkma zamanı geldiğinde de aynıdır, ölene kadar da hep aynı kalacaktır yüreğimizin haykırışı: “Beni yanına al!”

*****

Bilirsiniz, sevgiyi konu alan bütün eserlerde sevgi en güzel sıfatlarla betimlenir. Sevgi pırıl pırıldır, sıcacıktır, mis kokuludur, insanı sanki yer çekiminden kurtarıp havalarda uçuran, tam hissettiren, bitmesine gönlümüzün razı gelmediği sonsuzluk duygusudur. Ayrılık ise karanlıktır, yamandır, yataklara düşürendir, yangın yeridir, uğursuzdur, ölümden beterdir. Hayatın, fabrika ayarlarımızı sevgi ve sevgili üzerine programladığı aşikâr. Acaba biz insanlar aslında sadece sevgiyi deneyimlemek üzere evrilmiş varlıklar olabilir miyiz? Yani dünya üzerinde deneyimlediğimiz bütün her şeyin amacı sevgi bilincine evrilmek olabilir mi?

Yazının başında sorduğum, insan olmanın sevgi ve sevgiliye olan ilişkisine dair soruya dönecek olursak, bence bu cevabı da filmdeki annenin sözlerinde bulmak mümkün: “İnsanlar bu şekilde ebediyen yaşarlar. Birileri onları yanına aldığı sürece…”  Tamamlanmak-kendini bilmek ve sonsuzluk… Galiba sevgi, ölümlü insan için sonsuzluğun tek teminatıdır ve sonsuzluğunun farkında olan ruh için sevgilinin vazgeçilmezliğinin yegâne nedeni de budur.  Sevgiliden vazgeçmek kendinden vazgeçmektir… Sevgili bizi yanına almaktan vazgeçtiğinde gönlümüzün hasret içinde, sütten kesilmiş bir bebek gibi hep onu arayışı da işte bu yüzdendir…

Sevgili aşık, sevgili maşuk… Sevgiliyle birlikte ömür boyu mutlu olsak ya da sonunda ayrı düşüp kedere boğulsak da, hayalimizdeki sevgiliye belki hiç dokunamamış ya da sessizliğimizden anlaşılamamış olsa da onu çok sevdiğimiz (²)… Her durumda Sevgiliye olan sonsuz ihtiyacımızın özeti sadece budur bence: “Beni yanına al…”

*****

Bunca sözden sonra izin verin son bir uzmanlık sorusu gelsin son noktayı koymadan önce.

Dizelerinde, “Seni aldım, bana ayırdım”(³) diyen şair;  Odipal dönemdeki, uyurken oyuncağını yanına alan bir çocuk gibi ama eşsiz bir şairanelikle,  “Beni yanına al” demek istemiyor mudur sizce de? Ya peki, “Durma kendini hatırlat” diye ekleyerek peşi sıra, aslında sevgiliyi düşündükçe çektiği acıyı üstü kapalı bir şekilde ifade ederek “Beni hatırla” diye seslenmiyor mudur sevgiliye? Ve son olarak “Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım… Tuttukça güçleniyorum, kalabalık oluyorum…” demekten öte söz var mıdır acaba yeryüzünde, sevgiliyle tamamlanmayı ve sonsuz olmayı bu kadar güzel anlatan?

Yazının başında, Sevgili’yi yanıma aldığımı söylemiştim yazmak için masama oturduğumda. Biliyorum ki O yanımda olmasaydı yazamazdım; eksik kalırdı O’nu herkese anlatmak isteyen yanım. Söyleyene değil söyletene bak, demişler… Aylardır yazamadığım yazı nihayetine erdiğine göre… Yazana değil yazdırana bakmalı bence de… Ve huzurunuzda sormak isterim kendisine: “Senin bu ellerinde ne var? Yazdıkça yazmak istiyorum seni…” diye…


(¹)Orijinal adı Stepmom olan, Türkiye’de Omuz Omuza adıyla gösterime giren Chris Columbus tarafından yönetilen,  başrollerini Susan Sarandon, Julia Roberts ve Ed Harris’in paylaştıkları, 1998 yapımı dram-komedi filmi.

(²)Bazı şarkılar sözüyle, müziğiyle ve yorumcusuyla özel bir armağan gibidir… https://www.youtube.com/watch?v=sTVzvNXxbFg

(³)Bazı şiirler de öyle… Göğe Bakma Durağı, Turgut UYAR

Sonsöz: Bebeklik ve çocukluk dönemleriyle ilgili yorumlarımın hiçbir pedagojik amaç içermediğini, böyle bir amaca hizmet etmesinin zaten mümkün olmadığını; sadece hayatı tüm evreleriyle bir bütün olarak okumak gerektiğini düşünen, sorduğu sorulara kendince ipuçları aramaya ve hayatı bu yolla anlamaya meraklı birinin kendince iz sürme çabası olduğunu belirtmek isterim.

 

Elif Demirbaş TOPCU
Latest posts by Elif Demirbaş TOPCU (see all)