Peki, “Söz” Hangi “Millet”in?

Batı dillerindeki ‘nation/nacion’ bizdeki ‘millet/ulus’ terimi ‘doğmak’ anlamındaki, Latince ‘nasci’ fiilinden türemiş. Eric Hobsbawn’a göre, ilk kez 1740 yılında ansiklopedist Johan Heinrich Zedler ‘ulus’u, ortak adetleri, ahlaki gelenekleri ve yasaları paylaşan birleşmiş bir grup şehirli anlamına kullanırken, İspanya Kraliyet Akademisi Sözlüğü’nde ‘nacion’ terimi 1884’den önce ‘bir eyalet bir ülke ya da krallıkta oturanların toplamı’ anlamında kullanılmış.

Terim 1884’den itibaren devlet ve toprakla ilişkilendirilerek kullanılmaya başlanmış. ‘Aynı etnik kökene sahip olan, genelde aynı dili konuşan ve ortak bir geleneği paylaşan insanların oluşturduğu kolektif’ şeklindeki tanım ise ancak 1925 yılında yapılabilmiş.

Yine Hobsbawm’a göre İngilizce ve Fransızca’daki ‘nation’ da, modern öncesi dönemde ‘doğum, soy ve mevki’ ile ilişkili olarak kullanılmış. Bu yaklaşımından anlaşılacağı üzere, Hobsbawm, ‘Modernist’ akımın temsilcisi. Aslında söze modernistlerle başlamak hatalı oldu. Çünkü Johann Gottlieb Fichte (ö. 1814) ve Johann Gottfried Herder (ö. 1803) gibi ‘İlkçiler’e (Primordialistlere) göre uluslar tarihin belli bir döneminde, belli şartlar altında ortaya çıkmamış, yani modern değildirler aksine ezelden beri vardırlar. Onların ulus diye adlandırılmaları sonradan olmuştur. İlkçiler, ‘doğalcı’, ‘biyolojik’ ve ‘kültürel’ olarak birbirinden çok farklı üç kol halinde tezlerini geliştirmişler.

‘Modernistler’ ile ‘İlkçiler’ arasında bir yerde duran ‘Etno-Sembolistler’e göre milletler tarihdışı ya da tarihötesi bir kavram olarak kabul edilen ve modern öncesi dönemde ortaya çıkan etnik grupların modern ihtiyaçlara uyarlanmasından başka bir şey değil. Yani modern bir kavram ve oluşum olarak ‘ulus/millet’, modern öncesi döneme ait bir kavram ve oluşum olan etniklik etrafında örülmüş, çoğu zaman onu aşan veya ondan farklılaşmış. Böylece pek çok farklı ulus tanımı yapılabilir.

Elbette ‘millet/ ulus nedir?’ sorusunu cevaplarken karşımıza birçok alt başlık çıkar. ‘Sosyolojik olarak millet’, ‘tarihsel olarak millet’, ‘hukuksal olarak millet’, ‘siyasal olarak millet’ veya ‘yurt’, ‘yurttaş’, ‘devlet’, ‘ulus/milli-devlet’, ‘ulusçuluk/milliyetçilik’,’ ‘ulusal azınlık’ gibi terimler ve bunların alt başlıkları veya kesişim kümeleri olarak, örneğin ‘topraksal milliyetçilik’, ‘etnik milliyetçilik’, ‘kültürel milliyetçilik’, ‘siyasal milliyetçilik’ veya bunların da alt başlıkları veya kesişim kümeleri var.

Bu teorik tanımların hayata nasıl yansıdığına dair çağdaş edebiyatçı Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler adlı kitabında şu örneği verir: “(…) Saraybosna’dan ayrılmayalım daha. Hayali bir anket için düşüncelerimizde orada kalalım. Sokakta elli yaşlarında bir adam inceleyelim: 1980’e gelirken bu adam şöyle derdi: ‘Ben Yugoslavım!’, gururla ve gönül koymadan, daha yakından sorular sorulduğunda Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde yaşadığını ve bu arada Müslüman geleneği olan bir aileden geldiğini belirtirdi. 12 yıl sonra, savaşın en şiddetli günlerinde aynı adam hiç duraksamadan ve bastırarak şöyle cevap verirdi: ‘Ben Müslüman’ım!’ Hatta belki de şeriat kurallarına uygun bir sakal bırakmış bile olurdu. Hemen arkasından Boşnak olduğunu ve bir zamanlar gururla Yugoslav olduğunu vurguladığının kendisine hatırlatılmasından hiç hoşlanmadığını eklerdi. Bugünse adamımızı sokakta çevirsek, önce Boşnak, sonra Müslüman olduğunu söyleyecektir, düzenli olarak camiye gittiğini de belirtecektir; ama ülkesinin Avrupa’nın bir parçası olduğunu ve bir gün Avrupa Birliği’ne katılmasını umut ettiğini söylemeden geçemeyecektir. Aynı insana bir yıl sonra aynı yerde rastlasak, acaba kendini nasıl tanımlardı? Aidiyetlerinden hangisini en başa koyardı? Avrupalı mı? Müslüman mı? Boşnak mı? Başka bir şey mi? Belki de Balkanlı mı?

Amin Maalouf daha sonra şöyle devam eder: “Bütün dönemlerde, meşru olarak ‘kimlik’ denilebilecek kadar her koşulda ötekilerden son derece üstün, tek bir ana aidiyet olduğunu düşünen insanlar olmuştur. Kimileri için ulus (millet). Kimileri içinse din ya da sınıf. Ama hiçbir aidiyetin mutlak surette baskın çıkmadığını anlamak için dünyada olup biten farklı çatışmalara bir göz gezdirmek yeter (…) Türkler de Kürtler de Müslüman, ama anadilleri farklı, çatışmaları bu yüzden daha mı az kanlı? Hutular da Tutsiler gibi Katolik ve aynı dili konuşuyorlar, bu onların birbirini katletmelerini önleyebildi mi?”

Amin Maalouf’un başka olaylarla da örneklediği bu durumu çağdaş Fransız felsefecisi Etienne Balibar şöyle özetler: “Günümüz dünyasının çelişkisi şudur: İnsanların doğaları gereği kendilerini ‘evlerinde’, biz bize hissedecekleri bir ulus-devlet tahayyül etmek, sonra bu devleti içinde oturulmaz kılmak. Durmadan düşmanın ‘içeride’ olduğunu keşfederek, ‘dış’ düşmanlar karşısında birleşmiş bir cemaat oluşturmaya çalışmak. Böyle bir toplum siyasal olarak tam anlamıyla yabancılaşmış bir toplumdur.”

Biraz daha umutsuzluğa kapılmak ve sonra küçük de olsa umutlanmak için Immanuel Wallerstein’le devam edelim: Hiçbir şey bize bir halkın kim ya da ne olduğundan daha aşikar görünmez. Halkların adları vardır, çok tanıdık adlar. Uzun birer tarihe sahipmiş gibi görünürler. Buna rağmen her anketçi bilir ki muhtemelen aynı ‘halk’tan olan birine ‘siz nerelisiniz?’ diye açık uçlu bir soru sorulduğunda alınan cevaplar inanılmaz derecede çeşitli olacaktır, özellikle de konu o sırada siyaset sahnesinde değilse… Ve siyaset sahnesini izleyen herkes şu isimler etrafında çok ateşli tartışmaların döndüğünü bilir: Filistinli var mıdır? Yahudi kimdir? Makedonyalılar Bulgar mıdır? Berberiler Arap mıdır? Doğru etiket hangisidir: Zenci, Afro-Amerikan, Siyah (büyük harfle), siyah (küçük harfle)? Bu etiket sorunu yüzünden insanlar her gün birbirlerini vuruyorlar. Buna rağmen tam da bunu yapanlar meselenin karmaşık ya da şaşırtıcı olduğunu ya da o kadar açık olmadığını idrak etme eğilimindedir.”

Bugün içinde bulunduğumuz durumu ne kadar güzel özetliyor değil mi Maalouf, Balibar ve Wallerstein?

Modernistlerden Benedict Anderson ise sözü dolandırmadan konuşmuş: “Milliyetçilik modern kalkınma tarihinin patolojisidir ve tıpkı bireylerdeki ‘nevroz’ gibi kaçınılmazdır, köklerini toplumlar için çocuksuluğun dengi olan ve dünyanın büyük bir kısmına dayatılan çaresizliğin ikilemlerinde bulur ve o da tıpkı nevroz gibi muğlaklığa bürünür, bunaklığa doğru ilerler ve tedavisi mümkün değildir.”

Ancak ne yazık ki, ne ulus-devlet, milliyetçilik ideolojisi, hatta ırkçılık, ne Türkiye’de gözden düşüyor, ne de dünyanın başka yerlerinde! Hatta bazı durumlarda cazibesini daha da arttırıyor. 194 ulus-devlete karşılık 3.200 dilsel, etnik, ulusal grubun yaşadığı dünyamızda, kendi ulus-devletini kurmaya çalışan, konfederasyon, federasyon ya da özerklik peşinde koşan yüzlerce grup var. Örneğin Basklar, Katalanlar, Kıbrıslı Türkler veya Kürtler için, dünyanın en büyük mutluluğu kendi ulus-devletlerini kurmak gibi görünüyor. Bunda bir gariplik yok aslında. Küreselleşme denen olgu, insanları hem sosyokültürel, hem de coğrafi anlamda yerlerinden ederken, onları yeni karşıtlıkların içine soktu, dolayısıyla da yeni dayanışma biçimleri aramaya itti. Bu arayışlar bazı hallerde ulus-devlet aidiyetini aşan, evrensellik ya da bölgesellik iddiası taşıyan AB gibi oluşumları güçlendirirken, bazı durumlarda yerellik iddiası taşıyan ayrılıkçı duyguları geliştirdi. Özellikle de Türkiye gibi egemen unsur dışındaki aidiyetleri tanımamakla kalmayıp onları ezmeye, yok etmeye çalışan yapılarda… Bu yüzden, ‘milliyetçilik kötüdür’ deyip kestirip atmak yerine, insanoğlu, etnik, dinsel, ulusal, kültürel, dilsel kimliklerle değil de, başka hangi kimlikle kendini mutlu ve güvende hissedebilir, hangi kimlikle hem kendini hem de içinde yaşadığı toplumu geliştirebilir, güzelleştirebilir sorusuna bir an önce cevap bulmamız gerekiyor.


Özet Kaynakça: Eric Hobsbawm, 1789’dan günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Mit, Program, Gerçeklik, Çeviren: Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, 1995; Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, Çeviren: Büşra Ersanlı Behar, Hil Yayınları, 2008, Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, Çeviren: İskender Savaşır, Metis Yayınları, 1993; Anthony D. Smith, Ulusların Etnik Kökeni, Çeviren: Sonay Bayramoğlu, Hülya Kendir, Dost Kitabevi Yayınları, 2002; Etienne Balibar-Immanuel Wallerstein, Irk Ulus Sınıf, Belirsiz Kimlikler, Çeviren: Nazlı Ökten, Metis Yayınları, 1993.

Ayşe HÜR