Organik yaşam

Siyasetin, o korkağı kahraman, hümanisti hain, tüm insanlığın birliğini savunanı bölücü yapan yanı bıktırıcı bir hal aldı artık. Uygar zamanlar, siyaseti, savaşın bir aracı; savaşı, siyasi çözümsüzlüğün uzantısı yaptı. Barışın ise nihai bir amaç değil, savaşlar arası bir dönem olduğunu ögretti bize. Savaşı, ister uluslar arasında, ister kültürler arasında, ister kadın erkek arasında düşünün, işin içine mutlaka siyasetin karıştığını görürsünüz. İçine siyaset kaçmış bir barış, gerçek bir barış değildir zaten.

Uygar dünyada siyasetin bizler için ne yaptığını Gündüz Vassaf’ın aklıyla okumayı çalışırsak: “Onurumuzu avukatlara, çocuklarımızı uzmanlara, topraklarımızı makinelere bıraktığımızdan, bizi korusun diye atımızı, silahımızı teslim edip devlete sığındığımızdan beri ne kaldı geriye? Kendisini korumaktan, yaşatmaktan aciz, geleceğin kulları olan bizler için…”

Geriye kalan, kimliğini markaların kimliğinde arayan ve orada bulduğunu düşünen insanlar… Uygarlığın ruhunun, bizi getirip bıraktığı yer, burası. O ruhu giyinen beden, giysiden başka bir şey değil artık. O bedene, başka bir ruh giydirme talebi henüz yok bugün. İşte adına “uygarlık” dediğimiz modern zamanlar, kişinin bedeniyle değil ruhuyla meşgul aslında. Yani bir çeşit ruh terziliği yapıyor. Nasıl giyinip, ne yiyeceğine; kendini nasıl iyi hissedebileceğine; hayatı algılama tarzına o karar veriyor. Ölçüp biçiyor; söz konusu ruhu taşımayan bedeni ölü beden olarak resmediyor.

Buna çok rahatlıkla plastik/yapay yaşam diyebiliriz. Bazı insanlar -ki bunlar çoğunluğu temsil ediyor- mevcut, plastik/yapay tanrılara bağlı kalmaktan yana, bazıları yeni tanrılar edinme peşinde, bazıları -bunlar azınlıkta olanlar- tanrılarla tüm ipleri koparmaktan yana. Bunlardan hangisine uymak caizdir acaba!

Oysa başka bir uygarlık gerekli bize; ellerimi elleri, kalbimi kalbi bilen, doğruluğundan kuşku duymayacağımız, üzerinde bir tartışmayı bile gereksiz göreceğimiz günler gerek bize. İnsan yıkmalı artık aklında kendine ait olmayan krallığı. Ancak o vakit yüreğinde kendine ait bir mekân tutar. Yaşamın her anını şölene dönüştürmek bu ucube uygarlığın yıkılmasına bağlı. Ellerini insanların kanına bulaştıran tüm kötülüklerin uygarlık zamanlarında gerçekleşmesi bir tesadüf mü? Dünyanın bir kıyım alanına dönüşmesini başka nasıl açıklayabiliriz ki?

Bir cinayet mahallinde yaşıyoruz, bu açık… Böylesi bir cinayet mahallinin yakınında bile bulunmanın sakıncalı olduğunu nasıl anlatmalı insanlara? Kaldı ki dünyanın her yanı bir cinayet mahalli artık. En kanlı savaşların “izleme” rekoru kırması ne büyük trajedi bizim için. Uygarlığın ve siyasetin en sade gerçeği bu dramın yaşanması değil mi? Bu drama katlanamayanlara gösterilen tek adres psikiyatri klinikleri ya da Sarayburnu… Uygarlığın siyaseti, gecenin karanlığının tüm şehri ele geçirmesi gibi istila etmiş bedenleri.

Bize, bedenimizin sınırlarını yumuşatan, dünyadaki sınırları gereksiz, geçersiz kılan, giysiyi değil, bedeni önemseyen duygular gerek. İçinde organik, kıpır kıpır bir şey olan düşünceler… Yaydığı duygunun, sanki güzel bir kokusu varmış gibi, başkalarına da ulaşabilen duygular gerek bize. Bize ışığını sadece güneşten alan değil -bunu bitkilerde yapıyor-, ışığını diğer insanlara yayabilenler gerek.

Gözlerinde yeni bir adayı keşfettiğimiz birilerinin olduğunu ummak ne kadar da heyecan verici bir şey olurdu. Böylesi bir “lüksü” neden esirger insanlar birbirinden? İçinde bulunduğumuz toplumsal yapı ve entelektüel iklim, sanki birinin bedenini bedenim yapmayı, tenimi teni yapmayı yasaklayan alışkanlıklarla dolu. Oysa böylesi bir sevinci ölmeden önce yaşamak ne hoş olurdu. İnsan yaşantısında, sevincin mayasını oluşturması beklenen mutluluk duygusu, hep özlemi duyulan bir şey oldu. İdeolojilerin gösterdiği istikamette arandı taze, organik mutluluk. Denedik. Denedikçe başarısız olduk. İdeolojilerin vadettiği evrensel mutluluk bir hayal olarak kaldı… Zira ideolojiler, mutluluğun ancak, herkesi kendilerine inandırdıklarında gerçekleşeceğini umdular. Yanıldılar. Çünkü, biz insanlarla kendileri arasında bir hiyerarşiyi kaçınılmaz kılan sistemler dayattılar.

Hangimiz istemeyiz ki çiçekler, böcekler, memeli, memesiz canlılar, yanımızdan çene çalarak geçen kuş sürüleri kadar doğru bir hayat yaşamayı. Onlar yaşamlarıyla bize örnek teşkil ederken dillerinden anlayan anlamayan insana nasihat da veriyorlar. Doğa böylesine organik bir yaşamla dolup taşarken, insan öldürme / yaşamı sonlandırma fikriyle dolup taşmakta. Bu durum, insanların sosyal becerisinin diğer canlılardan kat be kat gerisinde olduğunun kanıtı gibi. Ne insanın kendisi, ne ürünü olduğu doğa güvencededir artık. Hatta gökyüzü bile güvencede değildir. Ozon tabakasının durumu malum…

O yüzden, “izm”li, “ist” li formüllerden giderek uzaklaşmalı. Uygarlık, siyaset, ideoloji bu üçlü birbirinden ayrılamayan sacayağı. Onlar plastik/yapay… Tamam, yakınlarında bir müşteri çevresi oluşturmak istiyorlar; anlıyorum. Ancak bunlar yeni/organik bir yaşam ve gelecek inşasında kullanılabilecek argümanılar değiller.

O, insandaki aklıbaşındalık hali; o, karakter gücü; o, özgünlüğün kazandırdığı özgürlük duygusu ne de çok yakışırdı bize… O vakit, en küçük bir endişe duymadan, gerektiğinde emanet etmek isterdik kendimizi birbirimize…

Bize organik bir yaşam gerek…

Ali Rıza GELİRLİ
Latest posts by Ali Rıza GELİRLİ (see all)