1 Nisan 2012-30 Eylül 2012 tarihleri arasında 6 ay bizim üniversiteden ücretli izin alarak, Virginia Commonwealth Universitesi, Virginia Psikiyatri ve Davranış Genetiği Enstitüsü’nde (Virginia’nın başkenti- Richmond) çalışan, doktora tez danışmanım ve dostum, Fazil Aliev’in Enstitü’den davet mektubu üzerine İngilizce sınav belgem olmadığı halde araştırmacı olarak bulundum. Amerika’da genelde herkesin arabası var. Neredeyse tuvalete bile arabayla giderler. Yemeklerini bile arabadan inmeden sipariş verir, alır arabalarında yerler. Ulaşım sıkıntısı olmasın diye, Enstitüsü’ye yaklaşık 30 dakika mesafede, benim gibi ev arayan ve evde sigara içilmesinde sorun görmeyen, kendisi de sigara içen, işsiz olduğunu sonradan öğrendiğim, doğma büyüme Richmond’lı, benden yaklaşık 10 yaş büyük İç-mimar (ressam) Christopher Rebman ile bizim Ankara’daki oturduğumuz Kurtuluş semtine benzeyen mahallede, East Marshall sokağında sadece yerde halısı olan iki katlı ve sokağa bakan küçücük verendası olan yaklaşık 100 senelik eski bir evi 600 dolar Chris, 600 dolar ben verecek şekilde kiraladık. Elektirik, su vs. gibi masrafları da yarı yarıya karşılamak üzere sözleşme yaptık.
Fazil Hoca tek başına yaşıyordu. İstesem hiç kira vermeden Fazil hoca’nın evinde kalır, onun mis gibi klimalı arabasıyla rahat rahat gider gelirdim. Richmond’ın Mayıs ayından sonra 40 derece sıcak olduğundan haberim yoktu. Elimde küçük bir bavulla Fazil Hoca beni hava alanında karşılamış ve onun evine gitmiştim. Küçük bir sırt çantası almıştım yanıma, içinde bir laptop ve eşimin yaptığı puhaçalar vardı. Zaten Washington hava limanındaki kontrolde puhaçalar peynirli diyeceğime etli demişim ki puhaçaları parça pinçik didikleyip yenmez hale getirdiler. Peynirli olduğunu görünce bıraktılar. Bavulun dörtte biri zaten baharatla doluydu. İki pantolun, 2-3 tişört, 1 mont, 1 terlik, 1 yedek ayakkabıyla gittim. Bir de 6 ay yetecek kadar tansiyon ilacı ve diğer ilaçlarım vardı. Fazil Hoca 10 gün sonra falan yaklaşık 1 ay kalmak üzere Türkiye’ye gidecekti. Biz evi onla bulduk ve ben tuttuğumuz eve taşınmadan önce o Türkiye’ye gitti.
Chris’le tuttuğumuz ev çok pisti, taşınmak değil de, çünkü taşıyacak sadece bir bavulum vardı. Eve yerleşmek için boya badana ve temizlik gibi işlerin yapılması gerekti. Fazil Hoca sedir gibi bir yatak verdi, bunu götürürsün bunda yatarsın dedi. O gitti, kaldım yalnız başıma. Tüm otobüs tarifelerini çıkardı internetten, şuna binecen inecen ondan buna binecen diye tarif etti. Ama otobüsler ancak Enstitüye 10-15 dakikalık mesafeye geliyordu. Benim Chris’le görüşmem için tuttuğumuz eve 30 dakika daha yürümem gerekiyordu. Fazil Hoca’yla bana bir telefon aldık kontor yukledik ama ben Chris’i hiç anlamıyordum ki, tüm konuşmalarımı Fazil Hoca tercüme ediyordu. Ancak yüz yüze konuşursam anlaşırız diye Chris’in yanına gidiyordum. Chris, tuttuğumuz evin bir odalı bodrum katında yaşıyordu. İçini nerden bileyim. Onun da hiçbir şeyi yokmuş.
Gitmişken, Amerikalılar nasıl yaşıyorlar, ne yapıp ne ediyorlar, ne yiyip ne içiyorlar anlamam gerektiğini düşündüm. Güya İngilizcemi geliştirecek, Türkiye’ye gelip İngilizce sınavına girecek, 70 puan alıp YÖK’e Doçentlik sınavı için başvuracak, kabul edilirse de diğer sözlü sınav vs. gibi rampaları atlayıp Doçentlik unvanını alacaktım. Sonra da, Üniversitenin Doçentlik kadrosu açmasını bekleyecek, açılırsa sınava girecek, geçersem de kadrolu Doçent olacaktım. Bu arada bizim üniversitenin Doçentlik kadrosuna başvurmak için gereken kriterleri neredeyse iki katına çıkarttığını belirtmek isterim. YÖK, İngilizce sınavından 65 istiyorsa Üniversite 70 puan istiyordu o zaman. Şimdi Doçentlik kadrosuna başvurmak için ilk koşul 80 almak.
Amerika’da Richmond’da doğma büyüme Amerikalı Chris ile kaldığım (roommate diyorlar) evden, 12 Eylül 2012 sabahı çıkarken, kapıya yapıştırılmış olarak bulduğum, içinde de el yapımı, el yazısıyla süslenmiş zarfların olduğu, doğum günümü kutlayan hediyeden başka elimde bir şey yok. Chris, yan komşumuz Kelli, erkek arkadaşı Brian ve onların evinde kalan Teksas’lı 100 kelimesinden ancak 2’sini anladığım Jovome’ye, yarın doğum günüm olduğunu söylemiş. Onlar da bu güzel el emeği süslü kağıtları hazırlayarak kapıya yapıştırmışlar. İnanın hayatımda böyle bir hediye almadım. İşsiz parasız bazen köpeğine aldığı tavukları pişirip yiyen Chris, gitmiş bir sürü malzeme almış, bir komşumuzun evinde tanıştığımız ve beni arabasıyla canlı rock müzik çalan barlara götürüp arabasıyla da eve bırakan Fedex de, günde 12 saat çalışıp asgari ücretle yaşayan arkadaşım Breet’i de arayıp çağırmış. Akşam eve geldim, kocaman bir pasta yapmışlar. Kelli’ler, Breet, onların birkaç arkadaşı, diğer yan komşumuz John Winner ve birlikte yaşadığı sevgilisi. Ben de aceleyle 20 dakika yürüme mesafesinde bulunan markete, sert alkollü içkilerin satıldığı dükkana gittim. Bir sürü viski, votka yoğurt, salatalık sarımsak falan aldım geldim. Sarımsaklı cacık yaptım. Oturduk yedik içtik.
Amerikalılar kadar çok içen görmedim. Bizim burada 35’lik rakı içip bununla övünürler ya. Aslında ben de çok içerim ama Jovome, sabaha kadar iki litrelik viski içti ve sabaha kadar ancak 2-3 kelimesini anladığım sohbete devam ettik. Gerçi geleli 5.5 ay olmuş ve azcık felsefe tartışacak kadar konuşmaya başlamıştım. Kelli hem çalışıyor hem de çevre mühendisliği bölümünde doktora yapıyordu. Brian çoğu müzik aletini çalan, enstrüman dersi vererek hayatını kazanan çok iyi bir gitarist ve müzik öğretmeniydi. Determinizm, rasgelelik gibi konularda konuşmaya çalışırdık. Bazen ikinci gitarını bana verirdi. Semiha Yankı’nın seninle bir dakika şarkısını çalabildiğim kadarıyla öğrettim. Ahmet Kaya’yı dinlettim bol bol. Eşim Nuran’ın TRT’de program yaparken kaydettirip youtube’da yayınladığı, söylediği türküleri gösterip, dinlettim. Cuma, Cumartesi akşamları Amerikalı çalışan emekçiler için kutsal bir gündür. Komşular birinin evinde toplanır, sabahlara kadar içilir sohbet edilir. Chris’le ben paramız olmadığından her davete katılırdık.
Amerikalılar buna parti diyorlar. Bizim partiler cıstaka cıstak müzikle dolu olur. Davet edecek komşu bir gün öncesinden kapıya not yazar ve şu saatte bu evde parti yapıyoruz diye yazar. Partiye komşu davetliyse, davet eden tanımasa bile komşunun arkadaşının da gelmesine çok sevinirler. Chris beni tanıtmaktan çok hoşlanır, tanıştırırken hemen Matematikçi olduğumu söylerdi.
Amerikalılar Matematikçilere hayranlar. Sen zekisin öyleyse, derler, nerede araştırma yaptığımı sorarlardı. VCU’da, Psikiyatri Bölümü’nde davranışsal genetik kısmının bağımlılıkla ilgili bölümünde ziyaretçi araştırmacı olarak çalıştığımı öğrenince daha da çok ilgilerini çekerdi. Chris beni övmek için Levent aynı zamanda Poet (şair) derdi. Fazil Hoca’ya Kimsesiz Şiirler adlı kitabımı getirmiştim. Verememiştim yanımda duruyordu. Chris’e Türkçe okurdum. İçinden bildiğim bir iki kelimeyi de İngilizce sözlükten bulur anlatırdım. Chris (İsa) demek. Chris’e “Allah büyüktür” lafımızı öğrettim. Kötü bir şeyler olduğunda Chris ve çoğu Amerikalı everything is going to be fine (her şey güzel olacak) der. Daha sonraları Chris’le ben kötü bir şey olduğunda “Allah is great” derdik. Müzisyen komşumuz Brian çok birikimli bir çocuktu, dilim dönse de dönmese de onunla Marx hakkında konuşmaya çalışırdım, gitar çalıp bira içerken. Eylül’ün sonlarına doğru İngilizce yazdığım bir şiirimsiyi Chris iki saat uğraşarak Şiir haline getirdi. Ama şimdi o şiir de elimde yok.
Kaldığım ev, uzun yıllar hayatı hastalık ve yoksullukla geçen yaşamına rağmen, hayatı boyunca üretmiş olan, polisiye edebiyatın atası, sayısız makale ve öykü yayımlayan, benim sadece şairliğini bildiğim Edgar Allan Poe’nun yaşadığı evin 200 metre ilerisinde, yolumun üzerindeydi. Evini müze haline getirmişler. 2-3 ayda bir etkinlik yapılıyordu evin iç bahçesinde. İki kez de onların tiyatro ve şiir etkinliğine katıldım. Sadece bira paralıydı, diğer yiyecek içecek ikram olarak veriliyordu. Ben Richmond’da misafirim, ben de biraz şiir yazıyorum deyince müzeye giriş parası da almadılar. Hatta İngilizce yazmaya çalıştığım, ne demek istediğimin belli olmadığı, zor anlaşılan bir şiirimi de kağıda yazıp müze yöneticisine hediye ettim. Türkiye’li olduğumu öğrenince ilk işi Nazım Hikmet’ten söz etmek oldu.
Türkiye’de, İngilizce sınavını geçememiştim ama Amerika’da E.A. Poe’nin yaşadığı evde, evi müze haline getiren müze müdürüne şiirimi vermiş ve onlardan şiir dinleyip Nazım Hikmet’i anlatmaya çabalamıştım. Bu, tüm sınavları geçmekten daha mutluluk vericiydi benim için. 2012’de 6 ay yaşadığım Richmond’da ve halen görüştüğüm Amerikalı emekçi dostlarımla, ortak bir tane bile fotoğrafım yok. Bir doğum günü hediyesi süslü karton kağıt bir de Chris’in yaptığı yağlı boya resimlerinden oluşan albümünden verdiği bir fotoğraf var yanımda.
1 Ekim 2012’de, Richmond’dan başka hiç bir şehri görmeden Türkiye’ye geldim. Daha sonraki aylarda ÜDS sınavına başvurdum. Sınav ne zamandı tam hatırlamıyorum ama sanırım Gezi Eylemleri başladığı tarihlerdi. Yollar kapatılır belki diye, annesiyle ikinci bir tuvalet arayan kız gibi, Kurtuluş’tan sınava gireceğim Çankaya taraflarındaki adını hatırlamadığım okula bir gün önce yürüyerek gittim. Ertesi gün sınava girdim, sonrasında sonuç açıklandı, sınavdan 35 mi aldım, daha mı altındaydı hatırlamıyorum.
Ankara, 03.07.2020 Saat : 04:30
- O güvercinin zindanı ve çatıdan kaçış hikayesi - 22 Nisan 2021
- Bir Dişe Aşık Olmak / Fibonacci Dizisi – Altın Oran - 9 Mart 2021
- “Ne çok alçaktan uç, ne çok yüksekten!”, Daedalus* - 1 Mart 2021