Ölümleri Siyasallaştırma(ma)k

Özellikle hükümete yakın duran yazar-çizerlerin bir bölümünde Tahir Elçi’nin ölümünün, elde kanıt olmadığı halde güvenlik güçlerini suçlayanlarca siyasallaştırıldığı yönünde bir eğilim oluştu. Bu eleştiride haklı bir nokta var: Kimse, elinde kanıt olmadığı halde kesin hükümlerle konuşmamalı –tabii bu eleştiriye muhalif liderler kadar, televizyondan gördükleri üzerinden balistik inceleme yapan hükümet yanlısı yazarlar da dahil. Ancak ‘ölümler siyasallaşmasın’ diyenlerin gözden kaçırdığı iki nokta var: Birincisi, Türkiye’deki ölümlerin sürekli “şüpheli” olması, muhaliflerin paranoyasından değil, hakikatleri ortaya çıkarması beklenen devlet kurumlarının ve medyanın işlevsiz kalmış olmasından kaynaklanıyor; ikincisi, Elçi’nin ölümünün istisnai niteliği, Türkiye’deki siyasal cinayetlerin belirli kesimleri hedef aldığı gerçeğini değiştirmiyor. Siyasal cinayetlerle yüzleşmek onları siyasallaştırmamaktan değil, onlara neden olan siyaseti aşmaktan geçiyor.

Tahir Elçi’nin öldürülmesi gibi bir olay, siyasal nedenlerden tamamen bağımsız olarak, kazara ya da siyaset dışı nedenlerden olmuş olabilir mi? Elbette ki olabilir; bunun tarihte örnekleri var. Müziği kadar siyasi görüşleriyle de öne çıkan John Lennon’ı öldüren Mark Chapman, cinayeti siyaset dışı amaçlarla işlediğini söylemişti örneğin. Hepimizin iyi bildiği bir örnekle açıklamak gerekirse: Turgut Özal’ın, Kürt sorununun çözümü konusunda sivil ve askerî kadrolarla ters düştüğü bir dönemde, Nisan 1993’te ölmesi suikast kuşkusunu gündeme getirdi. Ancak şimdilik bu iddiayı şüphe bırakmayacak kadar kesin bir şekilde kanıtlayan deliller öne sürülemedi. Bir kişinin tam da hedef gösterildiği dönemde ölmesi “mânidar” olsa da, bu durum, ölümün nedenini açıklayan tek kanıt olarak öne sürülemez tabii ki.

Evet, siyasi cinayete benzeyen ölümler bazen siyaset dışı nedenlerle de gerçekleşebilir ama şüpheleri ortadan kaldırmak için düzgün işleyen bir yargı mekanizması ve özgür basın gereklidir. Tahir Elçi’nin ardından muhalefeti ölüm tüccarlığıyla suçlayanların dile getiremedikleri şey, bu kurumların Türkiye’de olmadığı, bu yüzden resmî açıklamaların insanları tatmin etmediği gerçeği. Yargının altüst edildiği, hükümete ters giden savcı ve yargıçların disiplin soruşturulmasına tabi tutulmasını bırakın, doğrudan tutuklandığı, gazetecilerin mesleki faaliyetleri yüzünden tutuklu yargılandığı, medyanın önemli bir kısmının zorunlu bağış havuzuyla kurulduğunun herkes tarafından bilindiği bir ülkede “insanlar neden her şeyden şüphe ediyor?” diye sormak pek anlamlı olmuyor.

İktidardan hesap soran kurumların bilinçli olarak çökertildiği ülkelerde muhalif şüpheciliğin ne kadar uzun soluklu olabileceğinin bir örneği, Şili’den gelsin: Nobel ödüllü şair Pablo Neruda, Şili’deki askerî darbeden on iki gün sonra, 23 Eylül 1973’te, resmî açıklamaya göre prostat kanserinden öldü. Stadyumlar, hapishaneler dolusu muhalifin katledildiği bir ortamda Neruda’nın “eceliyle” öldüğünün söylenmesi birçoklarına inandırıcı gelmedi ama diktatörlük dönemi boyunca aksi yönde delil toplamanın olanağı yoktu. Ölümünden kırk iki yıl sonra dahi Neruda’nın zehirlendiğini iddia edenler vazgeçmedi; en son Kasım 2015’te, demokratik hükümetin İçişleri Bakanlığı, şairin, ağrı kesicinin kalp krizini tetiklemesi sonucu ölmüş olabileceğini kabul etti ama ortada kötü niyet olduğunu gösteren bir kanıt olmadığını da ifade etti. Bu örnek, ölümün nasıl gerçekleştiğinden bile daha önemli bir sorunu vurgulaması açısından önemli: Hakikatle bağlantısını koparan bir siyasal sistem, kaçınılmaz olarak güvensizliğe ve şüpheciliğe yol açıyor.

Şüpheli ölümler bahsini kapatalım ve siyasal cinayetlerin siyasallaştırıldığı totolojisinin üstüne gidelim. Bugün Türkiye’de siyasal şiddetin hedefi olan iki grup var: (1) silahlı çatışma halindeki askerler ve PKK mensupları; (2) başta HDP ve bileşenleri olmak üzere, örgütlü sol muhalefet. [1]  Türkiye’de herkesi hedef alan bir şiddet sarmalı değil, spesifik hedeflere yönelen bir şiddet var. Çatışmasızlığın bitmesi yüzünden silahlı çatışmalar yeniden başladı; Kürt sorununun çözümü konusunda Erdoğan ve AK Parti’nin ayak sürümesine muhalefet eden HDP ve bileşenlerine yönelik nefret söylemi ve linç kampanyaları nedeniyle de bu gruplara yönelik terör saldırıları tırmandı. Dahası, hükümetin Suruç ve Ankara saldırılarının mağdurlarına yönelik kayıtsızlığı, belirli bir kesimin bu katliamlara sosyal medya üzerinden sevinmesi, katliamların ciddiyetle araştırılması beklenirken “kokteyl terör” gibi hiçbir delile dayanmayan iddialarla işin sulandırılması, muhalif kesimlerde, yaşamda olduğu kadar ölümde de onulmaz bir ayrışmaya doğru gittiğimiz düşüncesini güçlendirdi.

Siyasal nedenlerle gerçekleşen ölüm, tanımı gereği siyasaldır ve siyasallaştırılır. Hele hele hakikati ortaya çıkarması gereken kurumlara güven kalmamışsa, hükümet, faili olmasa bile her şiddet eyleminden sonra eleştirilir. Buna itiraz etmektense siyasal ölümlerin önüne geçmek için neler yapılabileceği tartışılmalı. Çatışmasızlığa geri dönme yolları aramak, nefret diline karşı duyarlı olmak, bağımsız ve etkin çalışan yargı kurumları kurulmasını savunmak, onların yetersiz kaldığı yerde meclis araştırma komisyonlarını veya bağımsız hakikat komisyonlarını devreye sokmak, iktidar-medya ilişkisini sorgulamakla işe başlanabilir mesela. Arkadaşlarının cenazesini kaldıran insanları ölümden rant devşirmekle suçlamaktansa, ölümlere neden olan siyaseti dönüştürmeyi talep etmek, zülfüyâre dokunduğu için zor gelebilir ama ölümün de ölümün siyasallaşmasının da önüne geçmek için tek yok bu.


[1] Kadına yönelik şiddet ve iş kazaları da siyasal tercihler sonucunda bu kadar tırmandıkları için siyasal şiddet tanımına girmeli ve ortada kasıt varsa, cinayet olarak nitelendirilmeli; sadece yazıyı kısa ve öz tutma amacıyla bu ölümleri mevcut yazının dışında bırakıyorum.