Korkunun Mimarlığı: Bir Rejim ve Sessizlik Üzerine

Bir ülkenin çürüyen binası ve suskunlukla şekillenen rejimi üzerine

Şehrin en kalabalık caddelerinden birinin bittiği yerde. Hiç beklemedik bir şekilde karşımıza çıkıyor. Yüksek duvarları, kirlenmiş pencerelerde camlar toz içinde… korkutmaya çalışıyor. Bu bina gerçek bir yer olabilir; bir mahkeme binası, bir polis karakolu, bir cezaevi. Ama aynı zamanda bir metafordur. Herkesin bildiği, ama adını koymaktan çekindiği bir hakikatin bedenleşmiş hali: devletin şiddet tekeline dönüşmüş sureti. İçine girenin kim olarak çıkacağı belli olmayan, hatta çıkıp çıkamayacağı meçhul bir kara kutu. Burası artık sadece bir mekân değil, bir rejim biçimi. Ve o rejimin ilk yasası, “sus!” emridir.

Bilim, psikoloji, sosyoloji bu suskunluğu açıklamaya çalışır. Milgram deneyleri, Stanford Hapishane deneyi, Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, hepsi bir tür çerçeve sunar bize: bilişsel çarpıtmalar, otoriteye boyun eğme, normatif baskılar… Ama bu açıklamalar, başka bir şeyi eksik bırakır: İnsanın, gördüğü çürümeye razı oluşu. O çürümeyle birlikte yaşamayı kabul etmesi. Hatta bazen onun parçası olmayı içselleştirmesi. Bu, sadece insanın insana yaptığı kötülük değil; insanın kendisine ihanetidir. Ve bu ihanetin seyircisi zaman bile utanır bazen.

Şeytan dürtüyor, soruyorum: İnsan doğasından şiddeti söküp atabilir mi? Doğada şiddeti dışlayan topluluklar, birlikte büyüyen ve birbirini koruyan türler var. Ama insan, hem doğanın bir parçası hem de onun lanetli ötekisi. Aklıyla tanrıları icat etti, etiyle mezbahaları kurdu. Ahlakı yazdı, ama çoğu zaman onu sadece başkalarına uyguladı. Anayasaları bastı, ama ilk ihlal eden hep kendisi oldu. İçindeki hayvandan kaçamadı insan; hatta onu kutsal metinlerle besledi. Marşlarla, bayraklarla, yeminlerle yüceltti. Ve şimdi o hayvanın inşa ettiği, korkuyla ayakta duran bir binadan medet umuyor.

O bina, sadece dışımızda değil; içimize de kurulmuş durumda. Dilimize, düşüncelerimize, rüyalarımıza. Her sabah bir başkasının gözaltına alındığını duyduğumda, içimde bir şeyin yerinden oynadığını hissediyorum. O şeyin adı çoktan silinmiş olabilir ama hissi çok tanıdık: Korku. Görünmez olmak istiyorum bazen. Yazmamak. Konuşmamak. Fakat bu sessizlik, sadece yorgunluktan değil. Bu, türümüzün genetik kodlarına işlemiş bir savunma biçimi: hayatta kalmak uğruna susmak. Ama Borges’in bir yerlerde dediği gibi: bazen susmak da bir tür yalandır.

Ve ben, bu yalanla yaşayamıyorum.

Her suskunluk, zihnimdeki bir kitabı daha eksiltiyor. Her korku, içimdeki bir harfi daha siliyor. Ve eğer bir gün bütün harfler kaybolursa, elimizde sadece o boş bina kalacak. Dışarıda en görünür yerinde hâlâ, “Adalet” yazacak belki, ama içi sadece hiçlikle dolacak. Çünkü yasa, adaletle değil; anlamla var olur. Ve anlam, kelimelerde yaşar.

Bu yüzden yazıyorum. Korkum azalmıyor yazdıkça, ama içinden geçtiğim karanlığın haritası belirginleşiyor. Yazmak, belki bir tür pusula. Belki bir silah değil, ama bir tanıklık. Ve bazen tanıklık, mücadeleden daha fazlasıdır. Çünkü susmak, sadece sessiz kalmak değil; olanı yok saymaktır. Unutmaya izin vermektir.

Yazmak, çöküşün eşiğinde ayakta kalmanın sanatıdır. Ve belki de bu yüzden, her yazı biraz tamamlanmamış bir şiir, biraz zamana atılmış bir çentik. Ama o çentikler çoğaldıkça, o çürüyen binanın duvarlarında çatlaklar oluşur. Ve bir gün, o çatlaklardan biri ışık sızdırır.

Bugün susmak çok kolay. Ama işte tam da bu yüzden, yazmak hiç bu kadar insanca olmamıştı.

Hasan KAYA