Ölüm istiyorlar, öyleyse yaşamak zorundayız…

Ölmek, yaşamaktan çoğu kez kolaydır. Ya ölmemizi isterlerken  yaşamak? Kanımca, en  zor olandır. İçinde bulunduğumuz coğrafyada  ölüm çok yakın insanlara yaşam ise çok uzak. Yaşamak için direnmeyi  seçenler her şeye rağmen yaşamak zorundadırlar. Hele ölmemizi isteyenlere ve bunun koşullarını sık aralıklarla oluşturan ölüm severlere inat yaşamak kanımca doğru olandır. Ölüm severler yaşamı savunanları ya dolaylı ya da dolaysız yollarla infaz etmeyi yaşam tarzı haline getirmiştir. Mecbur kalmadıkça hapishaneye göndermeden işini bitirmek istemi öne çıkmaktadır. Yıllardır bu strateji uygulanmakta ve son ölüm oruçlarında da aynı taktik uygulanmaktadır.

12 eylül sonrasında belli aralıklarla ölüme yatan yüzlerce güzel insan aramızdan ayrılmıştır ve de bu ölümler toplumda çok önemli değişiklikler de getirmemiştir. Belli haklar verilip kısa bir zaman sonra yine geri alınmıştır. Neden? Çünkü hak alma bir demokrasi sorunudur ve bu sorun aynı zamanda bir iktidar sorunudur. Dünyanın hiçbir yerinde zindanlardaki direnişle demokrasi gelmemiştir ve de gelmeyecektir. Peki, bununla yapılan direnişlerin yanlışlığımı anlatılmak isteniyor? Elbette hayır? Anlatılmak istenen yapılan direnişin hangi araçlarla yapıldığı ve değişen koşullara uygun bir dinamizme sahip olup olmamasıdır. Ölüm oruçları bir inadın değil bir zorunluluğun sonucunda ortaya çıkmıştır. Egemenler son açlık direnişlerinin toplumda yarattığı olumluluğu çok iyi gördükleri için, bilinen oyunlarla kamu vicdanını kendilerinin lehine dönüştürmeyi başarmışlardır. Bunun özellikle bilinmesi gereklidir. Verilen mücadelenin F tipiyle sınırlı olduğunu yaygınlaştırmak ise bir başka oyundur. Genel affın tartışıldığı ve zindanların boşalması gerektiği bir süreçte F Tipinde ısrar etmek ve bunu gündemde tutmak  “Ben özgürlüğümü istemiyorum yeter ki F tipinden vazgeç” şeklinde de algılanabilir. Ya da ”nasıl olsa genel affı gerçekleştirecek gücümüz yok hiç değilse hücreye atılmayalım” anlamı da çıkabilir. Kısaca yapılan eylemi, “Rest çekme-Dize getirme” politikasına kurban etmemek gerekir.

Katılmayanlar olabilir ki olmalıdır da, demokrasi güçleri bunca kayba, bunca saldırıya ve bunca oyuna rağmen sistemin olası saldırılarını önceden sezinleyip, farklı mücadele  yöntemleri seçecek ve kitleleri önceden uyarıp yönlendirecek yeteneğe ve öngörüye sahip değildir. Bu saptamaya  kızmak ya da saldırmak ise tutuculuğun bir başka biçimidir. Evet, bu gün ölümün eşiğine gelinmiştir ve egemenlerin “ölün, geberin!” çığlıkları duyulur gibidir.

Artık şu noktadan sonra illa da ölümü seçmek kanımca büyük bir hata olur. Zor olanı seçip, yaşayarak bir başka mücadele biçimini benimsemenin zorunluluğu vardır. Üstelik,  gündeme gelecek ölümlerin toplumda büyük tepkiler doğurmasının da olasılığı gittikçe zayıflamaktadır. Hatta savaş severler yarattıkları bu günkü atmosferde yeni saldırılara girişebilirler. Bu saldırıların kitlesel bir saldırıya dönüşme olasılığı ne yazık ki yüksektir. Cumhuriyet tarihinin en gerici sivil iktidarı,  maraş , sivas, Gazi  katliamlarını aratmayacak yeni katliamları gündeme getirilebileceği de unutulmamalıdır. Toplumun muhalif güçleri bu hataya düşmemeli ve oto sansürden vaz geçerek, farklı yorumlara tartışma hakkı tanımalıdır. Olası saldırılar karşısında acilen birlikte davranmanın maddi ve manevi koşulları oluşturulmalıdır. Toplu saldırılar  ancak ve ancak toplu tepkilerle aşılabilir. Bizler aynılıkları değil farklılıkları korumak ve geliştirmek zorundayız. Farlılıklar olmadıkça yönümüzü bulmamız zorlaşır. Robotlar ordusu gibi aynı şeyleri yazıp çizmek ve dinlemekten vazgeçmeliyiz.

Sonuç olarak: Egemenler çıldırmıştır ve çıldıran bir yapının yapamayacağı çılgınlıklar yoktur. Savaşla beslenen güçlerin kolay kolay barışa yaşam hakkı tanımayacakları açıktır. Tam tersine demokratik mücadele yükseldikçe onların saldırıları da artacaktır. Bu gün yaşanan tam da budur. Son günlerdeki polis eylemlerini doğru değerlendirmek gerekir. Mantığını ve aklını yitirmemiş her insan yapılanın tastamam önceden hazırlanmış bir senaryo olduğunu görebilir. “Polis amirini de dinlemedi “ şeklindeki bir değerlendirme kusura bakılmasın ama tam bir saflıktır. Hangi koşullarda ve hangi taktiklerle yetiştirildiği bilinen polis teşkilatının amirini dinlememesi düşünülemez. Lütfen yeniden izleyin görüntüleri ve amiri tarafından engellenmek istenen polisin yüzündeki  ifadeye bir iyice bakın. İyi bir gözlemciysek bu engelleme girişimi anında, belli polislerin gülümsediğini  görebilirsiniz. Her ildeki yürüyüşte benzer sahnelerin yaşanması asla rastlantısal değildir. Uzun zamandan sonra  sivil faşistlerin saldırılarda kullanılması da bir başka dikkate alınması gereken farklılıktır. Öyleyse toplumun dinamik güçleri bu oyunu bozmak zorundadır. İlk olarak da,acilen  ölüm direnişlerini açlık direnişlerine dönüştürmekle işe başlanılmalıdır. Çünkü egemenlerin  ölüm istedikleri açıkça bellidir, öyleyse şiarımız: “İnadına yaşamak” olmalıdır.

“NOT: Yazı, kanlı operasyondan iki gün önce, yani 17.12.2000’de yazılmış. Yazımı yeniden paylaşmak istedim dostlarla, o günleri yeniden hatırlamak için.”