Enflasyon konusu önümüzdeki ayların da bir numaralı konusu olmaya devam edecek. Her ayın üçüncü günü TÜİK sayıları açıklayacak, genç muhabirler çarşıda, pazarda özellikle yaşlı amcalara ve teyzelere yorumlarını soracak, stüdyodaki haber sunucular da iddialı yorumlar yapacaklar. Tüm bu konuşmaların zaman zaman çok temel bilgilerden uzak olması da artık alışılmış bir durum. Örneğin bu akşam çok ünlü bir haber sunucusu şu soruyu soruyordu: “Bakanın iddiasına göre yıllık enflasyon birkaç ay sonra % 50’ye inecekmiş. Bize açıklayın, etin, peynirin fiyatı % 25 düşecek mi?” Bu satırları okuyanların çoğunun sorulan sorunun anlamsızlığını bildiğine eminim.
Enflasyon tanım olarak “fiyatlar genel düzeyinde sürekli artış” anlamına gelir ve esas olarak artış hızını ifade eder. Aynı, giden bir arabanın hızı gibi. Yıllık enflasyon hızı %75’ten %50’ye düşerse, bu fiyat artışlarının yavaşladığını gösterir, aynı zamanda bayağı yüksek bir hızla artmaya da devam ettiğini belirtir. (Yine bir televizyon yayınında rastladığım ifadeyle “enflasyon geçen yıla göre % 70 arttı” ifadesi de anlamsızdır). Türkiye’nin son birkaç yıldır karşı karşıya kaldığı yüksek enflasyon tümüyle düşük faiz inadının bir sonucudur. Ne 1970’lerde olduğu gibi petrol fiyatlarında patlama, ne dış güçlerin etkisi, ne de “fahiş fiyat” uygulayan firmalar. Dolayısıyla sorumluluk da tümüyle anayasaya göre yürütme işlevinin sahibi ve sorumlusu olan cumhurbaşkanıdır.
Faiz inadı sonucunda kurlarda görülen patlama ile dengeler bozulmuş ve fiyatlarda da giderek hızlanan bir artış doğmuştur. Aşırı hızlı giden bir arabanın kısa mesafede fren yapması nasıl çok zor, hatta riskli ise , çok yüksek hıza ulaşmış fiyat artışlarını kısa sürede frenlemek de olanaksızdır. Tam da bu noktada sorunun özü netleşir: Fiyatlar hızla yükselirken, en çok kaybedenler sabit gelirlilerdir (işçi, memur, emekli). Bu kesimlerin eline geçen paranın satınalma gücü her ay artan bir erime ile karşı karşıyadır. Oniki yada altı ayda bir yapılan ayarlamalar ise, arada yitirilmiş olanların telafisini sağlamaz, sadece dönem başındaki satınalma gücüne dönmeyi mümkün kılar, bu da kısır döngünün tekrarlanması demektir.
Bu noktada sıra enflasyonla mücadelenin doğasını irdelemeye gelmiştir. Enflasyonu frenlemek için iki kanaldan önlem alınması söz konusudur: Para politikası ve maliye politikası. Sıkı para politikası faizleri yükseltmek ve piyasadaki para hacmini çeşitli yöntemlerle daraltmak, böylece toplam talebi düşürmek amacını güder. Maliye politikası ise kamu harcamalarını kısmak ve kamu gelirlerini artırmak amacını taşır. Son günlerde kamu kesiminde tasarruftan fazlasıyla söz edilmesi de bu çerçevededir. Ne var ki, tasarrufun nereden nasıl yapılacağı kritik bir sorudur. Memurların işe geliş gidiş servislerinden tasarruf hem memurlara bir yük, hem de personelin işe geliş gidişinin düzensiz ve belirsiz bir modele dönüşmesi nedeniyle hizmetin niteliği açısından son derece yanlıştır. Akla gelebilecek birçok tasarruf alanına hiç dokunulmamış olması da aslında tek adam rejiminin (über-başkanlık) simgesidir.
Kamu gelirleri tarafında ise, kritik karar yüksek gelirlere ve servetlere dokunulup dokunulmamasıdır. Buna cesaret edemeyenler veya bunu tercih etmeyenler yine sabit gelirlilerin satınalma gücünü düşürücü yöntemlere yönelir. Asgari ücretin yıl sonuna kadar yükseltilmemesi görüşü tam da bu tercihin yansımasıdır. Bu durumda sonuç çok açıktır. Enflasyon sabit gelirlilerin ne kadar aleyhine ise, bugünkü iktidarın anti-enflasyonist politikası da sabit gelirlilerin o kadar aleyhinedir. (Biraz spekülatif bir iddia olacak ama, benim tahminim yaz sonunda yıllık enflasyonda belirgin bir düşme olunca, cumhurbaşkanının asgari ücrette bir artışı gündeme getireceği yönündedir).
Yukarda açıklanan sürecin sonunda Türkiye’de zaten bozuk ve adaletsiz olan gelir dağılımı daha da bozulacaktır. Zaten son yıllarda çarpıcı bir bozulmayı TÜİK verileri de kanıtlamaktadır. Nüfusun en zengin % 20’sinin gelirden aldığı pay 2013’te % 45.9 iken, 2016’da % 47,4’e, 2022 yılında da %49,8’e çıkmıştır. Buna karşılık nüfusun en yoksul %40’lık kesiminin aldığı pay 2013’te ve 2019’da %17,1 iken, 2022’de %15,7’ye düşmüştür. En zengin %10’luk nüfusun aldığı gelir payının en yoksul %10’un payına göre 2013’te 12.6 kat iken, 2022’de 15.0 kat olmuştur.
İktisat politikalarında bugüne göre geniş kapsamlı ve cesur adımlara ihtiyaç olduğu açıktır. AKP’nin DNA’sı buna uygun değildir. CHP’ye düşen görev de hem böyle bir politikayı hazırlamak, hem de toplumu buna ikna etmektir. Bu konuda birinci derecede rol oynayacak toplumsal kesim de sendikalardır.
- Osman Kavala 2500 Gündür Hapis - 4 Eylül 2024
- Bir Televizyon Tartışması Amerika’yı Sarstı - 28 Haziran 2024
- Enflasyon Düşecek, Ama Fiyatlar Değil - 3 Haziran 2024