Gûlavi, Mursi’ye, “Köy konağına git, muhtara, köylülerin meydanda toplanmasını, dedemin onlara bir şey anlatacağını söyle,” dedi.
Mursi’nin ardına Avdılî de takıldı, bir solukta köy konağına gidip geldiler. Çocuklardan sonra bir hareket başladı Köy Konağı’nın önünde. Gidenler gelenler, sağa sola bağıranlar. Panayır hareketliliği yaşanıyordu…
”
Gûlavi içeriye girdi, bir tas ayranla bir parça ekmek yedi, sonra küçük odaya gidip üzerini değiştirdi. Köy meydanına doğru ağır adımlarla ilerledi. Köy meydanı, yediden yetmişe herkesle şenlenmişti. Acep sakallı şaki onlara ne anlatacaktı? Mursi dedesinin üç adım arkasından yürüyordu. Avlanmaya karşı tetikte olan tavşan ürkekliği, küçük bedeniyle birleşmişti. Diğer çocuklar ve gelin kapının önünden olanları izlemeye koyuldu. Acaba dede ne anlatacaktı?
Sakallı adam kalabalığın içine girdiğinde insanlar açıldı ve tekrar kapandı. Kalabalık insan halkasının içindeydi dede ve torun. Yaşlı adam beline elini attığında, insanlar birkaç adım geri çekildi. Sonra kuşağını çözüp pantolonunu aşağıya indirmesi bir oldu. Beyaz uzun don saklaması gerekenleri saklayamadı, pantolonla birlikte aşağıdaydı ve sallanıyordu. Yaşlı adam torununa, “Gâvuruz ha! Sünnetsiziz ha! Gâvuruz ha!” dedi.
Kadınlar ve kızlar yaşlı adamın bacaklarının arasında sallanan şeyden ziyade adamın kıçıyla ilgilendiler. Çünkü söylenildiği gibi saklanan uzun kıllı kuyruk orada yoktu. Peki, kuyruğa ne olmuştu? O kadar emindiler ki pantolonun genişliğinin, anlatılan kuyruğu saklamak için olduğuna. Bir metreden daha uzun kuyruğu görenler vardı oysa! İlk hayal kırıklığını yaşlının destarını çıkardığı an yaşamışlardı, uzun kıllı kulaklar yoktu, insan kulağı vardı, iki yanda ve küçük.
Şakiler bu köye gelmeden önce karakol komutanı, ihtiyar heyeti ve muhtar, köylülerle köy konağında toplantı yapmıştı. İşte ilk kez o zaman duymuşlardı “şaki” ismini. İhtiyar heyetindeki Tilki Asım, askerdeyken şaki gördüğünü, eşek gibi uzun kulaklarının ve ineğin kuyruğundan daha uzun kuyruklarının olduğunu anlatmıştı. Başka biri de şakilerin insana benzemediğini, insanları kesip yediklerini, o nedenle kurt gibi dişlerinin olduğunu söylemişti. Karakol komutanı da bu insanların çok tehlikeli olduğunu, herkesin tetikte durup onları kontrol etmesi gerektiğini ama zarar vermemelerini salık vermişti. Muhtar ve halk, onları göz hapsinde tutacak, kiminle konuştuklarını, nereye gittiklerini belleyip, muhtara bildireceklerdi. Gazeteler getirmişlerdi, okuma bilen muhtar şakilerin nasıl yenildiğini, nasıl devlete baş kaldırdığını, nasıl perişan edildiğini uzun uzun okumuştu. Bunların liderlerinin bir yıl önce teslim olduğunu ve hepsinin cumartesi günü yapılan özel bir mahkemeyle kalemlerinin kırıldığını yazmıştı. Uzun sakallı ve bu yaşlı gibi giyinen birinin resmi vardı, yüzü buruşmuş ve oldukça sert bakıyordu. Evinde, İncil, haç ve Ermenilere ait kitaplar varmış. Bunlar gizli Hıristiyan’mış. Peki, böylesine tehlikeli o insanlarla bu insanlar aynı mıydı? Sünnetli olmaları da işin cabasıydı üstelik.
Büyük hayal kırıklığı yaşayan halk dağılırken, yaşlı adam torununu çağırıp, söylediklerini tercüme etmesini istedi.
“Biz de çocuklarımızı sünnet ettiririz lakin ne sünnet edecek paramız ne de şenlenecek halkımız yanımızda. Nasıl sünnet ettirelim, elinizi vicdanınıza koyup siz söyleyin. Torunlarımı horlamayı da bırakın, çocuklarınızı tembihleyin. Yetimleri üzmeyin, yazıktır, günahtır! Biz keşke Hıristiyan olsaydık, belki bunların hiçbiri başımıza gelmezdi. Dedikleri şeyler, bize güvenerek bırakılan emanetlerdir. Emanet insanın değil, Hızır’ın, Haq’ın, onurun emanetidir. Biz de size emanet edildik. Bırakın bize saygı duymayı, veletleriniz yaşımdan ve sakalımdan bile ar etmeden beni taşlıyor. Sizler gülüyorsunuz. Hangimiz gâvurluk yapıyor, söyleyin ha!”
Yaşlı adam Muhtarın gözlerinin içine baktı ve; “Ölen çocuklarımızı gömemedik, etleri belki daha kemikleri terk etmedi, güneşin altında kavruldu. Nasıl bir millet; çocukları kefensiz ve topraksız yeryüzüne savrulmuşken düğün dernek kurar, şenlenir! Acımızı yaşamamıza dahi izin vermiyorsunuz ve gavur olan biziz, öyle mi!”
Mehmet amca yaşlı adamın yanına yaklaşıp, pantolonunu kaldırmak istedi. Yaşlı buna izin vermedi, kendisi toparlandı, bir eliyle pantolonunu tutarken, diğer elinde kuşağı ve asası ile yavaş yavaş eve doğru ilerledi. Gelin çoktan evin içine kaçmış, ocağın yanına oturmuştu. Gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Gûlavî’nin hanesine gelin geldiğinde, erkekler dahi cesaret edip onun yanında konuşamaz, gülemezdi. Evde toplanan cemaatlerde sözü dinlenir, kendisine büyük saygı duyulurdu. Kaç aşiret, kavgasında onun adaletine sığınılmıştı. Onun önünde sorunlar tartışılmış ve son noktayı koyması istenmişti. Böyle bir eve gelin gelmek onun ve ailesinin için bir onurdu. Zekâsına, bilgisine, temizliğine, düzenine ve disiplinine hep hayran olmuştu, uzaktan onu izleyerek çok şey öğrenmişti. Sanki bir aslanı sıçanın önüne koymuş, elini kolunu bağlayıp, onu maskara yapmıştı.
38’lik MIH… 1938 Desim sürgünlerinin, sürgün yerindeki yaşamlarını anlatan bir roman…. 1938-1951 arası yaşam ve geri dönüş… Neden döndüler?
38’lik Mıh-Notabene yayınları…
- En Güzel Bizim Çocuklar Ölüyor - 7 Nisan 2020
- Bağlama üzerine bir deneme… - 23 Aralık 2019
- Kadın ve Kızılbaşlık - 20 Temmuz 2019