1948 yılında, dünyadaki ilk uluslararası çevre örgütü olarak kurulan ve bugün 185 ülkede yaklaşık 15 bin gönüllüsü, 200’den fazla devlet kuruluşu ve 900’den fazla sivil toplum örgütü üyesi bulunan Doğanın Korunması için Uluslararası Birlik IUCN (International Union for Conservation of Nature) türlerin karşı karşıya oldukları riskler ve kaybolan türlere dair sistematik ve düzenli olarak veri toplayan önde gelen kuruluşlardan biri.[1] IUCN’in 2017 yılı başında güncellenen verilerine göre, dünyada 81 memeli hayvan türü yakın zamanda ortadan kalkmış, 202’si kritik derecede olmak üzere toplamda 1.204 memeli hayvan türü ise yok olma tehlikesi altında. Bütün hayvan kategorileri dikkate alındığında, 872 türün yakın zamanda neslinin tükendiğini ve 2.524’ü kritik derecede olmak üzere 13.267 hayvan türünün ortadan kalkma riskiyle yüz yüze olduğunu ve 26.000’den fazla türün de tehdit altında olduğunu görüyoruz. Türkiye’de, yakın zamanda 4 hayvan türünün nesli tükenmiş, 65 kritik derecede olmak üzere, toplamda 105 hayvan türü yok olma tehdidiyle karşı karşıya.
Yakın zamanda yayınlanan bir araştırmaya göre, insan nüfusu 7,6 milyar olmakla beraber yaşayan bütün canlıların %0.01’ini oluşturmakta.[2] Buna karşılık uygarlığın başlangıcından bu yana vahşi memelilerin %83’ünün ortadan kalkmasına sebep olmuşuz. (Barr-On, Phillips ve Milo, 2018) Sadece son elli yılda dünyadaki hayvanların yaklaşık olarak yarısının ortadan kalkmış olduğu tahmin ediliyor. (WWF’den akt.Carrington, 2014) Öte yandan çiftlik hayvanlarının sayısı devasa miktarda ve artmaya devam ediyor. Dünyadaki bütün memelilerin %96’sı çiftlik hayvanları ve insanlar iken, sadece %4’ü vahşi memeliler. Kanatlı kümes hayvanları yeryüzündeki bütün kuşların %70’ini oluştururken, sadece %30’u besi hayvanı olmayan kuşlar. (Barr-On, Phillips ve Milo, 2018) İşe yarar bulmadığımız türlerin kaybına yol açarken, işe yarar bulduğumuz türleri çoğalttığımızın resmi.
Bu rakam ve oranlar dolayısıyla bilim insanları, dünyanın altıncı büyük tür yok oluşu döneminde olduğunu belirtiyorlar. Yakın zamanlı bir çalışma, bu büyük yok oluşu “biyolojik imha” olarak adlandırmakta (Ceballos, Ehrlich ve Dirzo, 2017). Makale, nüfus kaybı yaşayan türlerin üçte birinin tehlike altında olarak kaydedilmediğini, buna mukabil son on yıllarda hayvan nüfusunun yaklaşık yarısının ortadan kalkmış olduğunu not etmekte. Daha önceki kitlesel yok oluşların tamamından farklı olarak, bu kitlesel yok oluş insan kaynaklı.
Tersi yönde iddialar olsa da biyo-çeşitlilikteki azalma ile artan kentleşmenin birbiriyle yakından bağıntılı olduğu birçok çalışma tarafından gösteriliyor. Peki kentlerin, kentsel hayatın ve kentleşmenin genel olarak çevre ve biyo-çeşitlilik, özel olarak da hayvan türleri üzerindeki bu etkisi nereden kaynaklanıyor? Nasıl ifadesini buluyor? On binlerce yıl boyunca ne insan nüfusu şimdiki gibi çok yüksekti ne de insan-hakim yerleşimler[3]büyük ölçeklerdeydi ve baskın niteliğe sahipti. Aşağıdaki altbölümde insan demografisinin ve insan yerleşimlerinin seyrinin çok kısa bir tarihçesini vereceğim.
İnsan Demografisi ve Yerleşimlerindeki Tarihsel Değişim
İnsan türlerinin, aşamalı olarak kendi ataları olan hominid’lerden farklılaştıklarında, sadece birkaç bin ile birkaç yüz bin bireyin oluşturduğu bir genetik topluluk oluşturdukları tahmin ediliyor. (Coale, 1974) Avcı-toplayıcı insan topluluklarının toplam nüfusu hakkında yapılan farklı tahminlerin ortalamasıysa 8 milyon. Tahminler 3 milyona kadar düşüyor. Bu, bugünkü ortalama bir metropolün büyüklüğü kadar. Dolayısıyla, başlangıçtaki insan nüfusunun büyüklüğü ve sonraki nüfus büyüklüğü tam olarak ne olursa olsun, insanın yeryüzündeki tarihinin yaklaşık ilk 990 bin yılında, bir başka deyişle insanlık tarihinin %99’unda, nüfusun büyüme hızının son derece düşük olduğu açık.
Tarımın başlamasını müteakip, nüfus artışı da bir miktar hızlanır. MÖ. 8000’inci yıldaki tahmin edilen takribi 5 ilâ 8 milyonluk nüfus, Neolitik dönemde 15 milyon’a – bugünkü İstanbul’un büyüklüğü -, milâttan sonraki ilk yılda yaklaşık olarak 200 ilâ 400 milyona yükselmiştir. Yine de bu ancak yüz binde 36’lık bir yıllık artış hızına işaret eder. 1750’ye kadar geçen süre içinde, yani toplam 1749 yılda yeryüzündeki insan sayısı 400 ilâ 600 bin daha artıp yaklaşık 750-800 milyon’a çıkar. Dolayısıyla bu aralıktaki (1-1750) yıllık nüfus artışı yüz binde 56’ya yükselmiştir. 18. Yüzyılın ortasından itibaren insan nüfusu, önceki yüzlerce yılla karşılaştırıldığında olağanüstü bir hızda artar. 1750’den 19. yüzyıl başına kadar geçen 50 yıllık sürede yıllık ortalama nüfus artış hızı binde 4,4’tür. Böylece, 19. Yüzyıl başladığında dünyadaki insan nüfusu 1 milyar civarında bir düzeye yükselmiştir. Yüz yıl sonra, 20. Yüzyıl başında insan nüfusu, yıllık ortalama %5,3’lük bir artışla, 1,7 milyara yükselecektir. (Coale, 1974) Tahminler, 2030’a kadar insan nüfusuna bir milyar kişinin daha ekleneceği yönünde. Böylece türümüz 2030 yılında yaklaşık 8,5 milyarlık bir nüfusa ulaşmış olacak. Dahası, 21. Yüzyılın ortasında yaklaşık 9,7 milyar ve 22. Yüzyıl başında da yaklaşık 11,2 milyara ulaşmamız bekleniyor. Bu tahminler gerçekleşirse, 20. Yüzyıl başından 22. Yüzyıl başına iki yüzyıllık sürede insan nüfusu yaklaşık 15 kat çoğalmış olacak ve mutlak artış açısından bakıldığında bu, 20. Yüzyıl başındaki insan nüfusuna toplamda 9,5 milyar kişinin eklenmiş olması anlamına gelecek. Şimdi içinde bulunduğumuz dünyada henüz bu kadar insan yok, sadece 7,4 milyarız!
19 cu Yüzyıl başında bütün dünyadaki insanlar, 2015’in Hindistan’ı kadar nüfusa sahip değildi ve bu nüfusun sadece %3 kadarlık bir oranı kentsel alanlarda yaşıyordu. 20. Yüzyıl başına gelindiğinde, 2015’in Çin’i kadar nüfusa sahip olmayan insanların yaklaşık %14’ü kentleşmişti. 1950’ye gelindiğinde sayısı 2,5 milyara ulaşmış olan insanların, %30’u artık şehirlerde yaşamaktadır (PRB, 2015). Nihayet 2007 yılında, insanlık tarihinde ilk defa kentsel nüfus kırsal nüfusun üzerine çıkar. 2018 yılında dünya insan nüfusunun %55’ü şehirlerde yaşıyor ki bu, 4,2 milyar insana tekabül ediyor. Bu rakam 1950 yılında sadece 751 milyondu. Kentleşme düzeyi, ortalama olarak; Kuzey Amerika’da %82, OECD üyesi ülkelerde %80, Latin Amerika ve Karayipler’de %81, Avro alanında %76 ve AB ülkelerinde %75’tir. Kimi ülkelerde kentleşme oranı %90 ve üzerindedir: 2018 yılında Bahreyn’in tamamı, Katar ve Porto Riko’nun %99’u, Belçika’nın %98’i, İzlanda ve Japonya %94’ü, Arjantin ve Hollanda’nın %91’i, Lüksemburg’un da %90’ı kentlerde yaşamaktadır. Ayrıca, bütünüyle kentleşmiş, bir başka deyişle kentleşme oranının %100 olduğu ada devletleri, bölgeler ve / ya da küçük ülkeler vardır: Hong Kong, Singapur, Sint Maarten, Macau, Nauru, Monako ve Cebelitarık gibi. (PRP, 2017; UN DESA, 2018)
İnsanların yarıdan fazlasını, pek çok bölgede %70’den fazlasını barındırmakla beraber şehirler, dünya kara alanları toplam yüzeyinin ancak %3’ünü kaplamaktadır. Bu oran, hiç şüphesiz, ülkeden ülkeye değişiyor. Örneğin Birleşik Krallığın 2011 yılında yaklaşık %7’si kentsel niteliğe sahip ve bu oran İskoçya ve Kuzey İrlanda’da dünya ortalamasına yakınken (sırasıyla %2 ve %4) İngiltere’de %10’la dünya ortalamasının çok üzerinde. Ülke nüfusunun %82’si, kara yüzeyinin %10’unu kaplayan bu yerleşimlerde yaşıyor (UN DESA, 2014: 23; UK NEA, 2011: 362)[4].
Bir başka deyişle, bugünün dünyasında insanlar coğrafi olarak yığılarak, mekânsal olarak yoğunlaşarak yaşıyor. 20. Yüzyıl başında yeryüzünde sadece 12 şehrin insan nüfusu 1 milyon ve üzerindeydi. 1950’ye gelindiğinde bu rakam 83’e ulaştı. Bununla beraber aynı yıl 10 milyon ve daha fazla nüfusa sahip mega-şehirlerin sayısı sadece 2’ydi. Bugünse dünyadaki her sekiz şehirliden biri, nüfusu 10 milyonun üzerinde bulunan 33 mega-şehirde yaşıyor. 2030 yılında bu rakamın 43’e ulaşacağı tahmin ediliyor. 2010 yılında 757 milyon insan (dünya nüfusunun %11’i) en büyük 101 şehirde yaşarken, bu rakam 2016 yılında 1,6 milyara ulaştı (dünya nüfusunun %15’i). Yüzyıl sonuna ulaşıldığında, 2,3 milyar insanın (dünya nüfusunun %23’ü) en büyük 101 şehirde yaşıyor olacağı tahmin ediliyor (Hoornweg ve Pope, 2016)
Böylesi bir temerküz, tıpkı kentsel nüfusun baskın olduğu bir dünya gibi, insanın -ve dolayısıyla başka türlerin de- tarihinde çok yeni. Tellier (2009: 23) henüz köylerden başlayarak, giderek kasabalarda ve bugün metropollerde insanların ve insan faaliyetlerinin yoğunlaşmasını, beş-altı bin yıl önce yazının ortaya çıkmasından bu yana en önemli ve en çarpıcı fenomen olarak niteler:
“Kutuplaşma* günümüz dünyasında öylesine hazır ve nazırdır ki, ona dair düşülmesi gereken ilk not, birçok meslektaşımın da hemfikir olacağı biçimde, bütün zamanların gerçeği olmadığıdır. Fiiliyatta, yaklaşık yüz bin yıl boyunca türümüz Homo sapiens sapiens bu dünyada, yerleşik yaşam çevrelerinin kutuplaşmasının adeta hiç olmadığı bir bağlamda yaşadı. Kentleşmenin başlangıcından motorize ulaşımın ortaya çıkışına kadar kutuplaşma daha ziyade marjinal bir fenomendi ve en az 2 bin nüfuslu şehirleri temel alarak hesaplanan Dünya kentleşme oranı da büyük bir ihtimalle hiçbir zaman %5’i geçmedi.”
İçinden geçtiğimiz yıllar, türümüzün tarihindeki en hızlı kentsel büyümeye tanıklık ediyor. Önümüzdeki on yıllarda da bu eğilimin devam etmesi beklenmekte. Kentlerde yaşayan insan nüfusu yılda ortalama %1,8 gibi küçükmüş gibi görünen bir oranda artıyor olsa da bu, 2050 yılı itibariyle, kentsel alanlara yaklaşık 2,5 milyar kişinin daha eklenmesi demek. 21. Yüzyılın ortasına gelindiğinde, dünya nüfusunun %66’sının kentsel alanlarda yaşıyor olacağı tahmin ediliyor. Aslında bu, beklenen toplam insan nüfusu artışıyla da aşağı yukarı aynı; zira önümüzdeki on yıllarda bu artışın bütünüyle kentlerde gerçekleşeceği tahmin ediliyor. 2017 itibariyle kentleşme düzeyi %50’nin altında olan Afrika ve Asya[5] anakaralarının, 2050’de sırasıyla %56 ve %64’ye ulaşacağı hesaplanıyor. Aynı tahminlere göre sadece üç ülke -Hindistan, Çin ve Nijerya- 2050’ye kadar gerçekleşecek dünya kentsel nüfus artışının %37’sini tutacak: Bu süre zarfında, mevcut kentsel insan nüfusuna Hindistan 404, Çin 292 ve Nijerya 212 milyon kişi daha ekleyecek. Bundan birkaç on yıl önce dünyanın en büyük kentsel yığılmaları olarak da nitelenebilecek megapollerin çoğunluğu ekonomik olarak gelişmiş bölgelerde olmasına rağmen, bugünkü büyük şehirler daha çok “global Güney”de yoğunlaşıyor. En hızlı büyüyen kentsel yerleşimler, Asya ve Afrika’nın orta-ölçekli ve nüfusu 1 milyondan az olan kentleri. (UN DESA, 2018)
Birçoğumuzun içine doğduğu ve veri aldığı kentsel çevre, aslında çok büyük bir ekolojik çalkantıyı ifade ediyor. Bu öylesi bir dönüşüm ki, benzerleri dünya tarihinde birkaç yüzyılda değil, jeolojik zaman aralıkları denen sürelerde yaşandı. Dünya kara alanının %5’ini dahi kaplamayan kentsel alanların, kentleşmenin ve insanın kentsel hayatının genel olarak dünya ekosistemi, dolayısıyla diğer türler üzerindeki etkisi orantısızca büyük. Küresel ölçekli çeşitli çalışmalar özellikle 20 Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ekosistemlerin, insanlığın bilinen tarihindeki karşılaştırılabilir herhangi bir zaman diliminden çok daha hızla ve geniş kapsamlı biçimde değiştiğini not ediyor. Dahası, geldiğimiz noktada, esasen insanın fiilleri dolayısıyla değişime uğramamış tek bir ekosistem dahi kalmadığı öne sürülüyor (MA, 2005: 26).
Şehirlerin Ekolojik Ayak İzi
İnsan varoluşu ve faaliyetleri doğal kaynakları tüketir ve atık üretir. Nüfus arttıkça küresel tüketimin de atık miktarının da artacağı açıktır. Doğanın bu talebi karşılama kapasitesini ölçmek için bir hesaplama geliştirilmiştir. Ekolojik Ayak İzi Hesaplamasıdenen bu yöntem, insanlığın doğa üzerindeki baskısını anlamanın önde gelen metodlardan biri haline gelmiştir. Ayak izi, bir tür bilanço: Varlıklar sütununda bulunan biyokapasite, gezegenin ormanlar, meralar, tarım arazileri ve suları kapsayan biyolojik olarak üretken alanlarını temsil eder. Bu alanlar, özellikle ürünleri devşirilmeksizin bırakılırsa ürettiğimiz atığın çoğunu, bilhassa karbon emisyonumuzu da emebilir. Bunu müteakip biyokapasite, insanlığın doğaya yönelik talebi ile karşılaştırılabilir: Bu, bizim ekolojik ayak izimizdir. Ekolojik Ayak İzi, insanlığın kullanmakta olduğu yenilenebilir kaynakları sağlamak ve insanların atıklarını soğurmak için gerekli üretken (verimli) alanı temsil eder ve alan cinsinden hesaplanır. Bütün insanlığın ayak izi çıkarılabileceği gibi, bireylerin, şehirlerin, bölgelerin, işletmelerin, ulusların ya da insan faaliyetlerinin de ayak izi hesaplanabilir.[6]
2003 yılında küresel bir sivil toplum örgütlenmesi olarak kurulan Küresel Ayak İzi Ağı’na[7] göre, 1970’lerden bu yana insanlık ekolojik sınırları hızla ihlâl ediyor. Dünyanın yeniden üretebileceğinden daha fazla kaynak talep ediyoruz. Bu talepler arasında yemek ve ısınmak için tükettiğimiz yenilenebilir kaynaklar, üzerine inşaat yaptığımız araziler ve karbon emisyonumuzu emmesi için ihtiyaç duyduğumuz ormanlar var. Geldiğimiz noktada, bir yılda tükettiğimizi yeniden üretebilmek için dünyanın 1,5 yıla ihtiyacı olduğu hesaplanıyor. Bu, insanlığın küresel ayak izinin 1,5 dünya büyüklüğünde olması demek. Hiç şüphesiz talebin dağılımı da dengeli değil: İleri kapitalist ülkeler kaynakları ve çevrenin sunduğu faydaları çok daha büyük bir hızla tüketiyorlar. Yüksek gelirli ülkelerin kişi başına ekolojik ayak izi, düşük gelirli ülkelerinkinin beş katı dolayında seyrediyor. Yüksek insani gelişme düzeyine sahip ülkeler, aynı zamanda yüksek ekolojik ayak izi düzeylerine sahip. (WWF vd., 2014: 8-9, 12) Her koşulda, bu aşırı ve kötüye kullanım, sadece artan insan nüfusunun ihtiyaçlarının karşılanmasını zorlaştırmakla kalmıyor, diğer türlerin alanını da giderek daha çok kötüleştiriyor ve daraltıyor.
Şehirlerin ekolojik ayak izi çoğu durumda büyüklüklerinden kat ve kat fazla. Daha fazla kentleşmiş bölgeler kişi başına daha fazla ekolojik ayak izine sahip. Zira şehirler serveti çeken ve yaratan yerler: Sınaî üretim ve kitle tüketimi buralarda yoğunlaşıyor ve / ya da yönlendiriliyor. Küresel kaynakların %75’i, enerjinin %60-80’i bu merkezlerde tüketiliyor. (UN HABITAT, 2011)
Örnek ülkelerdeki birinci sıradaki en büyük şehirleri de içerecek biçimde nüfusu 750 binden çok 50 büyük şehri ve 100’den çok 100 bin ve daha fazla nüfuslu şehrin su kaynaklarını ve tüketimini inceleyen ve 2014 yılında yayınlanan küresel ölçekte yürütülmüş bir araştırma, bu şehirlerin günde kümülatif olarak 504 milyar lt. suyu 27 bin km (± 3800 km.) mesafeden çektiğini ortaya koyuyor. Dünyadaki 100 en büyük şehir yeryüzünün %1’inden azını kaplamakla beraber, buralara su gönderen havzalar yeryüzünün %12’den fazlasını tutuyor. Büyük şehirlerin su ihtiyacı için oluşturulmuş su altyapısı, bağlandıkları su havzalarıyla beraber, dünyanın %41’ini kaplıyor. Bu, şehirlerin su ayak izi… Bir uçtan bir uca eklenseydi, şehirlere su taşınması için açılmış bütün kanallar, döşenmiş bütün borular birbirine eklense, gezegenimizin çevresini yarılayacak uzunlukta ve buna şehirlerin içinde su taşıyan borular dâhil değil. (McDonald vd., 2014)
Örneğin Güney Afrika’da Johannesburg, bir başka ülkeden, Lesotho’dan su ihtiyacını karşılıyor: Su, dağların altında bir tünelden taşınıyor, Vaal ırmağına aktarılıyor ve nihayet buradan şehrin kullanımı için çekiliyor. 20. Yüzyıl başında Los Angeles su ihtiyacının tamamının sadece Los Angeles akarsuyundan sağlıyordu. (Fitzhugh ve Richter, 2004: 742) 21. Yüzyıl’ın ikinci on yılında Los Angeles’a içme suyu sağlayan su havzalarının büyüklüğü, bir başka deyişle LA’in su ayakizi -asgari olarak- 58,400 bin ha. Bu büyüklük, LA’in dâhil olduğu eyalet olan Kaliforniya’nın büyüklüğünün yaklaşık 1,5 katı. Kaliforniya’nın su ayak iziyse sekiz diğer eyalete kadar uzanıyor (Klausmeyer ve Fitzgerald, 2012: 4-6). Nüfusu 2018 itibariyle 15 milyonu geçmiş bulunan ve kentleşmesinin “doğal sınırları”na dayanmış olan İstanbul’un[8] su ihtiyacını karşılamak için Istrancalar’dan, Düzce ilindeki Melen Çayı’ndan ve 2014 yazından itibaren de Sakarya Nehri’nden su çekilmektedir. Bir başka deyişle, Marmara bölgesinin tatlı su varlığı neredeyse bütünüyle İstanbul’un sürekli olarak artan su talebini karşılamaya tahsis edilmiştir. (İlhan vd., 2014: 12, 17-25)
Birçok doğal kaynağın olduğu gibi suyun da böylesi sömürüsünü sadece nüfus artışı ve yığılmasının getirdiği ihtiyaçla açıklamak olanaklı değil. Su sistemleri üzerindeki insan etkisinin sadece su kullanımına yönelik yaklaşım ve pratiklerden kaynaklanmadığını not etmek gerekir. Dünyada bütün sistemler, kaçınılmaz olarak birbirine bağlı ve birbirinden etkileniyor.[9] En büyük 524 şehri incelemek suretiyle 2000-2015 yılları arası için suya erişim ve kentsel su kullanım modellerini çıkarmayı deneyen bir araştırmada, yeterli suya erişim imkânlarında yaşanacak değişimin, nüfus artışı ve kişi başına su tüketimindeki artıştan ziyade, iklim değişikliğine bağlı sebeplerden gerçekleşeceği öngörülüyor. (Jenerette ve Larsen, 2006) Bu da insanların karbon ayak iziyle doğrudan doğruya bağlantılı ve CO² salınımının yaklaşık %75’inin şehirlerde gerçekleşiyor (Solecki vd., 2013). Kentsel inşa edilmiş dokuda %10’luk bir artışın bir ülkedeki toplam CO² emisyonlarında %11’den çok artışa sebep olduğu öne sürülüyor. (Angel vd., 2011).
Özetle; şimdi ciddi bir su sıkıntısıyla karşı karşıya bulunan türümüzün su ekosistemlerine etkisinin, suların akış yönüne müdahale eden uygulamalar, barajlar gibi modifikasyonlarla 20. Yüzyıl boyunca yoğunlaşmış olması örtük su sözleşmesinin neticesiyken, karbon ayak izi örneğinde olduğu gibi, başka alanlarda yarattığımız hızlı değişiklikler de durumu ağırlaştırıyor (Revenga vd., 2000). Su sıkıntısına dair emareler dünyanın birçok bölgesinde kendini göstermekte. Dünya nüfusunun %40’tan fazlasının kişi başına su kaynağının son derece düşük olduğu akarsu havzalarında yaşadığı tahmin ediliyor, öyle ki buralarda sık sık yıkıcı kıtlıkların yaşanabileceği öngörülüyor. ABD’nin 36 eyaletindeki su idarecileri, izleyen yıllarda şehir, bölge ya da eyalet ölçeğinde su sıkıntısı yaşamayı beklediklerini ifade ediyorlar. (Fitzhugh ve Richter, 2004: 741) Fakat türümüzün su ihtiyacını ve talebini karşılamadaki güçlükler, yaşanmakta olan ve daha ağırları beklenen kıtlık, sorunlardan sadece biri. Yukarıda örnekleri verilen geniş kapsam ve ölçekli kullanımların kaynaktaki ekosistemleri de etkilememesi kaçınılmaz. Nitekim son on yılda dünya su havzalarının %40’ının ciddi bir ormansızlaşmayla karşı karşıya kaldığı kaydediliyor. (Habitat III, 2015: 2-4) Birçok veri ve araştırma da, taze su biyoçeşitliliğinin kriz içinde olduğunu gösteriyor (Postel ve Richter, 2003).
Dünya Doğayı Koruma Vakfı WWF’nin geliştirdiği Yaşayan Gezegen Endeksi LPI’ye göre[10] tatlı sularda yaşayan türlerin nüfusu 1970’ten bu yana %76’lık bir düşüşle, denizde ve karada yaşayan türlerin (her ikisi de %39) nüfusundan çok daha hızla azalmış. (WWF vd., 2014: 9) Tehdit altındaki tatlı su türlerinin %80’den fazlası yaşam alanlarının ortadan kalkması ya da bozulması riskiyle karşı karşıya. Tarımsal faaliyetlerin yanı sıra kentleşme ve baraj inşası başta olmak üzere altyapı yatırımları bunun başlıca sebepleri olarak gösteriliyor. (Collen vd., 2014) Tatlı su türlerinin karada ve denizlerde yaşayan türlerden çok daha fazla zarar gördüğüne dair göstergeler başka çalışmalarda da mevcut. (Cumberlidge vd., 2009; Darwall vd., 2011).
Tür nüfusundaki azalış oransal olarak daha düşük olmakla birlikte, deniz ekosistemleri için de durum iç açıcı değil. Bilhassa “gelişmekte olan ülkeler”de atık suyun tahmini olarak %90’ının hiçbir arıtma işleminden geçmeksizin doğrudan doğruya akarsu, göl ve / ya da denizlere verildiği kaydediliyor. 1960’lardan bu yana 400’den fazla yerde 245 bin km²den çok deniz ekosistemi alanı -ki bu, dünyadaki toplam mercan kayalıkları alanına denk bir büyüklük- oksijen kaybından dolayı ya ölü bölgeler haline gelmiş durumda ya da bu riskle karşı karşıya. (Diaz ve Rosenberg, 2008). Tropik mercan kayalıklarının önemli bir kısmının 2050’ye kadar hızla ortadan kalkabileceği öngörülüyor (UNEP, 2012: 127) İklim değişikliği dolayısıyla deniz suların ısınması ve asidifikasyon diğer önemli etmenler. Üzerinde en çok konuşulan ve çalışılan insan kaynaklı kıyısal ölü bölge Meksika Körfezi’nde: Burası, dünyanın en geniş ikinci ölü bölgesi. Başlıca sebep ABD endüstriyel tarımında yoğun kimyasal gübre kullanımıyken diğerleri atık işleme tesisleri Mississippi Nehri’nden Körfez’e akan kentsel yüzeysel akış. Bu sonuncusunun son yıllarda dramatik biçimde arttığı not ediliyor. Genişlemekte olan ölü bölge hayvanların göç örüntülerini de etkiliyor.
Su ayak izi ve tatlı su türleriyle deniz biyoçeşitliliği örneğinde olduğu gibi, genel olarak insan faaliyetlerinin, özel olarak da şehirlerin ekosistemler üzerinde dolayımsız bir etkisi var. İyi planlanmadığında -ki mevcut durum dünyanın birçok bölgesinde budur- bizzat kentsel büyüme sürecinin kendisi de ekosistemler üzerinde doğrudan etkiye sahip. Beş kıtadan, “gelişmiş” ve “gelişmekte olanlar” dâhil olmak üzere 50 küresel şehirde 1985–2010 arasında kentsel alanların genişleme sürecini ele alan bir çalışma, kentsel gelişmeyle orman, tarım arazisi ve çayırlar arasında çok güçlü bir negatif bağıntıyı açıkça ortaya koyuyor. (Bagan ve Yamagata, 2014). İncelenen 50 şehirden 32’si 1985-2010 yılları arasında %30’dan daha fazla bir hızda büyümüşler. 50 şehrin neredeyse yarısında büyüme hızı %50’den çok. En hızlı büyüyen şehirler %259’la Bangkok (Tayland), %173’le Seul (Kore) ve %147’yle Tianjin (Çin).[11] Kentsel toprak kullanım biçimlerinin kentlerin çevresine hızla yayılmasına, yeşil alanlarda devasa bir azalışın eşlik ettiği görülüyor. Örneğin Pekin’de, 1984-2010 arasında meskûn alan %21’den %35’e yükselirken tarım arazileri %44’ten %18’e, ormanlar da %26’dan %10’a düşmüş. Aynı çeyrek yüzyılda Brüksel’in meskûn sahası ikiye katlanırken (%18’den %34’e), tarım arazileri %26’dan %16’ya ve çayırlar %25’ten %18’e düşmüş. Seul’ün meskûn sahasındaki artış çok daha yüksek: 1984’te %14’ken 2006’da %40. Buna karşılık, aynı dönemde çayırlar %29’dan %17’ye, sulak alanlar da %13’ten %9’a inmiş. Los Angeles’ın meskûn sahası 1986’da %33’lük bir oran tutuyorken, bu oran 2009’da %46’ya yükselmiş ve aynı dönemde çayırların oranı %26’dan %15’e düşmüş. Yeşil ve sulak alanlarda böylesi bir aşınma, doğal yaşam alanlarının kaybı ve biyoçeşitlilikte keskin bir azalışla eş anlamlı. Kentsel alanların genişlemesi ve yeryüzü örtüsündeki bu genişlemeyle bağlantılı değişim aynı zamanda bitki biyokütlesinde muhafaza edilen karbonda azalmaya katkıda bulunuyor (Seto vd., 2012) ve atıkların artışı, kirlilik ve çevresel bozulmayla sonuçlanıyor. (Millington vd., 1999).
Şehirde Biyoçeşitlilik
Şehirlerin, kentleşmenin ve insanın kentsel hayatının -insanın toplam nüfusundaki olağanüstü artışla beraber- ekosistemler ve diğer türler üzerindeki etkilerinin ihmal edilebilir olduğunu söylemek olanaklı olmasa da özellikle doğa ve çevre bilimleri alanlarındaki kayda değer gayretlere rağmen, şehirlerdeki biyolojik çeşitliliğin ahvaline dair güvenilebilir genellemeler yapabilmeye elverişli karşılaştırmalı çalışmalar hâlâ çok sınırlı. İki canlı grubu (kuşlar ve bitkiler) üzerinden de olsa şimdiye değin yapılmış en geniş kapsamlı veri setini (54 şehirde kuşlar ve 110 şehirde bitkiler) bir araya getirme iddiasındaki yakın zamanlı bir çalışma, şehirlerdeki tür yoğunluğunun (km² başına tür sayısı) ve tür yoğunluğundaki azalmanın, coğrafya, topografya ve iklim koşulları gibi insan-kaynaklı olmayan sebeplerdense (ki bu sonuncusu da giderek daha fazla insan-kaynaklı), şehrin yaşı ve insan-yapımı yeryüzü örtüsü gibi insan-kaynaklı etmenlerle bağlantılı olduğunu bize gösteriyor. (Aronson v.d., 2014) İncelenen kentsel yerleşimler yakın çevrelerindeki kırsal alanla karşılaştırıldığında, yerli kuş ve bitki türlerindeki kaybın ortalama olarak ve sırasıyla %92 ve %75 oranlarında olduğu görülüyor. Bir başka deyişle, kentsel alan, yakın kırsal çevresindeki her on yerli kuş türüne ve her dört yerli bitki türüne karşılık ancak bir yerli türün varlığını devam ettirmesine izin veriyor. Güvercin ve çim gibi çok az sayıdaki kuş ve bitki türü kozmopoliten niteliğe sahip. Dolayısıyla, şehirlerin çoğundaki kuş ve bitki türlerinin hâlâ büyük ölçüde yerli olduğu dikkate alınırsa, bu oranlar, genel olarak da çok yüksek bir kayba işaret ediyor.
Bahsi geçen araştırmaya göre, şehirlerde kuş türlerinin yoğunluğu bilhassa insan-yapımı yeryüzü örtüsü (binalar, asfalt, vb. gibi) ile negatif bağıntı içinde: İnsanın, toprağın üzerine kapatma yoğunluğuyla doğru orantılı olarak kuş türü yoğunluğu azalıyor. Dolayısıyla, şehirlerde kuş türlerinin korunması için bitki örtüsünün niceliği, niteliği ve yapısı çok önemli. Yerli ya da egzotik (dışarıdan gelme) bitki türlerinin yoğunluğu ise, dokunulmamış ve bozulmamış bitki örtüsüyle ve ilginç bir biçimde şehrin yaşıyla doğru orantılı. Araştırmacılar bunu, eski şehirlerde daha büyük yeşil ve el sürülmemiş alanların olmasına bağlıyorlar. Bu ilişkisellikler bize, tür kaybı durdurulmak isteniyorsa, şehirlerin tasarımında doğal alanların restorasyonu ve yeşil alanlardaki artışa kritik önem verilmesi gerektiğini gösteriyor.
Şehirlerin, çoklukla, doğal halinde türler açısından zengin bölgelere yerleşmiş olması ekolojik alt-üst oluşu sertleştiren bir faktör (Cincotta vd. 2000; Luck, 2007). Buralardaki yerli türler, yaşam çevrelerinin kaybı ve dışarıdan taşınan türler de dâhil olmak üzere, insan-kaynaklı bir dizi tehditle karşı karşıya. Dünyadaki birçok büyük şehir de bunlar arasında. 2000 yılında ABD’de yapılan bir analize göre tehdit altındaki türlere etki eden on sekiz etmen kategorisi arasında kentleşme en üst sırada (Czech vd., 2000).
Türler, bir alanın kentleşmesinden aynı biçimde etkilenmiyor. Yok olma riskiyle karşı karşıya kalanlar çoğunlukla (i) yaşam çevresi itibariyle özelleşmiş, (ii) kesintisiz olarak göreli daha büyük alanlara ihtiyaç ve (iii) ormanlar gibi daha kompleks bitki yapılarına ihtiyaç duyan türler. Öte yandan kentleşmeden etkilenmeyen ya da kimi durumlarda çeşit açısından zenginleşme eğilimi dahi gösterebilen türler de var. Bunlar çoğunlukla (i) yaşam çevresi itibariyle özelleşmemiş türler, (ii) göreli daha az alana ihtiyaç duyan türler ve (iii) sınır türleri. [12] (UK NEA, 2011: 363)
Öte yandan, şehirlerde tür çeşitliliğinin ve insan olmayan hayvanların şehirde kendine yaşam alanı bulma şansının, basitçe ve sadece fiziksel kentsel gelişmeyle, bir başka deyişle şehirlerin “doğal” gelişimi ve büyümesiyle ve / ya da bu temerküz alanlarının ekolojik ayak iziyle bağlantılı olduğunu söylemek olanaklı değil. En az bunun kadar, tek türün hâkim olduğu bu yerleşimlerde hayvanların haritadan silinmesinin asıl sebebinin, modern şehrin bir yandan ekonomi-politiği, diğer yandan da tanımı ve ideolojisinde yattığını öne süreceğim.
Şehir sosyologu Robert Park’ın (1967: 3) bir zamanlar pek şiirsel bir dille ifade ettiği üzere şehir, belki de;
“… insanın, içinde yaşadığı dünyayı daha gönlüne göre hale getirmekte en ahenkli ve genel olarak en başarılı girişimidir. Fakat şehir insanın yarattığı dünyaysa, bundan böyle içinde yaşamaya mahkûm olduğu dünyadır da. Böylece, dolaylı olarak ve kendi işinin [bu] doğasına ilişkin herhangi bir bariz idraki olmaksızın, şehri inşa ederken insan, kendini de yeniden inşa etmiştir.”
Gerçekten de modern şehrin diğer insan yerleşimlerinden, dahası diğer bütün yaşam çevrelerinden farklı olarak, bütünüyle ve sadece tek bir türün ihtiyaçlarını (ve şüphesiz icat edilmiş ihtiyaçlarını) karşılamak üzere düzenlendiği neredeyse tartışmasızdır. Şehirdeki neredeyse her şey insanla ilişkisi üzerinden tanımlanır: İnsanların evleri, işyerleri, alışveriş ve tüketim için pazarlar, dükkânlar, alışveriş merkezleri, insanların evlerini, işyerlerini ve alışveriş merkezlerini birbirine bağlayacak metro sistemleri, arabaları için caddeler, köprüler, otoparklar, çocuklar için oyun parkları, insanların sağlığı için hastaneler, kültürel ihtiyaçları için tiyatrolar, sinemalar, sergi salonları, kütüphaneler, cezalandırılacakların kapatılacağı hapishaneler ve eğitilenlerle eğitenlerin kapatılacağı okullar… Dolayısıyla insan, şehri gönlüne göre inşa ederken, kendini burada yaşamaya mahkûm etmekle kalmamış, başka türleri de, yapısal olarak hiçe sayıldıkları bir sosyo-mekânsal oluşuma mahkûm etmiştir.
Modern şehirler hayvanlar aleminden ayrı olduğumuzu düşünmenin en kolay olduğu yerlerdir. İnsan yoğunlaşmasının yüksek mühendisliğe maruz kalmış varoluş alanı olarak modern şehir, birçok hayvan türünün yaşayabilmesine elverişli çevreyi neredeyse yasaklar. Hiç şüphesiz bunun önemli istisnaları vardır. Batılı kentsel çevre tarihçileri atlar, domuzlar ve diğer “besi hayvanları”nın on dokuzuncu yüzyılın organik şehri açısından elzem olduğunu göstermişlerdir. Bu türlerin kentteki varlığı teknolojik modernleşme ve seçkinlerin önayak olduğu sıhhi reformla beraber ortadan kalkmıştır (Sutter, 2016: x). Kimileri “haşarat” diye bilinen küçük ve daha az görünürlüğü olan fareler, martılar, sincaplar, hamamböcekleri ve tahtakuruları gibi hayvanlarsa modern şehirlerin insan-yapımı alanlarında varlıklarını gelişerek devam ettirmişlerdir (Biehler, 2013). Yakın zamanda Batı Avrupa şehirlerinde yaşanan bir kültürel dönüşüm neticesinde, “yabanıl hayat” olarak bilinen, aralarında geyiklerin, koyote ve vahşi hindilerin, vaşak ve pumaların da bulunduğu hayvanların “şehre dönüşü” olumlulukla karşılanabilmektedir. Bu hayvanlar şehrin sınırlarını tanımamakta, “ihlâl” etmekte ve şehirlerin biçimlendiregeldiği çevresel ikilikleri de kırmaktadır. Ne var ki şehrin bu “yeniden yabanıllaşması”nın insanda uyandırdığı ilgi ve şaşkınlık, şehri hâlâ insan olmayan yabanıllığın yasaklandığı, insanların kendi tarihlerini yaptıkları ve kendi zevklerine göre inşa ettikleri yerler olarak gördüğümüzün de bir göstergesidir. (Sutter, 2016: xi) Modern kentin yaptığı büyü, hayvanları ya fiilen ya da anlam ve birlikte yaşam haritalarımızda çok büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır.
Modern Şehir: Unutma Mekânı
Seattle’ın hayvan tarihini yazdığı Şehir İnsandan Daha Fazlasıdır (2016) adlı kitapta Frederick L. Brown, modern kentin hayvanları gözden ırak tutan büyüsünün sırrının, şehirlilerin şehirde hayvanlara (ya da yokluklarına) bir anlam vermek için yarattıkları kategorilerde yattığını ortaya koyar. İnsan-hayvan, vahşi-evcil, evcil hayvan (pet) / besi hayvanı gibi ikilikler, Seattle’ın insan sakinlerinin hem kentsel mekânları yapılandırmalarına hem de aynı zamanda şehrin hayvan tarihini unutturmaya yardımcı olmuştur. Kitabın önsözünü yazan Paul S. Sutter’a göre, hayvanların bu biçimde tasnifi hem insani hem de kentsel olanı tarif etmenin merkezindedir. Hayvanlar; mal olarak, semboller ya da arkadaşlar olarak, bu tanımlamaların vazgeçilmez kaynakları olmuştur. Fakat Brown aynı zamanda hayvanların bu bağlamda tasnifinin toplumsal olarak farklılaştırılmış bir süreç olduğunu da gösterir: Irk, sınıf, etnisite ve toplumsal cinsiyet, insanların kentsel hayvanlara dair zaman içindeki tecrübelerinde, onları nasıl tasnif ettiklerinde ve kullandıklarında önemli roller oynamıştır. Seattle’ın daha fazla güç sahibi olan insan sakinleri, bu farklılıkları, hayvanlarla etkileşim içinde olmanın kimi biçimlerinin diğerlerine göre daha insani ve daha kentsel olduğunu savunmada sürekli olarak kullanmışlardır. Dolayısıyla, Brown’ın önemli katkılarından biri, sadece bir şehrin tarihinin hayvanlar ekseninde okunması ya da bir şehrin hayvan tarihinin yazılması değil; bunun ötesinde, kentsel toplumsal farklılığın hayvanî tarihinin gösterilmesidir. Brown, bu tarihin Seattle’ın yapılı çevresinin evriminde de ne denli önemli bir rol oynadığını anlatır. Bu rol, şehrin inşasında insan emeği kadar insan olmayan hayvanların beden gücü ve emeğinin de kullanılmış olmasından ibaret değildir. Aynı zamanda, hayvanların tasnifi kentsel mekânların tanımlanması ve farklılaştırılmasında da kritik bir etkiye sahip olmuştur. Son tahlilde Brown, “şehirde hayvanlar”a dair aslında tek şaşırtıcı şeyin, onların tarihsel mevcudiyetini ve önemini unutmamız olduğunu gösterir.
Ne var ki, unutmak sadece geçmişe dair değil, bugüne de dairdir. Blanc (2003: 160), şehrin, zaten diğer hayvanlar için de bir yaşam alanı olduğuna, bunun bir “ayırdına varma / ayırdında olma” meselesi olduğuna dikkat çeker. Şehir çok farklı yerlerden oluşur ve bu yerlerin her biri çok sayıda türün beslenmesi, dinlenmesi ve üremesi için ekolojik imkânlar sunar: “periferik sınırlarda, yeraltı metro geçitlerinde, demiryollarında, aynı şekilde, hamamböcekleri için ev aletlerinin motorları ya da bitler için çocukların başları. Parklar ve bahçeler orman kuşları ve böceklerce kuşatılırken, büyük çimenlik alanlar binlerce bitkiye ev sahipliği yapar.”
Bir başka deyişle, şehirlerimiz dâhilinde sandığımız kadar hâkim değiliz. Dahası, üzerinde hâkimiyetimizi varsaydığımız alanlardaki başka yaşayışların çoğu zaman ayırdında da değiliz:
“[…] bizimkine paralel bir başka dünya mevcut; çoğumuzun görmediği, ayaklarımızın altında, duvarlarımızın ardında, caddelerimizin altında, yanı başımızda yaşayan yaratıkların dünyası. Ne adını park koyduğumuz kistik eğreti doğa parçalarında yaşayan türlerden ne de bize refakat etsin diye evlerimize getirdiğimiz tutsak canlılardan bahsediyorum: Sözünü ettiğim, insanlık cömertliğinin atıklarını devşirmeyi uzun zaman önce öğrenmiş türlerdir; kolayca ‘haşarat’ etiketi altında bir araya getirilebilecek türler.
[…] Haşarat; türlerin neslinin tükendiği bir çağda, soylarını kurutmak için gösterdiğimiz bütün gayretlere rağmen çoğalan, bize rağmen bizimle yaşayan hayvanlardır. Haşarat; fareler, hamamböcekleri, bitler, sinekler ve diğerleridir. … Bizim onlara vakıf oluşumuzdan çok daha fazla bize vakıf olan; ikballeri, bizi ve çevremizi, bizim fiziksel ve psikolojik olarak yeteneksiz olduğumuz usullerle gözlemleme yeteneklerine yaslanan hayvanlardır. Bunlardan dolayıdır ki haşarat, şehri inşa edilmiş bir çevre yerine ele geçirilmiş bir çevre olarak görmek için eşsiz bir mercek yerine geçer: Bu mercekten bakıldığında şehir, türümüzün, itinayla ve amaca uygun olarak inşa ettiği bir yapıdan ziyade, tıpkı bir mercan kayalığı gibi çok sayıda tür için yaşam alanı sağlayan bir ura benzer.” (Candelaria, 2009: 301-2) (vurgular bana ait)
En ileri insan yerleşimini istilâ etmiş, türümüzün mekânını kendi amaçları doğrultusunda kullanabilme becerisine sahip, mahremiyet alanlarımızı dahi paylaşan canlıların mikro-coğrafyalarına dikkatimizi çeken Candelaria’nın vurgusu, genel olarak şehircilik literatüründe ama özellikle işlevselci yaklaşımlarda çokça kullanılan bir metaforu akla getiriyor: Şehir canlı bir organizmadır… Bu benzetmenin kullanım sıklığına rağmen, Martindale’in Weber’in klasiğine yazdığı o harika Önsöz’de yüzümüze vurduğu gibi; “şehir üzerine yazılmış kitapların arasında kendinizi çoğu kere, içinde yaşamın tamamen yok olduğu bir ölüler şehrinde (necropolis) hissedersiniz.” (1960: 5) Oysa,
“Bir yaşam sistemi olarak şehir, bizatihi biyolojik evrimin yapısına nüfuz etmekte, yeni şehir haşeratı ve şehir hayvanları biçimleri yaratmaktadır. Gümüşcün böceği, güve, tahtakurusu ve hamam böceği gibi kentsel haşerat vardır. Bunlar, proletarya kadar kente özgü, bürokratlar kadar kentlidirler. Sıçan ve sokak kedisi, kentlerin soyutlanma ve sofistike sinisizm kadar kentsel bir görüntüye sahip hayvan sakinleridir. Şehirde serçe, sığırcık ve güvercin gibi kuşlar âleminin temsilcileri vardır. Onlar da şehrin diğer sakinleri gibi, aynı soğukkanlılıkla trafikten kaçınıyor, meydanlarda münakaşa ediyor, bina saçaklarında toplantılar yapıyor, ticaretin yan ürünlerinden rızklarını kazanıyorlar. Yeryüzünden azad olmuş insan ruhunun özü gibi, her şehrin şafağında dairelerin, dikdörtgenlerin, çokgenlerin ve üçgenlerin, yani şehrin geometrisinin bir sis bulutu içinde yüzer gibi olduğu anlar vardır. Yıldızların aydınlattığı gecelerde şehrin kulelerinin ve onların külahlarının, karanlığı, müthiş heyecan verici yıldızlardan koparırcasına göğü zorladığı ve şehrin, bizzat zamana karşı insanoğlunun keskin bir iddiası gibi göründüğü anlar vardır.” (a.y.: 6) (vurgular bana ait)
“Bizzat zamana karşı insanoğlunun keskin bir iddiası” gibi görünen şehri, nasıl olup da birlikte yaşadığımız diğer hayvanları da hesaba katan bir bakış açısından tanımlamıyoruz? Bunun tek sebebi “unutkanlık” mı? Kentsel toplumsal farklılığın hayvani boyutunun görünmezleşmesinin tarihsel kaynakları neler? Bugün bu görünmezlik hangi mekanizmalarla devam edip yeniden üretiliyor? Bunlar sadece insan olmayan hayvanlara değil ama bizzat insan hayvanına, kendimize de bir başka gözle bakmak için üzerinde düşünmeye değer sorular.
[1] http://cms.iucn.org/about/, son erişim tarihi 5 Temmuz 2018.
[2] Bitkiler bütün canlı hayatın %82’sini, bakteriler de %13’ünü oluşturmakta. Böceklerden mantarlara, balık ve hayvanlara kadar diğer bütün canlılar dünya biyo-kütlesinin sadece %5’ini oluşturuyor. İnsanlar, bu %5’lik grup içinde ve toplamın sadece on binde birine karşılık geliyorlar.
[3] “İnsan-hakim yerleşim”, başka türlerin de aynı yaşam çevresinde hayatını sürdürdüğü ya da sürdürmeye çalıştığını kavramsal olarak göz ardı eden “insan yerleşimi” yerine kullanmayı seçtiğim bir ifade.
[4] UK NEA (Birleşik Krallık Ulusal Ekosistem Değerlendirmesi) “kentsel alan”ı “yapılı (inşa edilmiş) çevre ve bahçeler” olarak tarif ediyor ve bu tanım kırsal imarla yapılı çevreyi, yolları, demiryollarını, çöp ve moloz alanlarını, kentteki bahçe ve ağaçları da kapsıyor. (UK NEA, 2011: 366)
* Kutuplaşma (polarization) günümüz kentsel literatüründe daha çok bir mega-kentin, bulunduğu ülkenin başka yerlerindeki kentsel gelişmeyi sınırlayacak ölçüde baskın hale geldiği ve kendi hinterlandlarındaki yerleşimlerdense dünyanın gelişmiş mega-kentleriyle ilişki içinde oldukları bir hali anlatmak için kullanılır. Bununla beraber bir megapol ya da metropol içinde de kutuplaşma yaşanır ve kentin belli bölgeleri diğerleri aleyhine gelişir ve hâkim hale gelir. Tellier’nin nosyonu buradaki kullanımı, daha çok temerküzü ifade etmek içindir.
[5] Asya, dünya ortalamasının altındaki kentleşme düzeyine (%48) rağmen dünya kentsel nüfusunun %53’ünü barındırmakta. Bunu %14’le Avrupa, % 13’le Latin Amerika ve Karayipler izliyor. A.y.
[6] Kavramı ve yöntemi bilim ve uygulama dünyasına armağan eden, nüfus ekolojisti William E. Rees ve öğrencisi Mathis Wackernagel’dir. Önce “(çevrenin) taşıma kapasitesi” kavramını önerir ve ardından “ekolojik ayak izi”ni kullanıma sokarlar. Bkz.Wackernagel, 1991; 1994; Rees, 1992; ve Wackernagel & Rees, 1996.
[7] GFN – Global Footprint Network, http://www.footprintnetwork.org/, son erişim tarihi 6 Temmuz 2018.
[8] 2018 yılından itibaren Londra’yı geride bırakarak Avrupa’nın en büyük metropolü haline gelen İstanbul; Küba, Belçika, Yunanistan, Macaristan, Tunus, Portekiz, Çek Cumhuriyeti, BAE, İsveç, Beyaz Rusya, İsviçre, Avusturya’nın da aralarında bulunduğu yaklaşık 130 ülkeninkinden daha çok nüfusa sahip. İstanbul’un Büyükşehir Belediyesi sınırları 2004 yılında İl sınırlarına genişletilmiş, 2012 Aralık’ında çıkarılan 6360 sayılı Kanun’la da Büyükşehir Belediyesi sınırları içindeki bütün köylerin tüzel kişiliğine son verilmiştir.
[9] Yanı sıra, insan nüfusu artışından kaynaklı “artan ihtiyaç” gibi nesnel bir gerekliliğe aşırı vurgu yapmak, meselenin sosyo-politik yanını da gözden kaçırmak anlamına gelir. İnsan türünün suyun kullanım biçimleri, aslolarak bir sosyal “hidro-sözleşme”ye yaslanmakta (Lundqvist, 2001). Yerel topluluklar, toplum, devlet ve kapitalistler arasındaki suyun nasıl kullanılması gerektiğine ilişkin çoğunlukla örtük uzlaşmaları ifade eden bu sözleşme; hâkim iktisadi rejim, politika ve ideoloji, kültürel bakış açısı, tarihsel olarak özgülleşmiş su eksenli değerlerce biçimlenip kurumsal mekanizmalar ve normatif düzenlemelerde ifadesini bulur ve su sistemleri altyapısınca da fiziksel temsiline kavuşur. (Brown, Keath ve Wong, 2009)
[10] WWF – World Wide Fund for Nature için, bkz. http://wwf.org/.
LPI – Living Planet Index için bkz. http://www.livingplanetindex.org/
[11] En hızlı büyüyen şehirler ağırlıklı olarak Asya’dayken, en yavaş büyüyen şehirlerin neredeyse tamamı Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da.
[12] Yaşam çevresi itibariyle özelleşmemiş bir tür (generalist species) çok çeşitli çevresel koşullarda hayatını devam ettirebilirken yaşam çevresi itibariyle özelleşmiş tür (specialist species) ancak belli çevresel koşullarda varolabilir ve sınırlı kaynaklarla beslenebilir. Özelleşmiş türler yerel süreçlere daha duyarlıyken özelleşmemiş türler daha çok bölgesel nitelikli mekânsal süreçlere duyarlıdır. (Pandit, Kolasa ve Cottenie, 2009) Sınır türleri (edge specialists) ancak birden fazla habitatın sınırlarında hayatını devam ettirebilen türlerdir. Bunlar, farklı yaşam alanları arasında hareket eden türlerden farklı olarak ancak sınırda yaşayabilirler. (Ries ve Sisk, 2010)
Referanslar :
Angel, Shlomo vd. (2011) The Dimensions of Global Urban Expansion: Estimates and Projections for All Countries, 2000–2050, Progress in Planning, 75/2, s. 53–107.
Aronson, Myla F. J. et al. (2014) A Global Analysis of the Impacts of Urbanization on Bird and Plant Diversity Reveals Key Anthropogenic Drivers, Proceedings of the Royal Society B, V.81, I. 1780; http://rspb.royalsocietypublishing.org/content/281/1780/20133330.full, son erişim tarihi 22 Ekim 2015.
Bagan, Hasi & Yoshiki Yamagata (2014) Land Cover Change Analysis in 50 Global Cities by Using a Combination of Landsat Data and Analysis of Grid Cells, Environmental Research Letters 9.
Barr-On, Yinon, Rob Phillips ve Ron Milo (2018) The Biomass Distribution on Earth, Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America, 115 (25), s. 6506-6511.
Biehler, Dawn (2013) Pests in the City: Flies, Bedbugs, Cockroaches, and Rats, Seattle & London: University of Washington Press.
Blanc, Nathalie (2003) La Place de l’Animal dans les Politiques Urbaines, Communications, Vol. 74 / 1, s. 159-175.
Brown, Frederick L. (2016) The City is More than Human: An Animal History of Seattle,Seattle & London: University of Washington Press.
Brown, Rebekah R., Nina Keath ve Tony H.F. Wong (2009) Urban Water Management in Cities: Historical, Current and Future Regimes, Water Science and Technology, 59, s. 847–855.
Candelaria, Matthew (2009) The Microgeography of Infestation in Relationship Spaces, içinde: Animals and Agency: An Interdisciplinary Exploration (Human-Animal Studies Special Issue, Vol. 8), ed. Sarah E. McFarland & Ryan Hediger, Leiden & Boston: Brill, s. 301-320.
Carrington, Damion (2014, 30 Eylül) Earth has lost half of its wildlife in the past 40 years, says WWF, The Guardian; https://www.theguardian.com/environment/2014/sep/29/earth-lost-50-wildlife-in-40-years-wwf, son erişim tarihi 5 Temmuz 2018.
Ceballos, Geraldo, Paul R. Ehrlich ve Rodolfo Dirzo (2017) Biological Annihilation via the Ongoing Sixth Mass Extinction Signaled by Vertebrate Population Losses and Declines, Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America, 114 (30), s. E6089-E6096.
Cincotta, Richard P., Jennifer Wisnewski ve Robert Engelman (2000) Human Population in the Biodiversity Hotspots, Nature, 404 (6781) , s. 990-992.
Coale, Ansley J. (1990 [1974]) İnsan Nüfusunun Tarihi, çev. Yahya S. Tezel, Ankara, http://www.yahyatezel.com/indir.php?no=55, son erişim tarihi 13 Eylül 2015.
Collen, Ben vd. (2014) Global Patterns of Freshwater Species Diversity, Threat and Endemism, Global Ecology and Biogeography 23/1, s. 40-51.
Cumberlidge, Neil vd. (2009) Freshwater Crabs and the Biodiversity Crisis: Importance, Threats, Status, and Conservation Challenges, Biological Conservation, 142: 1665–1673.
Czech, Brian, Paul R. Krausman & Patrick K. Devers (2000) Economic Associations among Causes of Species Endangerment in the United States, BioScience, 50/ 7, pp. 593–601.
Darwall, William vd. (2011) The Diversity of life in African Freshwaters: Underwater, Under Threat. Gland, Switzerland & Cambridge, UK: IUCN.
Diaz, Robert ve Rutger Rosenberg (2009) Spreading Dead Zones and Consequences for Marine Ecosystems, Science, 321/5891, s. 926-929.
Fitzhugh, Thomas W. ve Brian D. Richter (2004) Quenching Urban Thirst: Growing Cities and Their Impacts on Freshwater Ecosystems, Bioscience, 54, s. 741–754.
Habitat III (2015) Issue Papers 16 – Urban Ecosystems and Resource Management, New York.
Hoornweg, Daniel ve Kevin Pope (2016) Population Predictions for the World’s Largest Cities in the 21st Century, Environment and Urbanization, 29 / 1, s. 195-216.
IUCN veri tabanı; http://www.iucnredlist.org/.
İlhan, Akgün vd. (2014) İstanbul’un Su Krizi ve Kolektif Çözüm Önerileri, İstanbul: Sosyal Değişim Derneği.
Jenerette, Darrel G. ve Larissa Larsen (2006) A Global Perspective on Changing Sustainable Urban Water Supplies, Global Planet Change 50: pp. 202–211.
Klausmeyer, Kirk ve Katherine Fitzgerald (2012) Where Does California’s Water Come From? Land Conservation and the Watersheds that Supply California’s Drinking Water – A Science for Conservation Technical Brief, San Fransisco: The Nature Conservancy of California.
Luck, Gary W. (2007) A Review of the Relationships Between Human Population Density and Biodiversity, Biological Reviews, 82 (2007), s. 607-645.
Lundqvist, Jan, Sunita Narain ve Anthony Turton (2001) Social, Institutional and Regulatory Issues, Frontiers in Urban Water Management: Deadlock or Hope, ed. Cedo Maksimovic & José A. Tejada-Guilbert, Cornwall: IWA Publishing, s. 344-398.
Martindale, Don (2000 [1960]) Önsöz, Şehir: Modern Kentin Oluşumu, Max Weber, çev. Musa Ceylan, İstanbul: Bakış, s. 5-71.
MA -Millennium Ecosystem Assessment- (2003) Ecosystems and Human Well-being: A Framework for Assessment, Washington DC: MA & Island Press.
———- (2005) Ecosystems and Human Well-being: Synthesis, Washington DC: MA & Island Press.
McDonald Robert I. vd. (2014) Water on an Urban Planet: Urbanization and the Reach of Urban Water Infrastructure, Global Environmental Change, V. 27: 96–105.
Millington, Andrew, Salem al-Hussein ve Roderic S. Dutton (1999) Population Dynamics, Socioeconomic Change and Land Colonization in Northern Jordan, with Special Reference to the Badia Research and Development Project Area, Applied Geography, 19, s. 363–384.
Pandit, Shubha N., Jurek Kolasa ve Karl Cottenie (2009) Contrasts Between Habitat Generalists and Specialists: An Empirical Extension to the Basic Metacommunity Framework, Ecology 90: 2253–2262.
Park, Robert (1967) On Social Control and Collective Behavior, Chicago: Chicago University Press.
Postel, Sandra ve Brian Richter (2003) Rivers for Life: Managing Water for People and Nature,Washington DC: Island Press.
PRB (Population Reference Bureau) (2015) Human Population: Urbanization, http://www.prb.org/Publications/Lesson-Plans/HumanPopulation/Urbanization.aspx, son erişim tarihi 9 Eylül 2015.
———- (2017) 2017 World Population Data Sheet, https://www.prb.org/wp-content/uploads/2017/08/WPDS-2017.pdf, son erişim tarihi 7 Temmuz 2018.
Rees, William E. (1992) Ecological Footprints and Appropriated Carrying Capacity: What Urban Economics Leaves Out, Environment and Urbanisation 4 (2), s. 121–130.
Revenga, Carmen, vd. (2000) Pilot Analysis of Global Ecosystems: Freshwater Systems, Washington DC: World Resources Institute.
Ries, Leslie & Thomas D. Sisk (2010) What is an Edge Species? The Implications of Sensitivity to Habitat Edges, Oikos 119(10): 1636–1642.
Seto, Karen C., Burak Guneralp ve Lucie R. Hutyra (2012) Global Forecasts of Urban Expansion to 2030 and Direct Impacts on Biodiversity and Carbon Pools, Proceedings of the National Academy of Sciences of the USA, 109/40, s. 16083-16088.
Solecki, William, Karen C. Seto ve Peter J. Marcotullio (2013) It’s Time for an Urbanization Science, Environment: Science and Policy for Sustainable Develeopment, 55, s. 12–17.
Sutter, Paul B. (2016) Foreword: The Animal Turn in Urban History, The City is More than Human: An Animal History of Seattle içinde, Frederick L. Brown, Seattle & London: University of Washington Press.
Tellier, Luc-Normand (2009) Urban World History: An Economic and Geographical Perspective, PUQ.
UK NEA -National Ecosystem Assessment- (2011) The UK National Ecosystem Assessment: Technical Report, Cambridge: UNEP-WCMC.
UN-DESA (2011) Population Distribution, Urbanization, Internal Migration and Development: An International Perspective, New York: United Nations.
———- (2014) World Urbanization Prospects, New York: United Nations.
———- (2015) World Population Prospects: The 2015 Revision, New York: United Nations.
———- (2018) 2018 Revision of World Urbanization Prospects, New York: United Nations.
UNEP (2012) Global Environment Outlook (GEO-5), Malta: UNEP.
UN HABITAT (2011) Cities and Climate Change: Global Report on Human Settlements.
Wackernagel, Mathis (1994) Ecological Footprint and Appropriated Carrying Capacity: A Tool for Planning Toward Sustainability (PhD thesis), Vancouver: The University of British Columbia, School of Community and Regional Planning.
———- (1991) Land Use: Measuring a Community’s Appropriated Carrying Capacity as an Indicator for Sustainability & Using Appropriated Carrying Capacity as an Indicator, Measuring the Sustainability of a Community, Report I & II to the UBC Task Force on Healthy and Sustainable Communities, Vancouver.
———- & William E. Rees (1996) Our Ecological Footprint, Gabriola Island, BC: New Society Press.
Watts, Jonathan (2018, 5 Temmuz) Red list research finds 26,000 global species under extinction threat, The Guardian;https://www.theguardian.com/environment/2018/jul/05/red-list-research-finds-26000-species-under-extinction-threat; son erişim tarihi 5 Temmuz 2018.
WWF vd. (2014) Living Planet Report 2014: Species and Spaces, People and Places, WWF, ZSL, GFN & WFN.
- Hayvan Kuramı – Eleştirel Bir Giriş - 7 Nisan 2019
- Savaş Zamanı Gözden Çıkarılabilecek Aile Mensupları… - 26 Ocak 2019
- Şehir Bahçelerinin Biyo-Çeşitlilik İçin Önemi ve Jennifer Owen - 25 Eylül 2018