Kaybolan şehir…

Birden başlayan rüzgâr kısa sürdü. Güz güneşini, bulup getirdiği kapkara bulutların ardına sakladı. Koca şehir, rengini kaybetmenin telaşını yaşarken, ince usul yağan ahmak ıslatan yağmur çok sürmedi, sağana döndü… Her şey birkaç dakika içinde oldu. Sokaklar geçilmesi zor bir dereye döndü, mazgallar çoktan iflas etmişti. Herkesin şikâyet ettiği, karşısında çaresizliğini dile getirdiği, manzara yaşanmaya başladı.

Artık ne zaman yağmur yağsa böyle oluyor. Koca şehir, bir anda yaşanmaz bir yer olup çıkıyor. Ulaşım kitleniyor, sokaklar yürünmez oluyor. Dükkanları, evlerin bodurum katlarını sular basıyor.

Her yağmur sonrası, hükümete yakın işgüzar kalemler, iklim değişikliğinden, yağmurların eski yağmurlar olmadığından söz ediyorlar. Hükümete, yerel yöneticilere, laf söyleneceği telaşıyla, başka zaman olsa karşı çıktıkları çevreci söylemlere sarılıp sözü kimseye vermiyorlar.

Şehrin hızla değiştiğini, eski şehir olmadığını, o çok savundukları yerel yöneticilerin, iş bilmez işgüzar ellerinde şehir olmaktan çıktığını görmek istemiyorlar. Hırslarına yenilmiş, doğayı, insanı bir kenara koyan korkunç kalabalıkların bir araya geldiği, bir yer artık burası. Kendine has yapıları, yoları, sokakları, kanunları olan, bildiğimiz bütün yerleşim yerlerinden farklı bir yer…

Kime anlatsam inanmaz!

Bir zamanlar, bu şehrin dar sokaklarında bahçe içinde tek katlı, bilemedin iki katlı ahşap evler karşılıklı sıralanıyordu. Gökyüzü hemen oradan, ağaçların kiremitlere değdiği yerden başlıyordu. Uzansan değecek gibi yakındı bulutlar. Bahçelerden asmalar uzanıyordu balkonlara, yeşilin maviye değdiği sokaklarda çocuklar oyunlar kuruyor, oyunlar bozuyordu.

Bezden bebeğine sımsıkı sarılmış, bayramlık kırmızı pabuçlarıyla sokakta seksek oynayan kız çocukları, haylaz oğlanlar koşmuyor sokaklarında. Eskiden yağan yağmurlarla ortalığı tutan toprak kokusu da yok artık.

Önce apartmanlar girdi hayatımıza, sonra rezidanslar, bulutları tırmalayan bu yüksek binalar geçmişin bütün yaşanmışlığını silip bir kenara attılar. Çat kapı çalınan kapılar kapandı. Komşuluklar bitti.

Yağmur başlar başlamaz, önünden geçmekte olduğum kafeteryaya sığındım. Pencere önünde boş bir masa bulmama şaşkınlığım henüz geçmişti ki, gelen garsondan kendime bir kahve ısmarladım. Pencereden sokağın yağmur sularına teslim oluşunu izlemeye başladım. Neredeyse önüne ne geçse sürükleyip götürecekti. Zaman ise durmuş, akmıyordu.

Sokak giderek tenhalaştı, el ayak hepten çekildi. Arada birileri hızlı adımlarla gelip geçiyordu. Uzun bir aranın ardından, “artık kimse geçmez” dememe kalmadı bir kadın geçti. Sonra şemsiyesinin altına sığınmış, ama yine de ıslanmaktan kurtulamayan bir adam geçti…

Bir kadın, bir adam daha…

Dün sokulup sigara isteyen, evsiz kadın, köşe başını tutan ana avrat söven sokak çocukları geliyor aklıma. “Kaçıp sığınacak bir yer bulmuşlar mıdır?” derken, küçük bir gurup girdi pencerenin kadrajına, yağmura, günün zoruna aldırmaz. Islanmış yüzlerinde gülümseme, saçlarından sular akıyor. “Gençlik işte” diyorum, sırt çantamdan çıkardığım kitabım masanın üzerinde. Okumak ile sokağı izlemek arasında kaldığımda şehrin yağmurlu bir gününü yazmaya karar veriyorum.

Hasan KAYA
Latest posts by Hasan KAYA (see all)