Kapitalist devletin en önemli yapısal öğesi olan bürokrasi Batı Avrupa’da mutlak monarşiler döneminde kuruldu. Güçlü bir ordu, modern bir bürokrasi ve gelişmiş bir ulaşım sistemine gereksinim duyan monarşinin bunları gerçekleştirmesi için feodal sınıf ve burjuvazinin ekonomik desteğine ihtiyacı vardı. Monarşi, parlamentoya belli bazı yetkiler vererek bu desteği almayı başardı. Ancak bu süreçte yürütmeye ve yasamaya ait tüm yetkileri kendisinde toplamaya başlayan parlamenter sistem, monarşik devletin yapısını değiştirdi. Süreç içinde burjuvazi parlamentoyu mutlak monarşilerden devralarak kendi devletinin niteliğine göre daha da geliştirdi ve yetkinleştirdi.
Yetki ve sorumlulukların yukarıdan aşağı doğru belirlendiği, askeri, idari, mali ve adli faaliyetlerin merkezi bir şekilde düzenlendiği, belirli bir işbölümü ve uzmanlaşmaya dayanan hiyerarşik bir şekilde örgütlendiği, uzman ve profesyonel kadroların denetiminde ve gözetiminde olan bürokrasi, kapitalist devletim ön önemli organı oldu. Böylelikle kendisinden önce monarşinin basit bir eklentisi durumunda olan parlamento, burjuvazinin egemen olduğu dönemde, başka bir ifadeyle burjuva demokratik devrimler çağında, temsili demokrasinin en önemli kurumlarından biri haline geldi. Genel ve eşit oya dayanan demokratik bir seçim sisteminin geçerli olduğu; yürütme, yasama ve yargı arasında kuvvetler ayırımı temelinde anayasal bir hukuk sisteminin geçerli olduğu her yerde, kapitalist devlet parlamentarist biçimlere büründü.
Kapitalist toplumda hukuksal ve siyasal haklar devletin bürokratik niteliğinden dolayı demokrasi her zaman eksik ve sınırlı bir şekilde kullanıldı. Ekonomik sömürüden kaynaklanan eşitliksizlerin varlığı hukuksal düzenlemede ortaya çıkan tüm haklar ve özgürlükleri biçimsel bir niteliğe büründü. Demokrasinin olmazsa olmazı olan eşit ve özgür ilişkiler burjuvazinin çıkarlarını zedelediği her konuda engellendi. Burjuvazi kendi egemenliğini pekiştirdikçe parlamentoları asli işlevlerinden arındırarak kendi sınıf çıkarlarının korunması temelinde siyasal ve ideolojik egemenliğini yasal bir biçimlere sokmanın bir aracı oldu. Halkın kendisini yönetmesinin ve temsil edilmesinin aracı gibi gösterilen, 4 ya da 5 yılda bir burjuvazinin şu ya da bu temsilcisini seçmek için oy kullanmasına dönüşen, seçilen temsilcilerin sorumluluklarının doğrudan denetlenememesi için kayıt üstüne kayıt getirilen parlamentolar, eksik ve sınırlı nitelikler gösteren bir kurum haline geldi.
Kapitalizmin bölgesel ve yöresel bağlamda ekonomik bağları geliştirmesi ve ulusal pazarların kurulması ile uluslaşma süreci başladı. Bu da ulusal eşitsizlik ve ulusal baskı biçimlerini ortaya çıkartarak ulusal sorunu yarattı. Hangi koşulda ve biçimde olursa olsun, ulusal baskının olduğu yerde, farklı ulusların ve etnik grupların haklarından söz edilemezdi. Uluslar arasında gerçek bir eşit ve özgürlük ortamı yaratılmadan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının demokratik bir şekilde kullanımı da sağlanamazdı. Bu nedenle, kapitalist toplumda egemen ulusların ve ulusal azınlıkların etnik karşılıklı rızasına dayanan üniter/birleşik, federal veya konfederal yapılar oluştu. Federal ya da konfederal yapılar içerisinde çeşitli egemen ulusların ve ulusal azınlıkların kendi kaderlerinin tayin hakkı güvenceye alındı. Bazı yerlerde üniter bir devlet içerisinde ulusal azınlıkların ve etnik grupların kültürel ya da siyasal özerklikleri tanındı. Bir devlet ilişkisi, nispeten istikrarlı ve belirli kurallara bağlanmış ortak istençleri gerektirdiği için, farklı ulusal ve sınıfsal talepler kolayca önlenemez, özellikle de bir egemen devlet ve toplum ilişkisi söz konusu olduğunda, ulusal, sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel, inançsal çelişkiler uzun süre korunamazdı. Bu nedenle federasyon, konfederasyon, birlik gibi bir araya gelişler veya kopuşlar gündeme gelmişti.
Ancak tarihsel olarak burjuvaziyle özdeşleyen/özdeşleştirilen parlamento genel anlamda kapitalist devletin zorunlu bir parçası ve tek demokratik biçimi gibi algılandı. Oysa demokratik parlamentoların başka biçim ve adlarla kapitalizmin ortadan kalkacağı sosyalist toplumlarda da gerçekleşebileceğini tarihsel deneyler gösterdi. Sosyalist ve demokratik dönüşümleri gerçekleştirmek için parlamentonun ve temsili kurumların ortadan kaldırılması gerekmiyordu. Kapitalist toplumun ekonomik ve sosyal koşularının ortadan kaldırılmasıyla birlikte parlamentonun da yapısal bir değişiklik geçirip halkın gerçek bir temsil organı haline dönüşebilmesi mümkündü. Bu aynı zamanda parlamentonun etkin ve demokratik bir nitelik kazanmasıyla ilgili bir gereklilikti.
Bu bağlamda sosyalist toplumda aslolan doğrudan demokrasiydi. Sosyalist toplumda doğrudan demokrasinin yanı sıra temsili kurumlar da birbirleriyle uyum halinde işlerlik kazanabilirdi. Dahası merkezi ve yerel demokratik düzeyde tek yetkili konumda olması gereken bu temsili kurumlar, bilinçli ve örgütlü halk güçlerinin katılımıyla gerçekleşebilirdi. Kapitalizmin belirli bir gelişme aşamasına ulaştığı bir tarihsel dönemde, Paris Komünü alternatif bir devlet biçimi olarak ortaya çıkmıştı.
Komün tipi örgütlenme ve demokrasi
Doğrudan/dolaysız demokrasinin tarihsel bir biçimi olan Paris Komünü yeni tipte bir devlet biçimiydi. Belirli bir geçiş dönemine denk düşen bu devlet biçimi, kapitalist devletin sömürücü, baskıcı ve bürokratik baskı aygıtını ortadan kaldırıp, onun yerine toplumun eşit ve özgür gelişmesinin yolunu açan, doğrudan demokrasinin gelişmesinin önkoşullarını yaratan demokratik bir mekanizma koymuştu. Karl Marks, Paris Komünü’nün niteliği konusunda şöyle yazmıştı: “Komün’ün geliştirmeye zaman bulamadığı kısa bir ulusal örgütlenme taslağında açıkça, ‘Komün en küçük bir köyün bile politik biçimi olacaktı’, denmektedir.”
Paris Belediye Meclisi ve Kurucu Meclis seçimlerini erteleyen hükümete karşı ayaklanan Paris halkı hem düşmana (Alman işgaline) karşı savunulmasını ve hem de kent yönetimini üstlendi. Ayaklanmayı temsil eden Askeri Konsey eski hükümetin yerine geçti. Askeri Konsey, genel ve eşit oya dayanan bir seçim yoluyla Paris Belediye Meclisi’nin seçimlerin yaparak, kenti yönetecek Paris Komünü’nün oluşmasını sağladı. Komün, eski devletin egemenleri olan büyük burjuvazi, kilise kodamanları ve aristokrasinin dışında kalan tüm toplumsal sınıfların ve katmanların güçleri oranında temsilcilerinden oluşarak bir devletin nasıl bir demokratik niteliğe kavuşabileceğini gösterdi. Komün, sadece askeri, idari, mali, eğitim, siyasi ve ekonomi alanlarında ortaya çıkan bürokrasiyi yok etmekle kalmadı, yargıçları da seçimle gelip seçimle giden ve topluma karşı sorumlu olan kişiler haline dönüştürdü.
Komün, sadece büyük kentlere yönelik bir yerel örgütlenme biçimi değildi, kır ile kent arasındaki birliği içeren ve tüm ülkede yaygınlaşacak şekilde bir ulusal ve sınıfsal örgütlenme biçimiydi. Komün, doğrudan demokrasinin tarihsel biçimi olarak parlamenter bir kuruluş değil, aynı zamanda hem yürütmeci ve hem de yasamacı olan hareketli bir yeni yapılanmaydı. Paris Komünü’yle başlayan devrim, demokrasi ve sosyalizm geleneği Ekim Devrimi ile Sovyetler biçiminde sürdü. Daha sonraki süreçte de birçok yerde Konseyler/Meclisler şeklinde çeşitli ad ve biçimlerde devam etti.
Kapitalist devletin bürokratik merkeziyetçi karakterine karşın, demokratik devrimini yapmış birçok ülkede, her biri belirli bir devlet biçimine tekabül eden oluşumlar gerçekleşti. Uzun bir tarihsel süreçte ortaya çıkan bütün bu yapılanmalar, her ülkenin özgün koşullarında oluşan özyönetimlerce oluştu. Burjuva demokratik cumhuriyetlerin tarihsel tecrübeleri Paris Komünü’nden başlayarak diğer sosyalist devletlerin özyönetimleri tarafından devralındı. Bu bağlamda sorun, bu yapıların bir model olarak alınıp alınmamasında değil, onların sınıf muhtevası ve demokratikleşme eğiliminin nereye doğru evrilmekte olduğudur. Başka bir ifade ile bu sorun, yerel yönetim modellerinin, burjuva ve sosyalist devletlerin ortaya çıkış döneminde ve sonradan kazandıkları özelliklerle ilgilidir.
Komün tipi örgütlenmede, kapitalist toplumda ortaya çıkan temsili kurumların tümü yok edilmez, bunların önemli bir kısmı sınıfsal içerikten ve işlevlikten arındıkları oranda Komün’ün ilişki ve işleyiş biçimine uyarlanıp sürdürülebilir. Böylelikle doğrudan/dolaysız demokrasinin koşullarında içselleştirilmiş temsili kurumlar; temsilcilerinin eşit ve genel oyla seçilmesi, geri çağrılabilmesi ve her aşamada sorumlukların denetlenebilir bir mekanizmaya kavuşması ile eskiye oranla daha etkin ve daha demokratik bir şekilde işlerlik kazandırılabilir.
Sosyalist demokrasinin olmazsa olmazı olan “çoğulculuk ilkesi” Komün tipi örgütlenme biçiminde (ilk kez Paris Komün’de ve Sovyetlerin ilk döneminde) etkin bir şekilde uygulanarak, sömürücü ve baskıcı sınıfların dışında yer alan sınıfların ve tüm katmanların kendi güçleri oranında temsil olanağı yaratılmıştır. Nitekim Sovyetler örneğinde görüldüğü gibi, kapitalist devleti demokratik biçime sokan bürokratik temsili kurumlardan ayıran bu belirleyici ölçüt, yani aynı zamanda çoğulculuğu da içeren kitlesel katılım, katkı ve demokratik işlerliğin genel kural olduğu bir dönemde demokratik kurumların ortadan kaldırılmasıyla toplumsal deformasyon başlamıştır.
- Siyasal Önderlikler ve Sosyalizm Anlayışı – Şaban İba - 14 Haziran 2024
- Eğitimde müfredat sorunu! - 26 Mayıs 2024
- Solun Durumunu Yeniden Düşünmek! - 20 Mayıs 2023