Kar tanelerine kan bulaşmıştı…

Aralık’tı. Zemheriydi. Tam yirmi üç yıl önce bugün, bu saatlerde, hapishanelerde ölüm ve zulüm düşmüştü üzerimize… Yirmi üç yıl önce, bu saatlerde, gece şafağa doğru yol alırken, gecenin en karanlık vakti çöktü üzerimize… Sabaha karşı saat 4.30, 5.00 civarıydı… Zulüm ve ölüm dayanmıştı kapımıza… Sonra kapılar açıldı, karanlık, dipsiz bir karanlığın kuyusu açıldı. Ölüm gelmişti kapımıza… Aralık ayının buz kırığı gibi keskin soğuğunda, ölümün soluğunda dansa durduk usulca… Düş yolcularının yüreğinde zeybekler dansa durur her daim.

Gecenin ayazında ölüm gelmişti soframıza, tereddütsüz buyur ettik… Koğuşun ortasında hepi topu yedi kadındık. Karanlığın kuyusunda, bir fırtınanın ortasında kalmıştık. Geldiler… Gelenler, bizi öldürmeye gelmişti… Hapishanenin içinde bedenimizden başka savunma aracımız yoktu. Bedenlerimizi bu yüzden açlığa yatırmıştık…

Özel operasyon timleri gelmişti… Koğuşun kapısı kırılarak açıldı. Fırladık yataklarımızdan, dikildik karşılarına… Tim şefi, karşısında yedi kadını görünce şöyle bir baktı. Bir süre bir sessizlik oldu. Şaşkındı kumandan. Ne bekliyordu ki, hapishanede elinde silahlı militanlar mı? En fazla ranza ve dolaplardan barikat kurabilirdik. Ona da geç kalmıştık.

Nevşehir cezaevindeydim… Nevşehir’in zemherisi serttir. Hava buz kesmişti… 2000 yılının zemherisinde lapa lapa kar yağıyordu. Nevşehir Cezaevinde, havalandırma diz boyu kardı. Doğa ana, bu kan mevsiminde sağanak kar yağışı başlatmıştı. Şafak vakti, zaman donmuştu, insanlık donmuştu sanki… Biz ise karanlığın kuyusunda boğulan sesimizi bir çığlığa büründürmüş, kol kola girmiş, en gür sesimizle söylüyorduk enternasyonal marşını. “Uyan artık uyan uykudan / Uyan esirler dünyası / Zulme karşı hıncımız volkan”.

Sesimiz çağları aşan bir yankıydı aslında. Çağlar açıp, çağlar kapayan ihtilalcilerden kalan bir yankı gibi… Fransız ihtilalcilerinin, Bastille hapishanelerindeki sesi, tüm zamanlardan, mekanlardan sıyrılıp bizim sesimizde benliğini gösteriyordu sanki. Bastille hapishanelerindeki direnişçilerin sesi, bize direnişi öğütlüyordu usulca… Her çağın karanlığında, ışık taşıyıcıları kendi şarkısını söylerdi.

Hayat ne tuhaf. Hapishanedeyken Fransız devrimleri üzerine okur, onları düşünürdüm. “Ateşi Çalmak” (Galina Serebryakova) kitabında Paris komününe katılır, zamanın ruhunu anlamaya çalışırdım. İlya Ehrenbourg’un “Paris Düşerken” kitabında Vichy hükümetine rağmen nazi işgaline karşı Paris’i savunan kadın ve erkek direnişçilerin soluğuna savururdum düşlerimi, hapishane avlusunda voltaya dururken. Blanqui’nin ateşli konuşmalarında coşar, Louise Michel’in, Montmartre tepesinde kadınlar barikatına katılırdım düş dünyamda. Voltada bir ileri bir geri adımlarken, Victor Hugo romanlarında zamanın ruhunu pekiştirmeye çalışırdım belleğimde. Sonra dergi ve gazeteye yazılar yazardım.

Hayat ne tuhaf, yıllar sonra Fransa’ya geldim, bir sürgün olarak. Paris’e geldiğim ilk günlerde hemen Montmartre tepesine çıkmıştım. Bu yıl dokuzuncu yılına girdi sürgün hayatım Paris’te. Bu sürgün yıllarında ne zaman canım sıkkın olsa ya da biraz düşünmek istesem soluğu Montmartre tepesinde alırım. Paris komünarlarının ruhunu hissederim, Montmartre tepesinin sokaklarında dolaşırken…

Paris, direngen bir şehir! Ateşin ve barutun yıkamadığı bir şehir. Ahh Paris! Kaç savaştan, yıkıntıların içinden sağ çıktın! Paris, kudretiyle ve cesaretiyle dimdik durur, mağrur bir kadın duruşu gibi… Paris, erkek egemenliğine karşı, direngen bir kadın gibidir. Meşalesini yakar da baş eğmez bu eril dünyaya. Bir kadın duruşu vardır Paris’in. Asi ve bilge bir şehirdir Paris.

Eskinin ve yeninin usulca buluştuğu bu şehirde, insan hikayeleri dünya tarihine yol alır. Paris, sever direnişçileri. Paris! Ahh bu kadim şehir, dünyanın her yanından sürgünü basar bağrına. Dedim ya, asi ve bilge şehirdir Paris. Paris’in kalbinde saklıdır ihtilalcilerin soluğu… Sürgün yaşamlar, Paris sokaklarını adımlarken, Paris hüzünlü bir umut gibi soluğunu taşır sürgünlere…

İşte yirmi üç yıl sonra, Aralık’ın 19’unda gece şafağa doğru yol alırken, yine bir kar soğuğu… Paris’in kollarında sürgün yaşamım, geçmiş, gelecek ve bugün… Tüm zamanlarla birlikte, sabahın ilk ışıklarında Paris’in kollarındayım. Zamanlar, mekanlar, anılar, Paris’in dehlizlerinden İstanbul’un dehlizlerine açılır. İstanbul, uzaklarda büyülü bir düş gibi anılarda belirir. Paris’in kollarında İstanbul ‘u düşünürüm. Paris tüm zamanları kuşanarak sarılır…

Ve Paris olanca bilgeliğiyle fısıldar bana : Eyy evlat, iyi dinle beni. Sen sürgünüsün vatanının. Bak evlat, ben de senin gibi çok sevdim ülkemi. Sen ülkeni sevdiğin için sürüldün yurdundan. Ben ülkemi sevdiğim için defalarca yaralandım kalbimin orta yerinden. Şimdi sen benim gövdemde bir anka kuşu gibisin. Zümrüdü Anka’yı bilirsin dedi tebessümle… Bilirim dedim gülümseyerek. Bak evlat, dedi Paris : şehirler insanlara benzer, insanlar da şehirlere benzer. Sonra bir noktada yazgıları birbirine karışır, insan o şehirde bulur ruhunu, acısını o şehirde sağaltır. Gülümsedim.

Durdu birden Paris, bir şey söylemek istiyorsun sanırım dedi. Evet, benim de cümlelerim var Paris, dedim. İçimde, kendi kuytusunda beslenen cümlelerim… Eyy Paris, yüce bilge, ben şehirlerin bir ruhu olduğunu düşünenlerdenim. Ben neylersem neyleyim, sendeyim artık. Senin zamanında, senin mekanında, senin göğünün altında senin soluğunda yaşıyorum. Sürgünüyüm yurdumun. Bir sürgün yüreğindeki amansız memleket özlemiyle baş etmek zorundadır. Bilirsin işte…

Peki, ben neden senin gövdende bir anka kuşuyum eyy Paris? Senin gökyüzün, senin yeryüzün kaç defa yıkıldı Paris, eyy yüce şehir!

Paris, bir iç çekerek aldı sözü : Evet evlat, ben defalarca yıkıldım, yakıldım, sırtımda kaç hançer yarasının izi var hatırlamıyorum bile. Ama her defasında yeniden yarattım kendimi, zümrüdü anka kuşu gibi. Sen, şehirlerin bir ruhu olduğunu söyledin. Ben de senin gibi düşünüyorum evlat, şehirlerin bir ruhu vardır, tıpkı zamanın ve mekanın da bir ruhu olduğu gibi… İşte bu yüzden ben de bir sürgün hikayesi sayılırım sürgün hayatların adımladığı sokaklarımda. Unutma evlat, yaşam sürdüğü sürece hikaye devam eder.

Şafak ağarıyor, haydi gökyüzüne bak diyor Paris. Zamanları ve mekanları harmanla… O harmanda yeni olanı yaratacaksın. Benim gökyüzümde tüm zamanlarda yol alır bulutlar… Haydi gökyüzüne bak! Yirmi üç yıl önce bir katliamın ortasında kar tanelerine mi yüklemiştin umudunu? Marş söylediğin için atılmıştın havalandırmadaki diz boyu karın üzerine. Soğuk seni uyuşturmuştu, nefesinin sıcaklığındaydı direncin, kar taneleri yağıyordu yarı baygın bedeninin üzerine… Bütün zamanlar durmuştu, sen öylece bakıyordun göğe… Ölümle yaşam arasında dansa durmuştu yüreğin. Gencecik ömrün, ateş ve kan mevsiminde soluğunu tutmuştu. Zaman durmuştu. Aralık’tı. Zemheriydi. Kar tanelerine kan bulaşmıştı.
Arzu Torun