Ruslar Erzırom’u, Erzınga’yı geçmiş, Pülümür dağlarına gelip çadırları kurmuştu. Garbi ve Şarki Milis Komutanlıkları kurulmuş, komutanlar aşiret reislerinden seçilmişti. Pülümür’de Ruslarla savaş, Şevdin Cephesi Komutanlığı’ndaydı. Bu milis komutanlığına bağlı aşiret grubu içinde, Seyd Momıd ve sessiz üç kardeşi beraberdiler.
Bu cephede Şah Haydar bey de vardı, hem aşiret reisi, hem savaşçıydı. Ruslar kovalanırken, farkına varılmayan yaralı bir Rus asker, üstündeki elbise parlak diye son kurşununu ona sıktı. Heyder düştü, geride ağıdı kaldı. Sevdin Ağıdı ona yakıldı.
Bu Seyd Momıd ve üç kardeşi, adına Kureyş denen bir namlı adamın soyundandılar. Bağdat’ta fanatiklerce, Bağın Kalesi’nde Alaaddin Keykubatça fırına atıldığı, her iki sınavdan alnının akıyla -sakalları buz tutmuş halde- çıkmıştı. Gücünün, rüzgara ve ateşe yettiğine inanılıyordu. Üç kardeşin adlarının başındaki Seyd, işte o adamın başlattığı Seyit geleneğine işaretti.
Ruslar önce Pülümür’den, sonra da Erzınga’dan kovuldular. Hikayenin bir yerinde kardeşlerden Sey Usen’in İsmet İnönü ile görüşmesi ve ondan kaliteli bir tüfek hediye alması da var. Üç kardeş Xorumdüzü’nde, Rus makinelisinin ani taramasıyla on yedi arkadaşını kaybettikten sonra, zorlukla bir hendeğin içine atlayarak kurtuldu. Ve sonra bu üç kardeş, Ekim Devrimi’ni gerçekleşmesi ve tüm cephelerdeki askerlerin geri çekilmesiyle de, Rus savaşından hayhuyundan Birman’daki sessiz köylerine sağsalim döndüler.
Seyd Momıd’ın sol topuğunda kalan bir mermi parçası, atmış beş yıl sonra çekilen bir filmle fark edildi ve ameliyatla alındı. Altmış beş yıl sonra Rus savaşının son izi de hepsinin hafızalarından silindi. Yıllardır yattığı mezarında bir gazi bile yazmaz.
Sonra, İmparatorluk çöktü, Cumhuriyet kuruldu, ve senelerden dokuz yüz otuz sekiz birdenbire geldi. Sey Momıd’ın yeğeni, Usen’in oğlu Momıd doğalı beş sene geçmişti. Asker aniden Kırklar Dağı’nın hemen altındaki Sagulan yaylasından göründü, tüm erkekler ormana kaçtı. Kaçamayan tek erkek, beş yaşındaki Momıd’dı, ablası Katır Deresi’nde gölgesinde çamaşır yıkadıkları iğde ağacının yanındaki büyük kazanın altına attı onu. Asker sel gibi geldi, yel gibi geçti, Momıd kazanı devirdi, ağlaya ağlaya köyüne koştu. Birman’da hasta yatağında bir yaşlı kadın, dere kıyısında bir çocuk, bir başka genç -Haq uzak götürsün- o selin gölgesinde kayboldu, gitti.
On binlerin gittiği, bir o kadarının da garba gönderildiği o Tertele’den yıllar sonra, Seyd Momıd kırkına varmışken, dört ulu ocağın pirine haber etti, hepsi Birman’da bir bahçe içinde toplandı. Dünyanın kuruluşu, noktai ama, rüzgara gücü yetenler üstüne bir dem oldu. Seyd, onlardan el istedi, pirler bu daha pişmemiş dedi, hepsi hep bir ağızdan Zazaca konuştu, el vermediler ama omzunu okşadılar, pişmeye yakınsın dediler, Seyd Momıd o cemaatte Bawa Nejdi (Yakın Baba) adını aldı.
Ölen öldü, sürgüne giden döndü, Tertele anıları baki kaldı. Seyd Momıd yaşadığını, duyduğunu, ta Kureyş’ten beri yazdı, okudu. Anlattıkları cemlere, cemaatlere, kılamlara, ağıtlara, üç telli curaya düştü.
Ve geldik bugüne; geçen yüzyılın sisli hatıralarında Ruslarla savaşmış, topuğunda kurşun kalmış bir fotoğrafı olmamış Seyd Momıd vardı. Bu yüzyılda, otuz sekizde bir çamaşır kazanı altında kalarak kurtulmuş, pirlerden el değil, dem almış, -ol felaketi hafızasından hiç çıkaramamış- şair Seyd Momıd var. Ve TBMM’de konuşup, dedelerinin başına ne geldiyse, bugünkülerin de başına getiririz diyenler de var. Her daim kötülük var, iyilik de.
- Dersim Tertelesi ve Taner Akçam’ın sahtekâr tarihçiliği - 1 Haziran 2023
- Hıdır Boztaş için.. - 8 Mayıs 2020
- Dersimliler, Zazalar ya da Kürtler - 29 Mart 2020