Psikiyatri literatüründe yerleşik bir tanı değildir ama çağdaş siyasetin koridorlarında sıklıkla karşımıza çıkan bir hâletiruhiyedir: Gerçeği inkâr sendromu. Kimileri “dengesizlik”, kimileri “seçici algı”, kimileri de “post-truth patolojisi” der. Ancak adı ne olursa olsun, bu sendromun temel özelliği, iktidar sahiplerinin gerçeklikle sistemli bir kopuş yaşaması ve kendi kurgusal dünyalarını mutlak hakikat gibi dayatmalarıdır.
Kimi uzmanlar bu durumu özellikle Donald Trump üzerinden teşhis etmeye çalıştı. Gerçeklikten sapmanın, seçimi kaybettiği halde kazandığını iddia etmenin, iktidarı terk etmemek için devleti rehin almanın bir tür siyasi paranoyaya dönüştüğünü anlattılar. Ancak bu ruhsal çöküntü hâli Trump’a özgü değil. Aksine, o yalnızca bir vitrindir. Arkasında, benzer dil kalıplarına, tehdit reflekslerine, komplo teorilerine ve medya manipülasyonlarına yaslanan geniş bir liderlik evreni var. Kimini tanırsınız; bazıları seçimle gelir ama seçimle gitmeyi pek hatırlamak istemez. Kimileri milliyetçiliği, kimileri dini, kimileri ise “yerli ve milli değerler”i bir kalkan gibi kullanır.
Bunlar, gerçekliği kendi lehine eğip büken bir siyasal türün temsilcileridir.
Bu liderler gerçeği yadsımakla kalmaz, onu sistemli biçimde yeniden inşa eder. Kamu kurumları, medyası, yargısı ve hatta akademisiyle birlikte alternatif bir gerçeklik evreni kurulur. Hakikat artık istatistiklerle değil, sloganlarla konuşur. Ekonomik kriz yoktur; dış güçlerin saldırısı vardır. Enflasyon ölçülmez; hissedilmez hale getirilir. Seçim kaybedilmez; halk “yanıltılmıştır.” Eleştiri yapılmaz; ihanete yelken açılır. Bu yeni siyaset dilinde “hakikat” bir lüks, “yalan” ise bir yönetim aracıdır.
Ve ironik olan şudur: Bu inşa süreci yalnızca iktidar eliyle gerçekleşmez. Ona eşlik eden, hatta bazen onu önceleyen bir halk psikolojisi de vardır. Gerçekliği yitirmekten korkanlar, yalanın konforuna sığınır. Gerçek karmaşıktır, sorgulama gerektirir; yalan ise basittir, rahatlatır, aidiyet duygusu verir. Bu yüzden hakikat, sadece iktidar tarafından bastırılmaz; aynı zamanda gönüllü biçimde terk edilir.
Bu ruh hali yalnızca bir siyasal strateji değil, aynı zamanda bir çağın ruhsal bozukluğudur. Post-truth çağının yöneticileri, halkla değil kitleyle konuşur. Kitleler ise birey olarak düşünmez; slogan olarak tekrar eder. Böylece liderlerin kendi kurgusal evrenlerine toplumsal bir ortaklık da inşa edilir. Bu ortaklıkta yalanlar birlikte söylenir, gerçekler birlikte unutulur.
Günümüzün “seçilmiş muktedirleri” artık yalnızca lider değil; aynı zamanda hakikat mühendisidir.
Trump bu modelin yalnızca bir yüzüdür. Onun ardından gelenler, farklı coğrafyalarda benzer yöntemleri uyguluyor. Kimisi Orta Doğu’da, kimisi Güney Asya’da, kimisi Latin Amerika’da… Kimi saraylardan, kimi külliyelerden, kimi tapınaklardan konuşur. Ama hepsinin ortak özelliği aynıdır: Gerçeği eğip bükmek, muhalefeti şeytanlaştırmak, kurumsal çürümenin üzerini “milli irade” ile örtmek.
Bu liderlerin evreninde muhalif olmak suç, eleştirmek hainliktir. Soru sormak bile tehlikelidir. Çünkü bu evren, sorulardan değil, cevaplardan inşa edilmiştir. Ve o cevaplar, ancak tek bir ağızdan çıktığında makbuldür.
Gerçekle arası açılan her sistem, önce kendi aynasını kırar.
Bugün dünyada otoriterleşen her rejim, önce hakikati kamusal alandan sürgün eder. Yerine, sadakati koyar. Bu sadakat yalnızca lidere değil, onun gerçeklik algısına yöneliktir. Böylece siyaset, hakikatin peşinde koşmak değil, onun yerine geçen bir illüzyonu savunmak haline gelir.
Trump’la başlayan bu yeni politik delilik, artık sınır tanımıyor. Gerçek bir zamanlar konuşulurdu, şimdi yalnızca hatırlanıyor. Ve ne yazık ki bazen delilik bulaşıcıdır.
- Gerçekle Arası Açılanlar Kulübü: Post-Truth Çağının Dinamikleri - 19 Nisan 2025
- TBMM’de Sansür Skandalı: Can Atalay Kararı ve Muhalefetin Direnişi - 16 Nisan 2025
- Adalet, Doğa ve Toplum: Epikürcü Felsefenin Materyalist Yeniden Yorumu - 10 Nisan 2025