Demokrasi Susarken, Çıkarların Çağı Başlıyor

Dünya siyasetinde yeni bir dönem başlıyor. Uzun yıllar boyunca demokrasi ve insan hakları kavramları, küresel düzenin temel referans noktası olarak öne çıkıyordu. ABD’den Avrupa Birliği’ne kadar Batı’nın büyük güçleri, dış politikalarını bu ilkeler üzerinden meşrulaştırmaya özen gösteriyordu. Bugün ise bu söylemin giderek vitrine konulmuş bir malzemeye dönüştüğü, gerçek siyasetin bambaşka bir zeminde kurulduğu görülüyor.

Demokrasi, artık pek çok ülkenin iç düzenini belirleyen asli ilke olmaktan uzaklaşıyor. Onun yerini ekonomik çıkarlar, enerji hatları ve jeopolitik hesaplar alıyor. ABD’nin Ortadoğu politikalarında ya da Avrupa Birliği’nin Afrika ve Asya ile kurduğu ilişkilerde bu eğilim açıkça hissediliyor. İnsan hakları ihlalleri, adil olmayan seçimler ya da otoriter yönetimlerin sert uygulamaları, çıkar dengeleri söz konusu olduğunda görmezden geliniyor ya da açıkça meşrulaştırılıyor. Rusya’ya yaptırımlar gündeme geldiğinde hukuk ve demokratik değerler ön planda tutulurken, Körfez ülkelerinin otoriter rejimleri devasa yatırım fonlarıyla Avrupa piyasalarına can suyu sağladığında demokrasi söylemi bir anda geri plana itiliyor.

Bu değişim, Batı’nın kendi içinde de gözlemleniyor. Seçim süreçlerinin manipülasyon iddialarıyla gölgelenmesi, medya tekelleşmesi ve toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesi, demokrasinin merkez ülkelerde bile kırılganlaştığını gösteriyor. Demokrasi, dış politikada ise artık bir ilke değil, gerektiğinde kullanılan bir koz haline gelmiş durumda.

Üstelik bu yaklaşım sadece Batı’ya özgü değil. Yükselen Asya güçleri de aynı dili konuşuyor. Çin, Rusya, Hindistan ve Körfez ülkeleriyle kurulan ilişkilerde öncelik demokrasi değil ticaret ve enerji güvenliği. Çıkar eksenli bakış açısı, böylece küresel ölçekte norm haline geliyor.

Ortaya çıkan bu tablo, uluslararası sistemde yalnızca ahlaki bir kaymaya değil, aynı zamanda köklü bir siyasal dönüşüme işaret ediyor. Demokrasi ve insan hakları ikinci plana itildikçe, haklarını savunmaya çalışan toplumlar yalnızlaşıyor, muhalif hareketler görünmezleşiyor, adalet talepleri boğuluyor. Tarihsel deneyimler, çıkarların bu kadar çıplak biçimde siyasetin merkezine yerleşmesinin sadece otoriter rejimleri güçlendirmekle kalmadığını, aynı zamanda küresel krizleri derinleştirdiğini de gösteriyor. Dünya yeni bir döneme giriyor; ancak bu dönemin rotası adaletten çok hesaplara, özgürlükten çok pazara işaret ediyor.