Faşizme karşı mücadele sorunu

Faşizme karşı mücadeleden söz ediyorsak, önce faşizmin tanımı konusunda anlaşmamız gerekiyor. Çünkü bu sorun bir şeyin tanımını doğru yapmak ve anlamlandırmak anlamına geliyor. Körün fili tarifi gibi, herkesin tuttuğu yerden yaptığı bir tanım, onun ne olduğunu anlamak için yeterli olmaz. Doğru tanım, doğru çağrışım ve doğru mücadele yolunu gösterir. Bu konuda “gizli faşizm, açık faşizm, kurumlaşan faşizm, iktidardaki faşizm, sürekli faşizm, faşist diktatörlük” gibi bir sürü tanımın yapıldığını, herkesin kendi tanımına göre mücadele anlayışına sahip olduğunu ve bu nedenle ortak platformların kurulamadığını biliyoruz. Ayrıca tüm egemen sınıf ve düzen partilerinin neredeyse hepsinin faşist olarak nitelendirilmesi, mızrağın ucunun hangisine doğrultulacağı kafaları karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Faşizme karşı mücadele sorunu, esas olarak sol, sosyalist partilerin, devrimci ve demokratik güçlerin siyasal ittifaklar sorunudur. Bu bakımdan siyasal ittifaklar, soyut bir faşizm ve antifaşist mücadele söylemi üzerinden kurulamaz. Böyle bir tutum, hem gerçeğe uygun olmaz hem de faşizmin farklı tahlillerinden dolayı güç ve eylem birlikleri yaratılamaz. Her şeye karşın yapılmaya çalışılan sözel ve geçici uzlaşmalar ile kalıcı ve anlamlı eylem birlikleri oluşturulamaz. Bunu, 1970’li yıllardan beri pratikteki örneklerinden ve anti-faşist mücadelenin başarısızlıklarından biliyoruz. Bu konuda kavram kargaşası ve başarısız ittifak çabaları günümüzde de devam ediyor: Önemli bir kesimi HDP’de toplanan sol ve sosyalist hareketler, bulundukları platformun ortak değerleri üzerinden soyut faşizm söylemlerini sürdürürken, HDP dışındaki sol ve sosyalist hareketler de kendilerine özgü faşizm tanımları üzerinden kendi konumlarını koruyor. Benzer şekilde CHP içindeki sosyal demokrat kesim de soyut bir faşizm söylemiyle sol ve sosyalist hareketlerden uzak duruyor.

Oysa askeri darbe dönemlerini aratmayan uygulamalar, sıkıyönetimlerden daha yetkili mahkemeler, etnik, kültürel ve inançsal taleplere karşı baskıcı ve tekçi politikaların geçerli olduğu olağanüstü rejim koşulları, OHAL’i normalleştireceği ve giderek “savaş hali” veya “tam seferberlik” uygulamalarına yöneleceği anlamına geliyor. Barış, demokrasi, adalet ve vicdan mücadelesini öne çıkaran bu koşullarda, geniş kitleleri tek bir hedefe ve demokrasinin yeniden kazanımına yöneltmek önem kazanıyor. Bu nedenle içinde bulunduğumuz siyasal ve toplumsal koşullara uygun olan somut ve alternatif bir demokratik mücadele programı gereklidir. Bu programın özü, AKP-MHP Türk İslam ittifakına dayalı başkanlık sistemine (tek devlet, tek millet, tek inanç, tek kültür, tek adam vb.) karşı, özgürlükçü ve çoğulcu demokratik parlamenter sistem (çok kimlikli, çok kültürlü ve çok inançlı) olmalıdır. Böyle bir demokratik program, yaşanmakta olan süreçten zarar gören tüm kesimleri, ulusal, sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel ve inançsal düzlemde bir zeminde toplayabilir

Devletin oligarşik yapısından kaynaklanan milli güvenlik devletine özgü başkanlık sistemi, Türkiye’nin özgür ve demokratik geleceğini yok etmeye yönelik totaliter bir rejimdir. 17 Nisan 2016 Anayasa Referandumu’ndan itibaren bu rejime geçiş sürecinde demokratik siyaset ile totaliter siyaset anlayışları çatışmaktadır. Bu nedenle şu ya da bu şekilde kurulmuş ve zaman zaman bir araya gelerek bildiri yayınlayan ve toplumsal pratikte fazla bir yeri ve anlamı olmayan, emek ve demokrasi adlarıyla kurulan platformların bir kulvara yığılması önem kazanıyor. Çünkü Afrin savaşında TSK’nin başarı ya da başarısızlık hali, iktidarın geleceğini derinden etkileyebilecek bir potansiyel taşıyor. Bu savaş öngörülen sürede başarıya ulaşırsa, baskın bir erken seçim gündeme gelecek ve böylelikle yerel ve genel seçim yasasında yapılan yeni düzenlemelerin sağlayacağı avantajla Türk Tipi Başkanlık rejimine geçilecektir.

Şaban İBA
Latest posts by Şaban İBA (see all)