Din ve Üç Temel Sorun – Mahmut Üstün

Dinler insan evriminin nispeten ileri aşamalarında ve insan bilincindeki bir gelişmenin türevi olarak ortaya çıkmıştır. Totemizm, animizm, natürizm gibi ilkel dinlerin ortaya çıkması insan beyninin nedensellik bağını kurmaya başlamasının ama bunu henüz ancak ilkel biçimlerde yapabiliyor olmasının bir ürünüdür. Toplumsal kurallar dizisi oluşturma ve toplumsal aidiyeti inşa etme ihtiyacı da dini oluşumunda önemli faktörlerdin. Tabi ki ölüm gerçeğini kabullenmeme ve bu kötü durumu “bedenin öldüğü ama ruhun ölümsüz olduğu” inancıyla tolere etme ihtiyacı da. Bu dönemde ilkel bilim ile ilkel inanç arasında henüz bir ayrım ve çatışma yoktur, aksine bu ikisinin birbirlerini besleyerek geliştirdiklerini söylemek bile olasıdır. Yine bu toplumlarda sınıfsal, cinsel ve dinsel mezhepsel anlamda bir toplumsal ayrışma da ya yoktur ya da henüz filizlenme halindedir. Dolayısıyla ortada belirgin bir ezen ezilen ilişkisi olmadığı için dinin, toplumsal ayrışma ve ezen ezilen ilişkisini meşrulaştırma gibi bir fonksiyona sahip olduğundan da söz edilemez. Ve yine bir dinsel inanışın diğer dinsel inanışlar üzerinde tahakküm kurduğundan, diğer inanışlara yönelik baskıcı ve yok edici bir saldırganlık içinde olduğundan söz etmek de olanaksızdır. Örneğin her topluluğun kendine has totemleri vardır ve farklı totemleri olan diğer topluluklara yönelik mücadelesi çıplak biçimde açlık ve beslenme ihtiyacının giderilmesiyle ilgilidir. O toplumları tahakküm altına alma, onların totemsel inancını yok edip kendi inancını o kesimlere dayatmak gibi bir tutum da, ilkel dinler döneminde söz konusu değildir.

Çok tanrılı ya da tek tanrılı dinlerin doğuşuna baktığımızda bu dinlerinde insan bilincinin o anki ve daha ileri gelişmişlik düzeyinin simgeleri olduğunu söyleyebiliriz. Artık insanlık daha soyut nedensellikler kurabilme yetilerine sahiptir. Ve aynı zamanda üretim ve ticaret seviyesi büyük toplumların, dolayısıyla büyük ve kapsayıcı kültürlerin oluşumunu da dayatmaktadır. Önce çok tanrılı ve sonra tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışının bu iki etmenle doğrudan bağlantılı olduğunu görmek olasıdır. Din, yine toplumsal yaşamın gerektirdiği kuralların inşasında ve bir toplumsal aidiyet bağının inşasında önemli bir rol üstlenmekte ve yine ölüm gerçeğinin iç karartıcılığını “öte dünya” anlayışıyla birleştirerek katlanılır kılmaktadır

Ne var ki ilkel ve çok ya da tek tanrılı dinler anasındaki benzerlik burada sona ermekte ve diğer tüm alanlarda köklü bir farklılık görülmektedir. Öyle ki doğal-ilkel dinlerden sonra dinlerin, artık üç önemli alanda insanlık açısından engelleyici bir sorun alanına dönüştüğü gözlenmektedir. Aslında tek tanrılı dinler ilk çıkışları itibariyle bilim ve felsefeye karşıt olmaktan ziyade o dönemin felsefi ve bilimsel birikiminin bir ürünüydüler. Ama giderek yeni bilimsel ve felsefi gelişmeler karşısında bağnaz bir tutumun temsilcilerine dönüşmüşlerdir. Dinlerle önce felsefe ve ardından modern bilim arasında- zaman zaman uyumluluk yaşandığı zamanlar da olsa-  genel olarak sert bir mücadele dönemi başlamıştır. Dünyadaki olayların dışsal bir müdahale ile değil kendi içindeki çelişki ve nedensel bağlantılarla oluştuğu fikri ile yağmur yağmasından, hastalıklara, bolluktan kıtlığa, depremden diğer doğal felaketlere her şeyin Tanrı iradesiyle ve insanlığı ödüllendirmek ya da cezalandırmak için gerçekleştiği inanışı arasında yaşanan ve düşünsel düzeyde kalmayan bir çatışmadır bu.  Aslında buna çatışma da denemez. Zira tek taraflı bir baskıdır daha ziyade…  Din sınıfı ve dine dayalı iktidarlar, bu tür felsefi ve bilimsel açıklama çabalarını dinsizlik ve inançsızlıkla suçlamışlar, sayısız felsefe ve bilim insanını vahşice katletmişlerdir. Sokrates, Bruno, Galileo, Kopernik örneklerini hatırlamak yeterlidir. İslam’ dünyasında ise felsefe zaten dinsizlik ve inançsızlıkla özdeş bir anlama sahip olmuştur.[1] Felsefi çalışmalar ancak din gölgesi altında ve adeta İslam’ı doğrulamak amacı deklare edilerek yapılabilmiştir. Buna karşın yine de pek çok felsefeci baskı ve ölümle burun burana çalışma sürdürmüş, İslam’a aykırılık gerekçesiyle katledilmek akıbetinden kurtulamamıştır.[2]

Tek tanrılı dinler yine ortaya çıktıkları dönemde egemen sisteme karşı ya alt sınıfların ya da yeni ve genellikle eskisine göre daha ilerici farklı iktidar alternatiflerinin sesi durumundaydılar. Ama çok geçmeden -istisnalar bir yana- iktidar ve güç sahiplerinin bir yönetim aparatına, egemen sınıfın bir ideolojik aygıtına dönüşmüşlerdir. Dinler bu dünyanın kötülüklerine karşı sabrı ve bu hayattan uzaklaşan bir derviş hayatı yaşamayı yani bu dünya sorun ve görevlerine yabancılaşmayı vazeden nitelikleriyle ya da iktidar sahiplerine itaati telkin eden nitelikleriyle değil; bizzat din müessesenin tümüyle iktidar çıkarları ekseninde yeniden inşa edilmesi suretiyle güç sahibi kesimlerin hizmetine koşulmuştur. Herkesin malını ortaklaştırdığı herkesin ihtiyacına göre toplumsal gelirden pay aldığı eşitlikçi bir komün hayatı ile başlayan ilk Hristiyanlık ile Roma’nın emrine girmiş Hristiyanlık arasında bu anlamda çok belirgin bir değişim yaşanmıştır. Medine’deki ilk İslam ile Muaviye, Selçuklu, Osmanlı hâkimiyetindeki İslam arasındaki benzerlik ayakları üstünde duran bir insan ile tepesi üstü duran bir insan arasındaki benzerlik kadardır.[3] Ortaya çıkışlarından kısa bir süre sonra dinler, sınıfsal, dinsel-mezhepsel, cinsel vb. alanlarda hiyerarşik ve eşitsiz bir ilişkinin kurulmasının ve korunmasının aracına dönüşmüştür; bugün de büyük ölçüde öyledirler…

Ve işin belki de en ironik yanı dinin, bu dönemde bizzat din ve vicdan hürriyetinin de en büyük tahripçisi ve yok edicisi haline gelmiş olmasıdır. Geçtik diğer dinlerden insanları dinsel anlamda kâfir ve “katli vacip” görmelerini bizzat ve hatta çok daha belirgin biçimde kendilerinden farklı her İslam yorumunu sapkınlık ve kâfirlik olarak yorumlamışlar ve en vahşi katliamlarla bu yorumları ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Hristiyanlıkta Katolik Protestan ayrımı,  Protestanlıkta Luther ve Münzer’in farklı yorumları bizzat Hristiyanlar tarafından milyonlarca farklı Hristiyan’ın katiline neden olmuştur. Sünnilik mezhebinin kurucusu sayılan Ebu Hanife ömrünü Emevi ve Abbasi hapishanelerinde geçirmiş Abbasi Devleti’nin ikinci halifesi Ebû Câʿfer “el-Mansûr”, Ebu Hanîfe’yi hapsettirip işkence ettirmiş ve zehirleterek öldürtmüştür.[4] Öte yandan meşruiyetini İslam ve Kuran’a dayandıran Osmanlı döneminde Şeyhülislamların siyasete karıştıkları gerekçeleriyle padişah tarafından azledilme yolunun açılmasının ardından iş padişah iradesi ile uyuşmayan fetvalar veren şeyhülislamların katledilmesine kadar varmıştır. Osmanlı döneminde üç şeyhülislam, Ahizade Hüseyi Efendi, Hocazade Mesud Efendi ve Seyyid Feyzullah Efendi bu nedenle padişah tarafından idam ettirilmiştir. Aynı gerekçeyle İstanbul’a çağırılıp idam edilen pek çok tarikat şeyhi de bulunmaktadır.[5] İslam’ın farklı bir yorumu olan İsmaililik yığınsal katliamlarla yok edilmeye çalışılmış ve daha sonraları bu ekolden gelen Hariciler egemen devlet İslam’ı tarafından katledilenlerin intikamını almak için Selçuklu devlet ve din sınıfını hedef alan –ama sıradan halkı hedeflemeyen- çok sayıda suikast düzenlemiş ve cinayetler işlemiştir.  Osmanlı döneminde kitlesel katliamlara uğratılan Alevi-Kızılbaşları ise hatırlatmaya sanırım hiç gerek yok… Mezhep ve tarikatların oluşmasının arka planında da İslam adına İslam’a aykırı bir zulüm düzeni kurulduğu düşüncesinin önemli bir rolü vardır. Ama aynı kavga ve çıkar çatışmaları aynı mezhep ve aynı tarikat içerisinde de zaman zaman kitlesel katliamlara dönüşen biçimde devam edegelmiştir. Tarihsel gerçekler apaçık göstermektedir ki meşruiyetini dinden alan, dinin temsilcisi olduğu iddiasında bulunan devletlerde (örneğin Osmanlı devleti) dinsel inanışlar ve din insanları üzerinde estirilen terör en geri cumhuriyetlerde (örneğin Türkiye Cumhuriyeti) görülün dinsel baskı ile mukayese edilemez ölçüde ağır ve vahşicedir.

Ezcümle: Laiklik yalnızca bilim ve düşüncenin prangalarından kurtulması değil, halkın bu dünyadaki güç ve zenginlik sahibi güçlerce kendisine layık görülen kötü kaderini değiştirme güç ve iradesi elde edebilmesi ve hepsinden önemlisi dinsel anlamda inanç ve vicdan özgürlüğünü yaşayabilmesi açısından da gerekli ve vazgeçilmez bir kazanımdır. Yapılması gereken laikliğin ortadan kaldırılması değil; bilimin, ezilenlerin tümden özgürleştirildiği ve dinsel-mezhepsel inançların eşit ve özgür biçimde yaşanabildiği bir düzeyde derinleştirilmesidir.


[1] 14.yüzyıl Arap Tefsir ve fıkıh bilginlerinden İbn Kayyim El-Cevziyye, felsefe ile ilgili bakın neler söylüyor: “Filozoflar ismi, bir insanın kullanımında peygamberlerin dininden çıkan ve kendince aklının gerektirdiği yoldan başkasına gitmeyen kimseler için kullanılan özel bir ismin hali olmuştur.” 17. ve 18. yüzyıl Osmanlı medrese âlimlerinden Muhammed bin Ebi Bekir el-Mer’aşi “ise şöyle diyor;  “Onlar (filozoflar) şöyle demektedirler: “Allah Teâlâ sadece ilk aklı yaratmıştır. –Bu sözlerinden dolayı onlara lanet olsun- Onlar söz konusu akıllar nazariyesi ile puta tapanlardan daha ileri düzeyde müşriktirler. Zira puta tapanlar putların yaratıcı ve var edici olduğuna inanmıyorlardı”

[2] Farabi, Kindi, İbn-i Sina, Harezmi, İbnu Haysem, Cahız gibi değişik alanlarda felsifi ve bilimsel çalışmalar yapanlar sayısız soruşturmaya uğratılmış, bir kısma ülkeyi terk etmek zorunda kalmış, bir kısmı açıkça kafir ilan edilmiştir.  Hallac—ı Mansur, Suhreverdi, Abdüssamed gibi düşünürler de iktidarlarca katledilmiştir.

[3] Müslümanlarca genel olarak kabul edilen rivayetlere göre tüccar ve zengin biri olan Hz. Muhammed bütün mal varlığını bölüştürmüştür. Geride kalan bir arazi için de Ebubekir’e bizde mülkiyet mirası yoktur; bu araziyi yakınlarıma bırakmıyorum, buradan elde edilen gelirin ihtiyaç sahiplerine eşit biçimde paylaştırılmasını istiyorum demiştir. Hz. Ömer sade biçimde yaşamış ve hatta yamalı elbiselerle dolaşmıştır ve bu durumu ümmetimde aç olanlar varken ben gösterişli ve bolluk içinde yaşayamam demiştir. Bu rivayetleri doğru kabul eden Müslümanlar, bugünkü ve içinde milyonarca yoksulun bulunduğu İslam ülkelerindeki liderlerin lüks, ihtişam ve bolluk içindeki yaşamını nasıl İslam’a uygun bulmaktadır.  Misvak ile diş fırçalamayı, sakal bırakmayı sünnettir yapılmalı diye savunan ama bu rivayetleri nedense yapılması gereken sünnetten saymayanların inandığı İslam kimin İslamıdır?

[4] Emevi ve Abbasi yönetim sistemini adaletsiz bulduğu için başkaldıran Ebu Hanife’nin yolunu takip ettiği iddia edilen Sünnilik mezhebi sonraki dönemlerde “en kötü devlet devletsizlikten iyidir; yöneticilerinize itaat ediniz” anlayışının temsilcisi haline dönüştürülmüştür.

[5] İlk idam, Melamiyye-Bayramiyye tarikatından Oğlan Şeyh İsmail Maşuki ve 12 müridinin idamlarıdır. (Oğlan Şeyh olarak adlandırılmasının sebebi kendisinin çocuk denebilecek yaşta olmasıdır). inci idam, Melamiyye’den Bosnalı Hamza Bali’dir.  Üçüncü idam, Gülşeniyye Halvetiyye’den “Karamanlı Şeyh” diye bilinen Muhyiddin Karamani’dir. 1812’de, tekkelere bağlı vakıfları Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin denetimine veren ve aynı tarikatın tüm tekkelerini İstanbul’daki merkeze bağlayan bir ferman imzalanmıştır. Bu ferman bağlamında, bir tekkenin şeyhinin atanmasına da yine şeyhülislamlık karar verecektir. Böylece mali olarak Evkaf Nezaretine bağlanan tekkelerin, idari olarak da şeyhülislamın kontrolüne girdiğini görmekteyiz. Cumhuriyet öncesi son denetim adımı ise, 1864 yılında Meclis-i Meşayih’in kurulmasıdır. Adından da anlaşılacağı üzere, şeyhlerden oluşan bir meclis olan bu kurum diğer tarikatları denetlemekle sorumluydu. Ancak böyle bir yapının pek işe yaramadığını daha sonraki gelişmelerden anlamaktayız. Bknz, L. Deniz Ertuğ, “Tarikat Meselesi”, Politikyol, 20 Şubat 2022

Mahmut ÜSTÜN