Din ve “Siyasal Din” 

Dünyanın önde gelen İran ve Ortadoğu uzmanlarından kabul edilen Fransız düşünce insanı Olivier Roy “Siyasal İslam’ın İflası” isimli bir kitap yayınladı. Dünyada ve ülkemizde çok okunan bu kitap, Roy’un “Küreselleşen İslam” ve “Afganistan’da Direniş ve İslam” kitaplarıyla birlikte pek çok aydın ve siyasetçi için önemli bir esin ve referans kaynağı oldu. 

Roy; siyasal İslam’ı, devleti din kurallarıyla yönetmek (İslamcılık) ve geçmiş şanlı çağı (asr-ı saadeti) referans alarak tüm toplumu İslamileştirmek (fundementalizm)  ekseninde tanımlıyor. Yaşanan deneyimler üzerinden de ayrıntılı bir analizle, siyasal İslam’ın “ütopya”sının çağın gereklerine boyun eğmek ve iflas etmek zorunda kaldığını gösteriyordu. Roy’un analizi dört temel alanda sorunluydu: Bir, olayı salt İslam’a has bir soruna indirgediği gibi oryantalist” çağrışımlar veriyordu. İki, siyasal din/İslam başlığı altında farklı siyasal din anlayışları arasındaki farkı silikleştiriyor ve tümünü aynılaştırıyordu. Üç, siyasal İslam’ın çağın gerçekleri karşısında diz çökmek zorunda olduğu tespiti, siyasal dinin yaratacağı tahribatları önemsizleştirmek riskini taşıyordu. Ve dört, bir eşitsizlik sistemi olan kapitalizmdeki din/devlet/siyaset ilişkisini sorunsallaştırmıyor ve üstü kapalı biçimde idealleştiriliyordu. 

Oysa toplumsal sınıfsal eşitsizlikler üzerinde yükselen iktidar yapıları var olduğu müddetçe tüm din anlayışları kaçınılmaz biçimde “siyasal din” olarak varlığını sürdürecektir. Bu rejimler açık bir diktatörlüğe evrildikçe ya da toplumsal eşitsizlik derinleştikçe daha belirgin ve despot biçimde, bu rejimler daha demokratik ve istikrarlı iseler daha silik ve ılımlı biçimde. Ama kaçınılmaz biçimde “siyasal din” olarak. “Devletin dinlere kör olması ve her inanışa eşit din ve vicdan özgürlüğü tesis edilmesi” anlamına gelen laiklik, tüm kapitalist dünyada zaten en baştan sorunluydu ve zaman içinde çok daha ciddi deformasyonlara uğramıştır. Kapitalist devletler; ılımlılaştırılmış ve sisteme entegre hale getirilmiş Ortodoks, Katolik, Protestan, Sünni, Şii vb. bir siyasal dini/mezhebi öne çıkararak siyaseten araçsallaştırma yoluna gitmişlerdir. 

Egemen ve entegre siyasal dinin dışında kalan siyasal din anlayışlarının da kendi içinde daha eşitlikçi ve özgürlükçü örnekleri olduğu gibi daha gerici ve bağnaz biçimleri vardır. Ve elbette bunlar aynı sepete konulamazlar. Laikliği dinsel/siyasal restorasyona tabi tutmuş olan kapitalist devletler ayrıca Müslüman Kardeşler, El Kaide, IŞİD gibi “geleneksel gerici ve bağnaz siyasal dini” kendileri açısından kullanışlı bularak sıklıkla desteklemişlerdir, desteklemektedirler. Ama Latin Amerika’daki Kurtuluş Teolojisi örneğinde olduğu gibi, “ezilenlerin eşitlikçi-özgürlükçü siyasal dini”ni temsil edenlere de şiddetle karşı duruş göstermişlerdir ve göstermektedirler. Dolayısıyla “siyasal din” toplumsal/siyasal eşitsizlik üzerine bina edilen tüm sistemlere olduğu gibi kapitalizme de “içkin”dir ve sürekli olarak yeniden üretilmektedir.

Dinde reform ve egemenlerin siyasal dini

Roy’un, siyasal İslam’ı, devleti din kurallarıyla yönetmek (İslamcılık) ve geçmiş şanlı çağı (asr-ı saadeti) referans alarak tüm toplumu İslamileştirmek (fundementalizm) ile sınırlı tutması sorunludur. Zira bu nedenle “protestonlaştırılarak” iktidarın aparatı haline getirilmiş “geleneksel din”in, yani bugünkü egemen dinin de aslında ve özü itibariyle bir siyasal din olduğu gerçeğini perdelemektedir. Bu öyle bir siyasal dindir ki, mesaisinin büyük bölümünü kapitalizmi, devleti-iktidarı, zenginliği ve yoksulluğu yani eşitsizliği meşrulaştırmaya ayırmıştır. Genel olarak işçi ve alt sınıf eylemlerinin karşısında durmuş, mülkiyet haklarının ve zenginliğin destekçisi olmuş (Papa 13. Leo), sınıfların varlığının yaratıcının tasarımına uygun olduğunu dolayısıyla sınıf ayrımlarını sona erdirmek istemenin yaratıcıya isyan anlamına geleceğini (Papa 12. Pius) vazetmiştir. Bir Anglikan İlahisi şöyledir: “Zengin adam şatosunda, yoksul adam onun kapısında, Tanrı yukarıdakilerle aşağıdakileri yarattı ve onları zümrelerine göre dizdi.” Bu din “siyasal din” değil midir? Bu din ezenlerin ve egemenlerin dini değil midir?

Ezilenlerin siyasal dini ve Geleneksel siyasal din

İkinci olarak bugünkü egemen din anlayışının dışında kalan ezilenlerin siyasal dini ile dünün egemen siyasal dini (geleneksel din) arasındaki ayrımları da silikleştirmekte, ikinciyi biraz daha kayırmakla birlikte, temelde bu ikisini aynı sepete yerleştirmektedir. İkinciyi biraz kayırması asri saadet temasını kullananların genelde “ezilenlerin siyasal dini” olarak tanımlanabilecek akımlar olmasındandır. Zira dinlerin ilk dönemleri nispeten eşitlikçiliğin ve hoşgörünün egemen olduğu dönemlerdir. Geleneksel din ise genellikle -Türkiye’deki neo Osmanlıcılık örneğinde olduğu gibi- teokratik monarşi günlerini özlemle yad eden; o günleri yeniden ihya etmeyi hayal eden geçmişin egemenlerinin-ezenlerinin siyasal din anlayışıdır. Teokratik monarşi döneminin dini, malum olduğu üzere iktidardaki kral ya da padişahın ve çevresindeki bir avuç avanenin çıkarlarına uyarlanmış bir dindir; yani özü itibariyle egemen siyasal din geleneğinin bir uzvudur ama iktidarı kaybettiği için “mağdur” durumdadır. Geleneksel dinin temsilcilerinin mağduriyeti genellikle kapitalizmin modern dinine entegre edilerek yeni sistemce tolore edilmiştir. Bu entegrasyon, kapitalizmin nesnel zemininin güçlü olduğu, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin ve kültürünün belinin yeniden iktidar iddiasında bulunamayacak denli geriletildiği coğrafyalarda daha açık ve sorunsuz biçimde başarılmışken; Türkiye gibi, kapitalizm öncesi sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkilerin hatırı sayılır düzeyde etkili olduğu ülkelerde çok daha sorunlu ve çatışmalı bir karakter taşımıştır. Kapitalizm, geleneksel dinle bu anlamda karşılıklı ödünlere dayalı daha barışık bir ilişki içine girebilirken, kapitalist sistemin yarattığı eşitsizlik, yoksulluk ve yabancılaşmaya karşı bir protesto ve hatta devrimci bir karşı çıkış olan ezilenlerin dini ile hiç bir zaman barışık olmamış, iki taraf arasında süreğen bir çatışma hali yaşanmıştır. Kapitalizmin ilk günlerinden beri geçerli olan bir tablodur bu.  Lutherci Protestanlığı önceleyen İngiltere’de Lollardlar Almanya’da Husçular gibi eşitlikçi radikal dinsel hareketler olduğu gibi daha sonraları Lutherciliğin içinden Almanya’da Thomas Münzer İngiltere de John Ball önderliğinde radikal ve devrimci dinsel kollar da çıkmıştır. Bu hareketlerin temel özelliği alt sınıfların eşitlikçi özlemlerini yansıtmalarıdır ve dolayısıyla hiç hoş karşılanmadılar.*

“İyi Din” “Kötü Din”

Roy’un, siyasal dini darlaştıran ve ütopik ve şiddete eğilimli, kaba ve barbar bir eğilim olarak sunan yaklaşımının yanı sıra bu tanımı daha çok İslam ile özdeşleştiren yaklaşımı da oldukça sorunludur. Roy ile benzer bir yaklaşımı ünlü ateist Richard Dawkins’ de dillendirmekte. Dawkins, “Hayır, tüm dinler aynı oranda şiddete başvurmuyor. Bazıları hiç başvurmadı, bazıları ise şiddete başvurmayı asırlar önce bıraktı. Bariz olarak, bir tanesi hala bırakmış değil” diyor. Bu söz doğru mu? Evet doğru? Ama bu gerçekliği nasıl anlamak ve yorumlamak gerekmektedir? Asıl sorun buradadır. “İyi Din” ve “Kötü Din” olur mu? Acaba şöyle mi yorumlayacağız? Bazı dinler özsel olarak daha gerici ve/fakat diğer bazı dinler ise özsel olarak daha insani ve ilericidir. Bir Marksist olarak bu yoruma katılmak olanaklı değildir. Eğer bugün dinden söz ediyorsak teolojik bir vakadan ziyade ve aynı zamanda tarihsel ve sınıfsal bir olgudan da söz ettiğimiz gerçeğini öncelikle gözetmek durumundayız. Aksi halde bazı dinleri  teolojik bakımdan eleştirmek adına diğer bazı din(leri)  teolojik  ve özsel bakımdan güzellemek anlamına gelir. “Doğal dinler” olarak nitelenebilecek, yani devletle ve sınıfsal çıkarlarla hemhal olmamış, salt doğanın bilinemezliklerine ve yarattığı çaresizliklere karşı bir teselli niteliği taşıyan dinlerde -bazı törensel kurbanlar dışında- kapsamlı ve çok yönlü bir şiddetle, barbarlıkla karşılaşmayız. Ama dinin devlet ve (egemen) sınıfsal çıkarlarla hemhal olduğu günümüz tek tanrılı dinlerinde, artık dinler temel olarak teolojik bir vaka olmaktan çıkmış, “siyasal dinler” haline dönüşmüştür. Dolayısıyla bugün din ve şiddet ilişkisini konuşurken, temel olarak bir dinin ontolojik ve teolojik niteliklerini değil asıl olarak siyasal ve sınıfsal niteliğini konuşmaktayız. Murat Utkucu’nun ifadesiyle soyut anlamda dinleri değil “cari din”leri, “mevcut din algılarını ve pratiklerini ” tartışmaktayız biz. 

Peki dinler arasında bu açıdan bir farklılık yok mu? Öyleyse Dawkins’in “tüm dinler aynı oranda şiddete başvurmuyor. Bazıları hiç başvurmadı, bazıları ise şiddete başvurmayı asırlar önce bıraktı. Bariz olarak, bir tanesi hala bırakmış değil” sözünü, yani “cari dinler” arasındaki bu farklılığı nasıl anlayacağız? Cari İslam’ın güncel tarihi, diğer bir dizi dine göre daha fazla şiddet ve barbarlıkla yüklü değil mi? Evet kesinlikle böyle. Yani bu davranışları İslam’ın (ya da İslam’daki belli mezheplerin Vaha-bilik, Sunilik,) teolojik niteliğiyle açıklamak ne kadar yöntemsel olarak yanlış ise; bu barbarlığın cari İslam’a ait çok temel bir özellik olduğunu es geçmek, “gerçek İslam böyle değil” lafzıyla, bu barbarlığı önemsizleştirmek de çok büyük bir körlük olacaktır. Nereden kaynaklanmaktadır o zaman bu fark? Nasıl olmuştur da  -örneğin Hıristiyanlık örneğinde- bu dinin mensupları örneğin 30 yıl savaşları olarak bilinen mezhep savaşlarında bir zamanlar oluk oluk kan akıtırken; egemen yoruma karşıt söz söyleyenleri vahşice susturmak, aforoz etmek sıradan bir uygulama halindeyken, bugün bu gaddarlık minimize edilmiştir? Ve neden bu gaddarlık ve canilikler, İslam dünyasında hala yaygın ve güncel durumdadır? Bu barbarlıklardan “İslam’ı yanlış yorumlayan” Müslümanları (!) sorumlu tutabilirsiniz. Ama bu yaklaşımla “niye İslam’ı bu şekilde (yanlış) yorumlayanlar bu kadar çok?” sorusuna yanıt vermiş olmazsınız. Tam aksine, niyetlerden bağımsız olarak, bu barbarlığa verilen bir desteğe dönüşür bu tür yorumlar. Bu farklılık nereden kaynaklanıyor ya da barbarlığın kökleri nerede? 

1- Hala “doğal din” niteliğini iyi kötü koruyan ve bunu, ağırlıkla ezilenlerin dini olma özeliği ile bütünleyen Alevilik gibi din anlayışları, devlet ve egemen sınıf pratiği ile hemhal olmadıkları için bu tür barbarlıklardan uzak olabilmektedir. Bu konunun istisnai yanı ve örneğidir. 

2- “Doğal” olmaktan çıkıp devlet ve egemen sınıflarla hemhal bir nitelik kazanan, yani “siyasal din” haline gelen tek tanrılı dinler açısından sorun, feodal ilişki ve kültürün egemenlik derecesiyle yakından ilgilidir; bir başka ifadeyle burjuva aydınlanmasını ve emekçi halk mücadelesinin olumlu etkisini yaşayıp yaşamadıklarıyla ilgilidir. Toplumsal aydınlanma ve özgürlükçü bir alt sınıf pratiği, bazı dinlerin algısında bu tür gaddarlıkların miniminize olmasında belirleyici bir katkıda bulundu. Reform/ Rönesans/Aydınlanma ve alt sınıfların özgürlük ve demokrasi mücadeleleri ile Hıristiyan dünyadaki şiddet ve barbarlık dozajında belirgin bir azalma yaşandı. Oysa İslam hala kendi Orta-çağını yaşayan ve feodal/taşra algısının egemenliğinde olan bir din durumundadır. Batı toplumu aydınlanma ile “akıl ve bilim”e öncelik tanıdığı halde, İslam toplumları giderek içine kapandı. “Akıl ve bilim” dışlandı; farklı görüşlere tahammülsüzlük temel karaktere dönüştü. Buna Ortadoğu başta olmak üzere pek çok İslam coğrafyasında ve bizzat batılı Hristiyan medeniyetin de birinci dereceden katkısıyla halen devam eden kanlı siyasal tarih de eklenince, bu barbarlık ve vahşet, cari İslam’ın önemli özelliklerinden biri durumuna geldi. Bu görülmez ve İslam kendi aydınlanmasını yaşayamazsa, barbarlıkla anılmaya da devam edecektir. Ama ne yazık ki, başta Türkiye olmak üzere İslam coğrafyasında, aydınlanma anlayışından giderek daha fazla uzaklaşılmaktadır. 

3- Dünya, son 30 yıldır neo-liberalizm ve post-modernizm ikizinin eşliğinde bütünsel, evrensel ve pozitif dönüşüm perspektifinden uzaklaştırıldı. Değersizliğe, belirsizliğe ve çıkışsızlığa mahkûm edildi. Üstelik tüm bunlar etnik ve dinsel-mezhepsel kimlikler kışkırtılarak yapılmaya çalışıldı. Bu süreçte başlı başına bu tür barbarlıkları teşvik eden önemli bir nedene dönüştü. İnsanlığın son 30 yılı apaçık gösterdi ki, temelde kimliklere dayalı bir algı dünyası, ötekileştirmeyi ve düşmanlığı azaltma-makta, bilakis daha da derinleştirmektedir. İslam dünyası zaten çağcıl/laik toplumsal hareket deneyiminden yoksun, adeta “kimlik kilidi” içine hapsedilmiş bir coğrafyaydı. Evrensel ve modern kültürel şekillenme açısından bariz bir fukaralık yaşa-yan bir coğrafya, üstelik sürekli baskı, katliam vb. ile yüz yüze bırakılmışsa, bu coğrafyadaki genel sosyal ve siyasal kültürün barbarlıkla sakatlanması kaçınılmaz olmaktadır. İslam coğrafyası ne yazık ki genelde böyledir. Türkiye’nin, bu açılardan İslam coğrafyasının geneline göre nispeten daha ileri olmasının arkasında ise, çarpık ve eksik de olsa, din ve mezhep algısını nispeten çağdaşlaştıran ve insanileştiren bir modernleşmenin-aydınlanmanın yaşanmış olması gerçeği vardır. 

4- Ama aydınlanma/barbarlık ikilemi açısından belirli farkları olsa da, tüm dinlerin, devlet ve egemen sistem ile hemhallik durumunu sürdürdüğünü ve bu anlamda İslam dışındaki diğer dinlerin de hala şiddet ve barbarlığın önemli bir bileşeni olmayı sürdürdüğü unutulmamalıdır. Ortaçağın cadı avlarını, 30 yıl savaşlarını, Bruno’yu, Galileo’yu geçtik, bizzat Luther tarafın-dan katledilmesi istenilen Münzer’i ve 100 bin Alman köylüsü-nü de Cenevre’de teokratik bir düzen kurmuş olan Calvin’in kan dolaşımını keşfetme noktasına gelmiş olan bilim insanı Michael Seretus’u diri diri yaktırmasını da geçtik; daha yakın zamanlarda Alman ve İsponyol faşizmine ve bu faşizmlerin yaptığı katliamlara gizli açık destek veren bir kilise ve Papalık gerçeği ve Katolik Mafya Opus Dei ile işbirliği içindeki bir başka Papa gerçeği var karşımızda. 

Amerika’da faaliyet gösteren Evanjelik hareket içinde gelişmiş olan Yeniden Doğuşçular kıyametin tüm işaretlerinin doğduğuna inanmakta, bunun için de Tanrıyı kıyamete zorlamaya çalışmaktadırlar. Bu zihniyet dünyasına göre İsa, Müslümanlarla Armageddon savaşına girip bu savaşı kazanmasından sonra yeryüzüne inecek ve Tanrısal bir krallık kuracaktır. Benzer biçimde Yahudiler arasından çıkan Siyonist gruplar Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzayan toprakların Yahudiler için vaat edilmiş topraklar olduğunu ileri sürmekte ve bu geniş coğrafyaya hükmeden bir devlet kurmak için mücadele etmektedirler vb. Bütün bu argümanlarla gerçekleştirilen barbarlık, katliam örnekleriyle bugün bile sık sık karşılaşmaktayız.


*Fundamentalizm, kaynaklara dönme anlamında yirminci yüzyılın başında Amerika’daki Protestanlar için kullanılan bir kavramdı. Fakat bu kavram zamanla değişik inançları da ilgilendirmeye başladı. 1920’lerden sonra İslam dünyasında sömürgeciliğe karşı başlatılan mücadele sürecinde İslami kaynaklara dönüş önemli bir siyasi proje haline geldi. Daha sonra ABD emperyalizmine ya da belki daha doğru ifadeyle Batı egemenliğine karşı verilen mücadeleler de bu kapsamdadır.  Dinin radikal ve siyasi yorumunun sadece Müslümanlara ait olmadığını, değişik dinlerde de benzer radikal ve siyasi dini hareketlerle karşılaşıldığını bilmek gerekir. Protestanlar arasında gelişen Evanjelik hare-ket, Yahudilik içinde gelişen Siyonizm, Hindular ve Sihler arasında gelişen radikal dinî hareketler bu türden oluşumlardır. Bu örneklerden görüldüğü gibi fundamentalizm kavramı dinsel hareketlerin belirli açıdan ortak bir kategoride sınıflanmasına imkân verse de bu hareketlerin en belirleyici yanı olan sınıfsal siyasal karakterleri arasındaki farklılıkları da perdeler.  Emperyalizme karşıt, kapitalizme eleşitirel ve geleneksel dinle mesafeli fundamentalist dinsel hareketler olabildiği gibi tam tersi özellikte olanları da vardır.

** Eski bir Lutherci olan Münzer eşitlikçi bir dinsel söylemle köylüleri ayaklandırdı. Luther kendi öğretileriden esinlenen bu hareketi hiç hoş karşılamadı ve aristokrasiyi hareketin ezilmesi için teşvik et-ti. Sonuçta Lutherci prensler 100 bin eşitlikçi Hristiyan köylüyü katletti. Münzer uzun işkencelerden geçirildikten sonra kafası kesilerek öldürüldü.

Mahmut ÜSTÜN