Bir zamanlar TRT televizyonunda yayın saati bitmesinin ardından ekran kararırken, “Yatarken dişlerinizi fırçalamayı unutmayınız” diye yazılırdı. Bu gün birçok kişi tarafından eleştirilebilecek olan bu devlet müdahalesine, o zamanlar hiç kimse ses çıkarmazdı. Hiçbir köşe yazarının ya da siyasal partinin bu konuya değindiğini hatırlamıyorum. Benzer şekilde, bütün milli ve dini bayramlarda yıllardan beri aynı müzik çalar, aynı nutuklar atılır ve aynı ritüeller yapılır.
1960’lı yıllara kadar ilkokullarda Fransız burjuva yaşamından örnek alınan Adab-ı Muaşeret Kaideleri (Genel Görgü Kuralları) öğretilirdi. Öğrencinin günlük davranışlarını gösteren “Hal ve Gidiş” dersi için not verilir ve bu dersten zayıf alanlar sınıf geçemezdi. Bu yüzden görgü kurallarını bilmeyenler ya da uymayanlar ayıplanırdı. Aile gelenekleri ve kurallarıyla çelişen bu okul kuralları, her şeye karşın modern yaşamın olmazsa olmazı gibi algılanırdı.
Buna benzer yüzlerce bürokratik kural, devlet tarafından düzenlenmekte ve topluma dayatılmaktadır. Devlet kademelerinde bu işlerin nasıl yapılacağına dair binlerce sayfalık yönetmelikler, yönergeler ve genelgeler var. Bunlar, devletin topluma dayattığı uyulması zorunlu olan “devlet terbiyesi” kurallarıdır. Devlete ait “görgü ve terbiye” kurallarına uyulmadığı hallerde insanların cezalandırılması, Osmanlıdan beri sürüp gelen devletin otoriter, bürokratik ve militer karakteriyle ilgilidir.
Bu ideolojik ve siyasal gelenekler tarihsel olarak Osmanlıya ve hatta Osmanlının kendisine temel aldığı Bizans’a kadar uzanmaktadır. İkinci meşrutiyetten başlayıp Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte daha da etkili olmaya başlayan İstanbul yaşam tarzı, kültürü ve lehçesi modernleşme için temel alınmıştır. Bunun nedeni aynı zamanda İmparatorluğun merkezi olan İstanbul’un en eski, en gelişmiş ve en kozmopolit bir nitelik taşımasındandır.
12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonra, devlet ve toplum yukarıdan aşağıya doğru ve tabi ki zorla ve askeri bir disiplin içinde yeniden düzenlenirken, birçok yeni kavram ve uygulama yaratıldı. Bazı özerk kurumlar devletleştirildi. Devlet sanatçılığı yaratılarak onlarca sanatçıya ve şarkıcıya “devlet sanatçısı” ünvanı verildi. Benzer şekilde birçok iş insanına, memura, polise, askere devlet nişanı, ulusal başarı kazanan sporcuya ev, altın filan dağıtıldı. Giderek özel tiyatrolara da yardım yapılmaya başlandı. Devlet ulufe dağıtınca doğal olarak devlet ve iktidar yalakalığı da gelişti. Edebiyat, müzik, resim, heykel, tiyatro, dans, sinema gibi tüm sanat dallarında iktidar yalakalığı için her şey yapıldı ve yapılıyor.
Türkiye’de devletin müdahale etmediği, karışmadığı bir alan yok. “Devlet okulu, devlet çiftliği, devlet fabrikası, devlet su işleri, devlet hava işleri, devlet kültür işleri, devlet konukevi, devlet tiyatroları, devlet balesi, devlet dansları topluluğu, devlet konservatuarı, devlet senfoni orkestrası vb, sürgit bir devlet egemenliği sürerken bazı şeyler de hızla özelleşti. Özelleştirmeler adeta devletin yağması haline dönüştü.
Türkiye’de başında devlet yazan o kadar çok kurum ve kuruluş var ki, bunları hiç kimse bir çırpıda sayamaz, bilemez. Bunun farkında olan bazı uyanıklar bir zamanlar olmayan bir devlet kurumu icat etmişler ve mali yıla kadar aylarca Merkez Saymanlığı’ndan maaş olarak para çekmişlerdi.
Bütün bu olayların temelinde Türkiye’de devlet-toplum, devlet-birey, devlet-demokrasi, devlet-devrim ilişkileri yatıyor. Bunun için, devletin ne olduğunu, nasıl ortaya çaktığını, kime ve neye hizmet ettiğini, devletin tiplerini ve biçimlerini, Türkiye’de devletin niteliği vb temel konularda yeterli bir fikre sahip değiliz. Ama “devletin milletle bölünmez bütünlüğü” konusunda herkesin bir ezberi var. Hala “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diyerek devletin otoriter, bürokratik ve militer karakteri yüceltiliyor.
- Siyasal Önderlikler ve Sosyalizm Anlayışı – Şaban İba - 14 Haziran 2024
- Eğitimde müfredat sorunu! - 26 Mayıs 2024
- Solun Durumunu Yeniden Düşünmek! - 20 Mayıs 2023