Yıllar önce, Elsa Triolet’nin Beyaz At romanını okuduğumda romanın kahramanı olan Michelle Vigaud’dan çok etkilenmiş, onu beyaz atlı kahramanım yapmıştım.
Babasını sadece ceketi pırıl pırıl güzel düğmelerle dolu bir adam olarak hatırlayabilen, bir zamanlar usta bir şarkıcı olan güzel ve frapan annesiyle büyüyen, yaşadıkları her yerde kendisini sevdiren, büyüdükçe kadınların taparcasına sevdiği bir adama dönüşen, ama onca kalabalığın ve sahte tapınmanın arasında yapayalnız olan Michelle… Her görenin, eğer ilk bakışta değilse, birkaç dakikanın içinde hayranı olup çıktığı Michelle…
İnişler ve çıkışlarla dolu öyküsü boyunca tek bir şeyin peşinden gitmişti Michelle; duygularının! Aşkı aşk gibi yaşamıştı, hüznü hüzün gibi, acıyı acı gibi ve yalnızlığı yalnızlık gibi. Yani katıksız, araya başka hiçbir duygu sokmadan, olanca saflığı ve mağrurluğuyla. Aşk, benliğini kasıp kavuran bir fırtına olmuş, yüreğini yakmış, gözlerini karartmış, gururunu ayakları altına aldırmış, tutkuyu bir esir gibi hissettirmişti ona. Hüzün, tüm ağırlığıyla çökmüştü üzerine, kimseden utanmadan akıtmıştı gözyaşlarını. Acı, yenileceğini bile bile üzerine gittiği bir canavar gibi geçirmişti pençelerini kalbine ve o, dayanılmaz sancılar çekse de kurtulmaya çalışmamıştı bu pençelerden. Yalnızlık, sessizliğin içinde attığı çığlıklar gibi yankılanmıştı kimselerin uğramadığı yüreğinde. Ölüm ise bir kahramana yakışır biçimde gelmişti Michelle’e, üstelik hiç de öyle bir iddiası olmadığı halde. Cephede, adını bile bilmediği bir asker için feda etmişti kendini.
“Müzik? Nasıl anlatsam size. Sevmeksizin seviyorum ben müziği. Kimisi gerçekten sever. Oysa ben… Müzik, konuşmak gibidir benim için. Sevse de sevmese de konuşur insan” demişti kitabın bir yerlerinde Michelle ve sevdiği kadınla konuşur gibi söylemişti en güzel şarkılarını, bu şarkılarla büyülemişti onu dinleyen insanları. Michelle’i yakından tanıma fırsatına erişmiş bir adam ise şunları söylemişti öykünün sonunda: “Michelle Vigaud, insanlar üzerindeki etkisinin farkında değildi, bunu fark etmiş olsa onları yönetmek için yaratılmış olduğunu da fark edebilirdi. O, kahramanların kumaşından dokunmuş bir insandı bana göre.”
Beyaz At’ın yazarı Elsa Triolet’nin ünlü şair Louis Aragon’un karısı olduğunu sonradan öğrendim. Aragon’un büyük bir aşkla yazıp ona adadığı şiirlerle, özellikle de “Elsa’nın Gözleri” ile efsaneleşen Triolet’nin Beyaz At’ı yazarken bir erkeğin, yani Michelle’nin duygularını bu denli derin bir biçimde anlatabilmesinin nedenlerinden biri de sanırım Aragon’du. Çiçeklerden bal toplayan bir arı gibi, yaşadığı hayatın duygularını biriktiren bir şairin yanı başında olmak onu nasıl beslediyse, Aragon da yıllar süren hüznünü belli ki Elsa’nın sayesinde dağıtmıştı:
O kadındı bu kadındı derken
Korkunç bir hüzün bürüdü onu
O kadından bu kadına gezerken
Kor-r-r-kunç bir hüzün birden
Bazı ilişkiler hak ediliyor, kazanılıyor bence. Aşk, bir hediye gibi sunuluyor onlara. Paylaştıkları duygular hem ruhlarını besliyor hem de yaratıcılıklarını artırıyor. Üretkenlik, ilişkinin nabzı oluyor. Bu nabız attıkça yaşama sevinciyle, çalışma şevkiyle doluyor yürekler. Aşk, tükenmiyor böyle ilişkilerde. Giderek büyüyor, çoğalıyor, coşuyor… Aragon’la Elsa’nın, Pablo Neruda’yla Matilde’nin, Marquez’le Mercedes’in, Zweig’la ölüme bile el ele gittiği karısı Lotte’nin aşklarında olduğu gibi. Bugün, aşk dediğimiz şey bize gerçeküstü bir mitos gibi gözükmüyorsa nedeni, yeryüzünde böyle aşklar yaşanmış olmasındandır. Onların tutkularının küllerinden yaratmak isteriz biz de kendi yangınımızı. Düşlerimiz, çıra misali tutuşur mu tutuşmaz mı bilinmez, ama birilerinin bir yerlerde böyle şeyler paylaşmış olduklarını bilmek umut verir. Her geçen gün giderek solgunlaşıp umutsuzluğa dönüşse de…
Ya duygular eskidi ya da insanlar onları tüketti… Artık şairler bile şiirlerinde içtenlikle bahsetmiyorlar sevgililerden. “Bir varmış bir yokmuş…” gibi yaşanıyor ilişkiler. Değil kılıç yarası gibi izler bırakmak, geride kalanların ismi bile zor hatırlanıyor, anılar birbirine karıştırılıyor, “Onunla mı yaşamıştım şunu, yoksa bununla mı?” diye düşünülüyor. Ayrılanlar, kendilerini yeni bir aşk bulmak üzere sokaklara, barlara atıyor, o “light” ortamlarda hayatının adamını veya kadınını arıyor. Aşkın arayarak bulunamayacağını nedense kimse kabul etmiyor…
Beri yanda, bir çok beraberlik zoraki bir biçimde sürdürülüyor. Belki üşengeçlikten, belki alışkanlıktan, belki de koşulların bağlayıcılığından katlanılıyor içi geçmiş bu birlikteliklere. Evliliğin hantal alışkanlıkları altında ezildikleri için eksiliyor sevgiler, özensizlik asidi içinde eriyip gidiyor. Entek dümtek yorumlar yapıyor kimileri, “Aşk, kavuşamamaktır” falan diyor. Bir ilişkinin ciddi bir emek işi olduğunu pek az kişi söylüyor, ama söylediğiyle kalıyor, bunu uygulayamıyor. Sisli bir havada el yordamıyla yol bulmaya çabalar gibi zar zor hissediliyor duygular, yorgun benliklerin kaotik huzursuzluğunda birbirine karışıyor. Gerçek, ifade edilenle aynı olmuyor, sözcükler süslenip püslenmekten yalınlığını yitiriyor. Kimse, aşkı aşk gibi, hüznü hüzün gibi, acıyı acı gibi, yalnızlığı yalnızlık gibi hakkını vererek yaşayamıyor. Korku, her şeyin önüne geçiyor. Aşk, kaybetme korkusuyla acizliğe; hüzün, güçsüzlük korkusuyla kibire; acı, ölüm korkusuyla nefrete; yalnızlık, sevgisiz kalma korkusuyla kaypaklığa dönüşüyor… İnsanlar, kendilerini insan yapan duygulardan sürekli kaçıyor ve ortalık herkesin ruhsuz ve boş ifadelerle oynadığı dev bir tiyatro sahnesine benziyor.
Beyaz At’ı kütüphanedeki kitaplarımın arasından çekip yıllar sonra yeniden elime aldığımda sararmış sayfalarının arasında kurumuş bir çiçek buldum. Çiçeğin altındaki satırlarda Michelle’in söylediği bir şarkının sözleri yazıyordu:
Bir tek sokak vardır bütün şehirde
Bütün şehirde bir tek ev vardır
Ve bir tek kadın bütün Paris’te
Çılgınlığımın bir tek nedeni vardır
Çiçeği yavaşça yerine koydum. Hatırlıyordum. On yedi yaşındaydım ve sırılsıklam aşıktım.
- İnsanlık Adına Utanıyorum - 25 Temmuz 2024
- Zihinsel Obezite - 20 Haziran 2024
- “Hayatımı Yazsam Roman Olur” - 25 Mayıs 2024