Bu tartışmadan sonra sorulması gereken soru, neden örneğin Almanya iki dünya savaşından sonra gelişip demokratik bir hukuk devletine dönüşürken, Türkiye aynı başarıya imza atamıyor? Kimi gözlemcilere göre Türkiye yerinde sayıyor ve hatta her geçen gün daha bir geriliyor. Nasıl askeri darbelerin, darbe girişimlerinin olmadığı toplumsal yapı mümkün kılınabilir? Bir toplumun krallıktan, sultanlıktan demokratik hukuk devletine geçişi için neler olmazsa olmazlardandır? Bu ve bu türden sorulara verilen cevap aslında gayet basittir: Evrensel hukuk anlayışıyla bezenmiş özgürlükçü kamusal alan, güçlü, atak bir sivil toplum, bilinçli, bilgili, bağımsız birey ve bunların sürekli iletişimde kaldığı ortak bir toplumsal kültür. Diğer bir söylemle, sorun soruyu ya da soruya verilecek cevabı bilmemekte değil, sorun daha çok bu cevaba uygun toplumsal mutabakatın eylemsel dönüşümünü pratik olarak sağlamada. Bu ise bizi; elitlerle, yani bir yandan aydın, iyi, güzel, adil, uyuşmacı, devrimci vs. fikir sahipleri ve diğer yandan da işverenler gibi kimi çıkar grupları, halkın aynı mutfaktan çorba içebilmeleri ihtimalinin nasıl mümkün kılınacağı sorusuna götürüyor. Bu sorunun da iyi bir cevabı var; bu ise halkla elitlerin yaklaşık olarak aynı kural, kanun ve etik anlayışla yaşamaları gerektiğidir. Yöneten X ve yönetilen Y, kendi kuralı ve anlayışına göre yaşıyorsa, elitlerle halkın ortak zemini yoksa, tamamen farklı dünyalarda yaşıyorlarsa bu o toplumun, düzeninin, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet gibi kavramlar üzerine değil de (fiziki) zor üzerine kurulduğunu gösterir. Buna karşın halk ozanı Neşet Ertaş’ın anlam dünyasından yola çıkarak yazarsak; evrensel olma ihtimali yüksek normlarla eylemlerini düzenleyen elitlerle günlük yaşamın zorluklarına rağmen iyi olma üzerine bir yaşam biçimi kuran halk arasında kurulması kolay bir gönül köprüsü varsa, bu o toplumda barış, refah ve adalet tohumlarını ekmenin zor olmayacağı anlamına gelir.
Organik Aydın, Hegemonya ve Tarihsel Blok
Antonio Gramsci’nin deyimiyle organik aydın, yani bir toplumsal formasyonun örtük bilgisinin, değer yargılarının ve normlarının öznesi olan entelektüelleri gerekli kılar. [1] Bunların özelliği, rızalık ilkesi üzerine kuruludur ve bu ilkeyle süzülmüş fikirlerini yönlendirici üstünlüklerine, yani hegemonyalarına çevirip eylemlerini halkın gücüyle meşrulaştırabilmektedirler. Bu ise, toplumdaki güç dengelerini gözeterek toplumu bir üst seviyeye taşıyabilecek ortak bir projeyi geliştirmiş olmakla mümkündür. Bu koşullar oluştuğun da, halkla derin birlikteliği olan organik aydınların önderliğinde, onların hegemonyalarıyla toplumun diğer bileşenleri iletişime geçer ve böylece de Gramsci’nin deyimiyle tarihsel bloğu oluşturmak mümkün olur. Bu birlikteliğin ve iletişimin sadece felsefesi değil ama aynı zamanda onun toplumsal düzlemdeki pratik karşılığının da oluşturulması ancak sivil toplumun varlığı, güçlü sivil toplum kuruluşlarıyla mümkündür. Sivil toplum entelektüel birikimin folklorik biçimleri halinde kendisini var olan gelenekler, pratikler, düşünceler ve kurumlarda tekrardan üretiyorsa, işte orada istenilen transformasyon zor, tahakküm kullanmaksızın da sağlanabilir.
Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu
Aşağıda bu transformasyona bir örnek olarak Max Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” kitabını tartışmak istiyorum. Bu kitap bize bir yandan yukarıda bahsini ettiğimiz dönüşümün, transformasyonun bir aktörü olarak Protestan etiğini ve bu etiğin temsilcisi olarak Max Weber’i tanıma fırsatı, diğer yandan da daha öncesinde tartıştığımız demokrasi, yerel yönetimler ve hukuk devleti arasındaki ilişkiye de tekrardan göz atma şansını verecektir. Weber’in konuyu değerlendirme bağlamı Gramsci’nden farklıdır; ancak Weber’de Gramsci gibi bölgesel, yerel bir fenomen değil de evrensel bir olguyu incelediğini düşünüyor. Bu bağlamda Weber, hangi kültürel koşullar bütünselliğinin sadece Batı’da görülen ama evrensel öneme ve geçerliliğe sahip kapitalizme ön ayak olduğunu öğrenmek ister. Weber “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu” eserinin önsözüne şu cümleyle başlar:
“Çağdaş Avrupa kültür dünyasının bir üyesi, evrensel tarihin herhangi bir sorununu, kaçınılmazcasına ve haklı olarak şu soru çerçevesinde ele alacaktır: Batı’ya özgü ve yalnızca orada ortaya çıkmış kültür olgularının yine de evrensel – en azından öyle olmasını içtenlikle varsaydığımız- anlam ve geçerliliğe sahip bir gelişme çizgisi içinde yer almalarına, koşulların ne tür bir biraradalığı yol açmıştır?”[2]
Weber, “Batı’ya özgü ve yalnızca orada ortaya çıkmış kültür olguları” derken rasyonel düşünüş biçimi olarak bilimi, olay ve olguların dramatize ediliş eylemi olarak sanatı, felsefenin bir kolu olarak estetik ve felsefede duyum ya da algı teorisi, toplumun, kurumların ve/veya devletin gelir ve giderine ilişkin eylemleri kapsayan ekonomi ve bürokrasi, rasyonelleştirilmiş, bireylerin diğer dünyaya ilişkin düşünüş ve pratiğinin örgütlülüğü olarak din, evrensel olma iddiasında ve devletin gücüne kullanma meşruluğu olan kurum ve kurallar bütünlüğü olarak hukuk, toplumsal değer yargıların mantık yolluyla tekrardan tartışılması olarak ahlak, çalgı, ses bilimi ve pratiği olarak müzik gibi etki alanlarını kastediyor. Weber bu olguları sadece Batı’ya mal ederken kapitalizmin ve onunla bağdaştığını düşündüğü ussallığın/rasyonelliğin da sadece Batı’da geliştiği prensiplerinden yola çıkıyor.
Ussallık
Weber bu yargısını aşağıdaki varsayımına dayandırıyor: Weber’e göre kazanma açlığı, hiçbir biçimde kapitalizm ile aynı şey değildir; ne de onun ruhuyla, etiğiyle, hukuk anlayışla bağdaştırılabilinir. Kapitalizm, olsa olsa daha çok bu türden usdışı güdünün dizginlenmesi, en azından ussal olarak dengelenmesi ile anılabilir. Kapitalizm, kazancın ussal bir biçimde düzenlenmesidir. Diğer bir deyimle, Weber’e göre Batı, dünyanın hiçbir yerinde gelişmemiş olan tamamen farklı bir tür kapitalizm geliştirdi. Weber’in bahsini ettiği kapitalizm, biçimsel özgür emeğin işletmede, holdinglerde, borsada vs. örgütleniş halidir. Bu ise ussal eylemlerle, aklın doğru kullanımıyla mümkündür.
“Akılsallık Ussallık , Batı biliminin özelliklerine, özellikle matematik, deneysel ve ussal temeller üzerine kurulan doğa bilimlerine bağlıdır. Bu bilimlerin gelişimi ve onların üzerine kurulu pratik ekonomik uygulamalar kapitalist çıkarlar tarafından belirlenirler. Ama doğal olarak, Batı biliminin ortaya çıkışının bu tür çıkarlarla belirlendiği söylenemez. Hesap, ondalık sistem hesabı, cebir, ondalık sistemin kâşifi olan Hintlilerce de biliniyordu ve kapitalizme hizmet etmek üzere Batı‘ya adımını atmıştı; oysa aynı sistem Hindistan’da çağdaş hesaplama sistemini ve defter tutma yöntemini yaratmamıştı. Ayrıca matematiğin ve mekaniğin doğuşunda kapitalist çıkarların da rolü olmamıştı. Ama buna karşılık insan yığınlarının yaşamı için çok önemli olan bilimsel bilginin teknik kullanımı, ekonomik açıdan teşvik edilmişti. Batı’da çok gerekli olan bu tür teşvikler, Batı’nın sosyal düzeninin özelliklerinden kaynaklanıyordu. Bu sosyal yapının her parçası aynı derecede önemli olmadığına göre, belirleyici olanın hangisi olduğunun sorulması gerekir.”[3]
Akılsallık, ussallık, daha önceden kimi etik ve/veya hukuki kurallara uyarak belirlenmiş davranış, düşünüş ve eylem biçimidir. Olay ve olguların üzerinde akli olarak direkt etkili olma çabasıdır. Kader ve kısmet yerine var olan koşulları kendi lehine çevirebilme becerisidir. Ussallık, Batı biliminin özelliklerine, özellikle matematik, deneysel ve ussal temeller üzerine kurulan doğa bilimlerine bağlılıktır.
Ayrıştırma Prensibi
Bu sistemin ve bilimlerin gelişimi ve onların üzerine kurulu pratik ekonomik uygulamalar kapitalist çıkarlar tarafından belirlenirler. Ama doğal olarak, Batı biliminin ortaya çıkışının bu tür çıkarlarla belirlendiği söylenemez. Weber’e göre hesap, cebir, ondalık sistem Hintliler tarafından da biliniyordu ve kazanca hizmet etmek üzere iş yaşamına adımını da atmıştı; ama aynı sistem Hindistan’da çağdaş hesaplama sistemini ve defter tutma yöntemini yaratmamıştır. Avrupa’da matematiğin ve mekaniğin doğuşunda kapitalist çıkarların rolü direkt değildir. Bunlar başka bir amaca uluşmak için değil, tersine sadece alanındaki sorunlara cevap olarak geliştirildiler. Bununla birlikte Batıda insan yığınlarının yaşamı için çok önemli olan bilimsel bilginin teknik kullanımı, ekonomik açıdan da teşvik edilmişti. Batı’da çok gerekli olan bu tür teşvikler, Batı’nın sosyal düzeninin özelliklerinden kaynaklanıyordu. Weber işte tam da bu sosyal yapının belirleyici öğesinin ne olduğunu merak ediyordu.
Weber’e göre bu ilişki ağının en önemli, belirleyici özeliği ayrıştırma prensibidir. Bu ayrıştırma prensibini hemen hemen her alanda görmek mümkündür: Sosyal yaşamda ayrıştırma prensibini, örneğin ev ile işin birbirinden ayrılması ve ussal defter tutma anlayışında görmek mümkündür. Bu ussal defter tutma aynı zamanda ekonomi ve hukukla da ilgilidir. Bu ayrıştırma prensibini ekonomik alanda bir ticarileşme prensibi olarak da görmek mümkündür. Buradan bakıldığında kapitalizm, kapitalist iş örgütleri, sendikalar, işveren örgütleri, borsalar vs. birbirinden farklılaşmış, farklı amaç, araç, değer ve sonuçlar için örgütlenmiş ama son tahlilde hepsi bir kültürün, kültürel birliğin spekülasyonu ussallaştırmanın kurumları olarak karşımıza çıkarlar. Yine toplumsal bilinçlenme prensibinde de ayrıştırma ilkesinin baskınlığını görebiliriz; dünyanın çeşitli yerlerinde maceraperest ticaret adamları ya da savaş, siyaset, işletme ve kazanç biçimlerine dayalı ticaret de vardı; ama işletme üzerine kurulu, sınıf bilincine sahip burjuva ve proletarya sınıfının varlığı Weber’e göre sadece Avrupa’da var. Ve bunlar bir bütün olarak sadece akılcılık, bilimsellik ve de ussallık üzerine kurulu eylemler değiller. Kapitalizm sadece bu gerçeklikler üzerine kurulu bir toplum düzeni değildir. Tersine bu alandaki aktörler ussallıklarını aşkınlıkla da ilintiledikçe, oluşturulan sistem evrensel bir eylem biçimine dönüştü. Protestan kapitalistler Weber’e göre sadece dünyevi değil, ama diğer dünyaya ait olgu ve soruları da aklın süzgecinden geçirdikleri için Avrupa’nın dışına çıkan bir sistem geliştirdiler.
Din ve Kapitalizm
Bu çerçevede Weber, dine bir toplumun ilerlemesinde öncül bir rol biçer. Bunu ise arınmacılık/ascetism ve mistisizm kavramlarıyla inceler. Weber’e göre din toplumsal yaşamı düzenlemede teker teker bireylerin sorgulama sahasından çıkarılan sosyolojik gerçekler bütünlüğüdür. Bunun için de dinler farklı farklı önerilerde bulunurlar. Birey bu öneriler sayesinde dünyadaki kalabalığa rağmen mutlu olma şansı yakalar. Bu öneriler arasında ascetism ve mistisizm bu kalabalıktan kurtulmanın en önemli iki kurtuluş yoludur. Weber bunları kendi içinde ikiye ayırmış olsa da, biz burada bunları kendi içlerinde ayrıştırmaksızın vermeyi deneyeceğiz. Çünkü buradaki amacımız karşılaştırmalı din sosyolojisini tanıtmak ya da uygulamak değil de daha çok dinle kapitalizm arasındaki ilişkiye bakmaktır. Buradan hareketle, ascetism dünyaya ve/veya dünyadaki müdahaleyi zevkten arınarak yapılması gerektiğini önerir. Bunun ise içsel arınmayla yapılması gerektiğini salık verir. Burada önemli olan sadece dünyevi eylemler değil, ama aynı zamanda bunların öteki dünyayla da ilişkisini kurmaktır. Eylemci arınmacılıkta, dünyadaki her eylemin, öteki dünyaya dair bir kurtuluş işareti olarak görülmesi buna bir örnektir. Weber yine benzer şekilde mistisizmin bir kurtuluş yolu önerdiğini yazar. Weber; mistisizmi ya dünyaya yönelik, dünyevi bütün eylemlerden kaçış olarak, ya da iç dünyaya yönelik ve dünyayı anlamaya yönelimli kavrayış, düşünüş ve eylem biçimi olarak açıklar. Ancak Weber mistisizmin dünyanın zorluklarından kaçma hedefli çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmak zorunda olduğunu düşünür. Mistisizmde, dünya bireyin eylem alanı değildir. Tersine bu dünya Tanrının insanı diğer dünyaya hazırlamak için dizayn ettiği bir meşguliyet alanıdır. Birey bu dünyayı kavrayamaz, anlayamaz, anlatamaz. Onu sadece kabul edebilir.
Weber din sosyolojisinde dinle kapitalizmin gelişimi arasındaki ilişkiyi işler. Din, bu dünyada bütün adaletsizliklere rağmen Tanrının adil, doğru ve iyi olduğunu savunabilmesi için (teodise), ilahi önermeleri aklın süzgecinden geçirme kurumudur. Bunun da en önemli koşulu daha önce bahsini ettiğimiz ayrıştırma prensibinin uygulanmasından geçer. Buna göre din gücünü, diğer dünyaya ait bütün ilişkileri dünyevi ilişkilerden ayrıştırma ama aralarındaki iletişimi sürdürmeden alır. İnsan dünyadaki başarılarını gördükçe, onların diğer dünyaya, cennete gideceğinin birer işareti olarak yorumladıkça, daha çok çalışmak, sahip olmak isteyecektir. Bu ise kapitalizmin, belli bir hukuk, ahlak çerçevesinde dünyaya müdahale etmek girişimi anlamına gelir. Kapitalizm ve din böylelikle karşılıklı bir gerginlik içinde birbirilerini besler oldular.
Din, Aşkınlık ve Ussallık
Soru; bir yandan aşkınlığı arayan dindar birey, nasıl tam da ussallık aracılığıyla kapitalizmin gelişimine önayak olduğudur. Weber protestan ahlakı ile (kapitalist) ussallık arasındaki nedensellik ilişkisini açıklamak adına aşağıdaki cümleyi kurar:
“Her şeyden önce, bu ahlakın ‘en üstün’ olan daha fazla para kazanma, doğal bütün zevklerden daha fazla kaçınma ile birleşince tamamen bütün eudaimonist ya da hatta hedonist bakış açılarından yoksundur; kendi içinde amaç olarak düşünüldüğünde bireyin „mutluluğu’ ya da ‘yarar’ı karşısında her zaman bütünüyle aşkın ve tamamen akıldışı görünmüştür.”[4] Weber’in neden protestan ahlakı ile (kapitalist) ussallık arasındaki nedensellik ilişkisini açıklarken bu ilişkinin tamamen akıldışı göründüğüne vurgu yaptığını açıklamak için, öncelikle Weber’in eylem tipolojisini tanımak lazım.
Aşağıda bu çerçevede önce Weber’in eylem anlayışı ve tipolojisi, onun din sosyolojisini ve de neden protestan ahlakın akıldışı göründüğünü açıkladıktan sonra, toplumsal transformasyonun önkoşulunun sadece aşkın eylem türlerini ödüllendiren kültür, aydın profili, sivil toplum formatın oluşumu değil, ama aynı zamanda iyi bir kamusal alanın gerekliliğine değinilecektir.
Weber’e göre sosyal eylemi, araç, amaç, değer ve sonuçtan yola çıkarak belirlemek gerek. Sosyal eylem amaçsal olarak dünyadaki nesnelerden ve insanlardan beklentileri rasyonel, başarılı, istenilen ve öncesinden belirlenmiş ilkeler ışığında gerekli koşullar ve araçlar belirlenerek hayata geçirilendir. Değer odaklı eylem, belirli bir etik, estetik ve/veya dini eylemin sosyal hayattaki başarı ihtimalinden bağımsız olarak, sadece bu alandan gelen öz-değerlerle uygulanmasıdır. Duygusal eylemde belirleyici olan araç, amaç, değer ya da sonuç değil de, sadece o anki duygunun kendisidir. Geleneksel eylemde ise, duygusal eylemde olduğu gibi araç, amaç, değer ya da sonuç önemli değil, belirleyici olan, yapılanın daha önce de yapılmış, alışkanlık haline gelmiş ve artık hayata geçirilmesinde entelektüel çabanın gerekli olmama özeliğidir. [5] Jürgen Habermas, Max Weber’in eylem tipolojisini aşağıdaki tabelada şöyle vermiştir.[6]
Weber bu eylem tipolojisiyle amaçsal-rasyonel eylem biçimlerini diğer bütün eylem formlarına göre en iyi, en üstün olarak görüyor. Tablo 2’de, geleneksel eylem biçiminde sadece araçsal anlam önemliyken, coşkusal eylemde hem araçlar hem de amaçların önemli olduğunu gösteriyor. Değerseldoğrusal eylemde ise araç, amaçların yanı sıra bir de değerler önemlidirler; dolayısıyla bu eylem biçiminde hangi kritere göre eylem gerçekleştirilmeli sorusu önem kazanır. Son olarak, amaçsal-rasyonel eylem biçiminde araçlar, amaçlar ve değerlerin yanı sıra, bir de sonuçlara göre eylemin iyi, doğru ya da adil olduğuna karar verilir.
Örneklendirmek gerekirse; Weber, amaçsal-rasyonel eylemi en iyi eylem biçimi olarak ve kapitalizmin de, modernleşmenin de kriteri olarak görür. Weber, kapitalizmi kimi etik kurallar çerçevesinde çalışmayı, üretmeyi ve bundan elde edilen gelirle tekrardan bir iyi için yatırım yapmayı anlıyor. Ancak Weber tam da kavrayış ve yukarıda tanıtılan eylem tipolojisine dayanarak, örneğin finans kapitale ve/veya ticaret aristokrasisine karşı çıkar, karşı çıkması gerekir. Weber’in ticaret aristokrasisine karşı çıktığını, karşı çıkması gerektiğini şöyle açıklayabiliriz: her tip aristokrasi gelenekler üzerine kurulu ve buradan meşruluğunu iddia eder. Bunda ise sadece araçlar önemli, yani amaçlar, değerler ve sonuçlar önemsizdir. Buna karşın modern kapitalist bir kişilik Weber’e göre kimi değerlerden yola çıkar ve sonuçları ile araçlar, amaçlar ve değerler arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurar. Bu ilişki bir bütün olarak uygunsa, eyleme geçilir ya da eylem gerçekleştirilmez. Bu anlamıyla eylem sadece rasyonel amaç-araç ama son tahlilde bireysel ilişki, düşünüş, anlam dünyası içerisinde kalmaz. Tersine bireysel kararlar toplumsal değerlerle bezenerek rasyonelleştiği oranda, bu anlamıyla toplumsallaştığı oranda, modern ilişkiler biçimine, toplumsal düzlemde bir hukuksal çerçeveye geçiş ve bu geçişin meşru otoritesi mümkün hale gelir.
Dünyaya Müdahaleci Ascetism
Weber “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu” adlı çalışmasında aslında yukarıda tanıttığım eylem teorisinin tarihsel bir öznesi olarak gördüğü rotestan ahlakını inceler. Weber’e göre ticaret, kapitalizmin, ussallığın, rasyonelliğin hâkim olduğu bir alandır. Buna karşın ahlak ussallığın değil, geleneklerin, doğrulanması mümkün olmayan, bu anlamıyla da “akıldışı” yaşam biçimlerinin var olduğu alandır. Weber bu iki alanın birleşiminde, bu iki alanın iletişiminden Protestan ahlakla bezenmiş kapitalizmin ortaya çıktığını düşünüyor. Weber, kapitalizmin bu iki eylem prensibinin birlikteliğinden, ama hiçbir zaman bilinçli bir şekilde amaçlanmamış ve bu anlamıyla da amaçsal-rasyonel eylem tipinin bir yan ürünü olarak ortaya çıktığını düşünüyor.
Bununla birlikte, Weber bu eylem tipolojisinde protestan ahlakın amaçsal-rasyonel eylem biçimine mi, yoksa değersel-rasyonel eylem türüne mi bir örnek teşkil ettiği konusunda çok emin değildir. Bu, olmakla görünmek arasındaki ince çizgiyi şu şekilde açıklamak mümkündür: Weber’e göre kapitalizm, Protestan ahlakı taşıyıcılarının amaçladıkları bir yaşam biçimi değildir. Onlar kapitalizmi değil de, daha çok Tanrıyı övmek adına, O’na her şeye rağmen bağlılıklarını bütün yalınlığıyla diğer bütün insanlara da gösteren yaşam biçimini aradılar. Bu arayış onlara dürüstlüğü, doğruluğu, her şeye rağmen gerçekliği kabul etmeyi, yararcılığı, meslek yaşamının önemini, ödevlerin önemini, şaşalı yaşam biçimlerinden uzaklaşmayı vs. içselleştirmeyi öğretti. Bu araçsal, enstrümantal olmayan, sonuçlarına bakılmaksızın istenilen yaşam biçimi geniş topluluklar tarafından kabul gördükçe, akılcılığı, kimi mesleki etik çerçevesini kabul ederek eyleme geçme, sanatta, bilimde, hukukta ve de ekonomide baskın biçim haline geldi. Bu baskın biçim, kapitalist ussalcı ve Protestan ahlakının aşkın biçimiyle, özelliklede diğer dünyada cennet gitme istemiyle birleştikçe de, akıldışı görünür oldu. Weber buradan da hareketle niyetlerle sonuçlar arasında mantıksal nedensellik kurulmasının doğru olmadığını yazdı. Burada da görüleceği gibi niyetlerden her zaman beklenen sonuç çıkmaz. Bu nedensellik ilişkisi ussallıkla aşkınlığın, görünenle görülenin birbirine yaklaştığı anda fark edilir, ama bir önkoşul olarak beklenemez.
Kültür, Birey ve Kamusal Alan
Diğer bir deyişle, kapitalizmi ve onunla birlikte, ona uygun oluşan bilgiyi, eylemi, hukuk ve etik biçimi Avrupai, hatta Protestan kökenli oluşuna rağmen evrensel yapan şey, onun doğduğu alanının dışına çıkarken de kendisi kalabilme özelliğidir. Doğruluk, dürüstlük, akla uygunluk, hesap verebilirlik, planlama, ayrıştırma vs. kültür değil, rasyonel bireyin özellikleridir. Bu özelliklerin kapitalizmde öne çıkması, kapitalizmin, en azından Weber’e göre akla uygunluğunu, rasyonel bir eylem biçimi olduğunu gösteriyor. Bu birey, eylem biçimi ve aşkın üçgenin, biraradalığının bir kültüre mi yoksa bireye mi ait olduğu sorusu, aslında Weber’in değil, Webercilerin sorusudur. Bu anlamıyla özelliklede Jürgen Habermas gibi bir filozofun cephesinden sorulması gereken soru normatif doğruluğun ve özgünlüğün soyut değer ölçütleri altında bütün dışsal elverişsiz koşullara rağmen ortaya çıkan kültürel değerlerin, evrensel post-geleneksel bilinç, hukuk, ahlak, bilimsel düşünce yapılarının ve Batı kültürü çerçevesinde ortaya çıkan özerk sanat düzenleyicisi gibi bir fikir olarak dünya insanına nasıl mal edileceğidir?[7] Bu soruya, yazdıklarımdan hareketle iki ayaklı tek bir cevap geliştirmek mümkündür: Bunun ilk ayağı Durkheim, Gramsci ve Weber gibi sosyal bilimcilerle bir tip sosyal mühendislik projesi geliştirmek. Rönesans ve Reformasyon, Aydınlanma, kültür devrimi, uluslaşma, postmodernite gibi hareketler bu çerçevede akla gelen ilk projelerdir. Bunları değerlendirirken, bunları doğru ya da yanlış bulmak gibi dar bir bakıştan çok, bunların en iyi hallerinde bile elitlerin projesi olduklarını hatırlamak gerekir. Bu bakışla da cevabın ikinci ayağını, bu akımlara önderlik eden entelektüellerin yaşam alanının dışına çıkabilmelerinde arayabiliriz. Hiç bir toplumsal proje topluma mal olmadığı sürece bu isme layık değildir. Her iyi proje topluma katkı sağlar. Her iyi toplumsal proje bireylerin özgürlüğünün, eşitliğinin, bağımsızlığının ve toplumsal adalet ve barışın önünü açar. Bunun olabilmesi için de iyi bir kamu alanına ihtiyaç vardır. Öte yandan kamu alanın ne olduğu her ne kadar tanımsal olarak zor ise de, pratik yaşamda nerede iyi bir kamu alanının olup olmadığını anlamak zor olmayacaktır. Gerçekten de Jürgen Habermas’ın yazdığı gibi, kamusal alan hem sosyolojinin ve hem de felsefenin temel kavramlarındandır. Sosyolojik olarak kamusal alan en azından eylem, aktör, grup ya da kolektif kadar önemli bir toplumsal olgudur. Bununla birlikte kamusal alan toplumbilimin geleneksel olarak toplum düzenini anlatmada kullandığı grup, aile, rol, işlev vs. gibi kavramlarında ilerisine gider. Kamusal alan ne bir kural, örgüt, ne de bunların dışında olan bir olgudur. Nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, kamusal alan her ne kadar bir örgütlülüğü, yetkinliği zorunlu kılsa da, o hiçbir anlayışta klasik bir işlevsellik dizgesi olarak kavranmaz. Burada roller, üyelikler değişken, anarşiktir. Kamusal alan ne bir rol farklılaşmasına ve sistem temsiline uygun ne de kendisini kimi kültürel, etnik, dinsel vs. sınırların içine hapseder. Bu yüzden de Habermas kamusal alanı daha çok içerik ve görüşlerin iletişimi ağı olarak tanımlar. Burada iletişim akışları, belirli bir konuya özgü kamu görüşlerinde yoğunlaşacak şekilde filtrelenir ve sentezlenir.[8]
Bu makale Ali Demir’in Demokrasi, Hukuk Devleti ve Sivil Toplum kitap çalışmasından alınmıştır…
ISBN: 978-605-4915-33-0
Yayıncı Sertifika No: 61978
Kalan Basım Yayın Dağıtım (Kalan Yayınları)
Bahçelievler Mh. Yıldırım Sok. Demirdağ Apt. No:19. Batman kalanyayinlari1999@gmail.com
[1] Gramsci, Antonio (1991): Gefängnishefte (Quaderni del carcere): deutsche Gesamtausgabe in zehn Bänden. Herausgegeben von Klaus Blochmann und Wolfgang Fritz Haug. Berlin.
[2] Weber, Max (2018): Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu. Önsöz, S.13. Yarın: Ankara.
[3] İbid, s. 21 f.
[4] İbid, s. 43 f.
[5] Weber, Max (1985): Gesammelte Aufsätze zur Wissenschaftslehre. Hrsg. von Johannes Winckelmann. 6., erneut durchgesehene Auflage, s. 565. Tübingen: J. C. B. Mohr.
[6] Habermas, Jürgen (2019): İletişimsel Eylem Kuramı. S. 373.
Alfa: İstanbul.
[7] Habermas, Jürgen (1981): Theorie des kommunikativen Handelns. Band 1. Handlungsrationalität und gesellschaftliche Rationalisierung. S. 254. Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag.
[8] Habermas, Jürgen (1998): Faktizität und Geltung. Beiträge zur Diskurstheorie des Rechts und des demokratischen Rechtsstaates. S. 435-436. Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag.
- Amerika’da Demokrasi Oyunu - 10 Kasım 2024
- Mosaics Of An İmpending Revolution - 30 Eylül 2024
- Bir Asır Sonra Sykes-Picot Anlaşması ve Özgürlük Kararı - 31 Temmuz 2022