Aya Gitme Palavrası!…

Fotoğraf Ergin Topcu

Besbelli uzun bir gece olacak yine benim için. Ne uyku tutacak gibi ne de bir fincan kahveye daha tahammülüm var. Az önce balkonda oturmuş, gözlerim Ankara’nın ışıklarına, aklım ise toplumsal hallerimize takılı bir halde düşüncelere dalmışken, Epiktetos’un hatırımda kalan bir sözünü yinelerken buldum kendimi: ‘Bir insanın bildiğini zannettiği bir şeyi öğrenmesi imkânsızdır’. Bu söz, babamın her anlatışında aynı ilgiyle dinlediğim bir çocukluk-gençlik anısıyla eşleşmiştir zihnimde. Bu anıyı, özü aynı ama her farklı dönemde farklı bir kılığa girmiş bir Türkiye gerçeğini geçirir gibi geçirdim zihnimden bir kez daha. Son zamanlarda sık sık asılan yüzüme ‘Ne gelir ki elden’ kabullenişiyle birlikte buruk bir gülümseme yerleşti. Bir küçücük tebessüm ettirebilirim belki bir kişiyi bile olsa düşüncesiyle sizinle de paylaşmak istedim izninizle. Bakalım, Epiktetos haklı mıymış, değil miymiş?

Babamın çocukluğu, ortaokul yıllarının başlamasına kadar Trabzon’un bir köyünde geçmiş. İlkokulda başarılı bir öğrenciymiş, okumayı çok seviyormuş. Çok sevdiği, her zaman saygıyla andığı öğretmeni babama okumaya mutlaka devam etmesini söylermiş, zaten babam da bunu istiyormuş. Okumaya devam edebilmesinin tek yolu ise köyden ayrılıp Trabzon’a gitmekmiş; ilkokula başlayacağı sene, okul ihtiyaçlarını almak için babasıyla gidince ilk kez gördüğü ve sonrasında sadece bir-iki kere daha görebildiği Trabzon’a. Ama babasını ikna etmek ne mümkün… Zorlu bir yaşam mücadelesinin içindeki, okumayı yazmayı bile askerdeyken öğrenmiş, okulun, okumanın önemini bilmeyen rahmetli hacıbabam için ilkokulu bitirmiş olmak fazlasıyla yeterliymiş.

İşin olacağı var ya, günlerden bir gün, aylarca gemilerde çalıştığı için evine ancak seyrek aralıklarla gelebilen hacıbabam bir arkadaşından duyduğu Trabzon’da yeni açılacak olan bir okulun haberi ve babamı o okula gönderme kararıyla gelmiş eve: ‘Trabzon’da İmam Hatip Okulu açılacakmış oğlum, seni oraya yazdıracağım hoca olasın diye’. Babamın okumasına onay hacıbabamın dinine düşkünlüğü ve oğlunun hoca olmasını istemesi sayesinde çıkmış yani. Derken benim minicik babam 1954 yılında, 11 yaşındayken şehirde bir göz odanın içinde yaşayan abilerinin yanına giderek ortaokula başlamış böylece. Köyde hacıbabamın havası ise iyiymiş herhalde, oğlu hoca olacağına göre… Ama hacıbabamın hayalleri pek de umduğu gibi olmamış diyebilirim. Yıllar geçerken, oğlu pek de onun dini normlarına uygun bir hoca olmayacağının sinyalini vermeye başlamış. Nasıl mı?

Artık sene 1957’ymiş ve tüm dünyada Rusya’nın Sputnik 1 uydusunu dünyanın yörüngesine oturtma başarısı ve insanlığın çok yakında aya gitmeyi başaracağı konuşuluyormuş. Dünya tarihinin bu önemli gelişmelerinden köy kahvesinin radyosu sayesinde haberdar olan bizim köyde de gündem birden bu konu oluvermiş. Erkekler kahvede oturup ajansı dinliyorlarmış, sonra da hem anlatılanlara kızıyor hem de alay ediyorlarmış duyduklarıyla. ‘Allah’ın nuruna gidilir mi hiç?’, ‘Milleti kandırıyorlar, buna da inanıyor akılsızlar’ şeklinde uzayıp giden sohbetlerin temel dayanağı ise Allah’ın nuruna haşa gidilemeyeceğiymiş. Bu fikrin başlıca savunucularından biri de rahmetli hacıbabammış.

Köy kahvesinde uzayıp giden bu sohbetlerin birine, yaz tatili için ailesinin yanına giden babam da denk gelmiş bir keresinde. Kahvenin yakınından geçerken kahvede oturmakta olan ve hemen her günkü gibi yine aynı konuyu tartışan köy ahalisi babamı görünce yanlarına çağırmışlar, ‘İbraaam, sen hoca okulunda okuyorsun, bilirsin. Yahu söylesene bunlar deli mi? Hiç Allah’ın nuruna gidilir mi? Bunlar Allah’a kafa tutuyorlar. Hiç gökyüzüne çıkılır mı? Düşecekler oradan aşağıya…’ Sorunun cevabını, okulda kendi deyimiyle ‘Büyülenerek’ dinlediği en sevdiği ders olan Astronomi dersi sayesinde bildiği için, hacıbabama belki de ilk hayal kırıklığını yaşatacak cevabı vermiş babam: ‘Tabi ki gidilebilir, bunun dinle alakası yok ki. Teknolojiyle alakası var’ demiş ve elinden geldiğince anlatmaya çalışmış gerekli teknolojiye sahip olunursa aya gidilebileceğini. Köy ahalisi bambaşka bir cevap beklerken duydukları karşısında şaşırıp kalmışlar. ‘Seni babana söyleyeceğiz. Seni de kandırmışlar okulda…’ diye kızıp söylenmişler. Babam içinden ‘Eyvah’ demiş, ’Babama söylerlerse gel de babama bu durumu anlat anlatabilirsen’.

Nitekim, akşam babasının eve ‘İbraaam buraya gel!!’ diye girişinden anlamış söylediklerinin babasına hemen yetiştirildiğini. Babam, ‘Sen bugün kahvede neler demişsin öyle… Orası ne biçim okul, ben seni böyle saçmalıklar öğrenesin diye mi gönderdim oraya… Onlar diyor sen de inanıyorsun böyle saçmalığa…’ şeklindeki bağırıp çağırmasına rağmen geri adım atmamış; ‘Baba aya gidilebilir, sana da anlatayım’ demiş ama nafile, babası dinlememiş bile. ‘Akıllı ol, kandırmasınlar seni’ diye söylenmiş; babam da okulundan olmamak için bir daha da konuyu açmamış. Ta ki yıllar sonra 1968 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirip öğretmen olarak Trabzon’a döndükten iki sene sonrasına kadar. Babam bana bu hikâyeyi anlattığında ‘Babamın bana bağırıp çağırmasına da üzülmüştüm ama asıl babamın gerçeği öğrenmek istemeyişine üzülmüştüm o gün’ demişti. Bu olay 14-15 yaşlarında bir delikanlı olan babamın içinde o kadar yer etmiş ki, bir gün mutlaka babasına ayın nasıl bir şey olduğunu ve oraya nasıl gidilebileceğini anlatacağına dair bir söz vermiş kendine ve o gün gelene kadar kapatmış konuyu.

Derken efendim, 1969 yılında aya gidilmiş, dünyada yer yerinden oynamış. Teknoloji hızla gelişmekte, modern dünya aynı hızla değişmekteymiş ama bizim köyde tas da hamam da ayniyetini korumaktaymış. Ahali kâh kızıp söylenmeye kâh gülüp dalga geçmeye devam ediyormuş ‘Aya gitmişler hee?!… Aydan getirdik dedikleri taşları almışlar bir yerden, aydan getirdik diyorlar, akılsızlar da inanıyorlar’ diye.

Artık evli ve çocuklu bir genç adam olan babam ise 1970 yılının yazında, her yaz olduğu gibi yine köye gitmiş. Hatırı sayılır bir kalabalığın büyük evi olduğu için hacıbabamın evinde toplandığı bir akşam, hiç bitmeyen gündem konusu bir kez daha açılmış: Aya gitme palavrası! Başlamışlar yine atıp tutmaya. Babam da ‘Hah işte tam sırası!’ diye düşünmüş. Sadece babası değil, gerçekleri anlatabileceği çocuk, genç ve yaşlılardan oluşan kalabalık bir grup varmış karşısında ve fırsatı yakalayınca yıllar sonra bir kere daha başlamış anlatmaya.

Ama ne anlatma! Zihninde babası için önceden hazırladığı mini astronomi dersini, artık bir öğretmen olmanın da gücünü arkasına alarak uzaydan, gezegenlerden, güneş sisteminden, yıldızlardan, ayın aslında ne olduğundan başlayarak yerçekimi, Kepler Kanunu, uzay aracı, astronot…vs.ye kadar derinden derine anlatmış en anlayabilecekleri dilde ve hatta yapabildiği kadar canlandırmaya çalışarak. Herkes pür dikkat babamı dinliyormuş. Dikkatlice dinlemelerinden de güç alarak uzun uzadıya anlatmış babam. Konuşmasının sonuna yaklaşırken ’Nihayet anladılar artık’ duygusu hâkim olmuş babamda ve heyecan içinde bitirmiş sözlerini ne diyeceklerinin merakı içinde…

Hacıbabam, önce biraz durmuş, uzun uzun bakmış babama. Sonra gülmeye başlayarak ‘Ula İbraaam.. Ben de seni akıllı bir şey sanırdım, sen bunlara hala mı inanıyorsun? E tamam diyelim gittiler, nasıl dursunlar orada, düşerler aşağıya!’ demiş. Yani yok… Yine olmamış, yine anlatamamış…Ve babam babasını olduğu gibi kabul etmekten başka bir çaresi olmadığını o an, oracıkta anlamış; bir daha açmamak üzere konuyu kapatmış.

Konu o kadar yer etmiş ki yaşamında, gel zaman git zaman ben bile 80’li yılların sonlarında bir ilkokul öğrencisiyken o zaman 80’li yaşlarının sonlarında olan hacıbabamın halâ ‘Aya gitmişlermiş, pehh!’ şeklindeki söylenişlerini duyduğumu hatırlarım. Babam bu anısını bana ilk anlattığında söylediği, ‘Kızım, anlamak istemeyene laf anlatmak mümkün değildir’ sözünü hiç aklımdan çıkarmam o gün bugündür.

Bu hikâye bir köy çocuğunun düşünme, fark etme ve gerçekleri öğrenme yoluna kanat açışının da hikayesidir aynı zamanda. Babam, toplumumuzun büyük bir çoğunluğunun alışageldiği anlamda bir din adamı kimliğini asla üstlenmemiş, din öğretmeyi amaç edinen bir kişi tutumuna ise asla girmemiştir. Belki de bu tercihine, içinde büyüdüğü tutucu yapıyı iyi bilmesine bağlı olarak, bilgiye sadece onu talep edenlerin sahip olabileceğini çok erken kavramış olması neden olmuş olabilir.

Bizim köye son bir kez daha dönecek olursak, bildiklerini zannettikleri şeylerden o kadar emin olmasalardı köy ahalisi için de, rahmetli hacıbabam için de ‘hakikat’le bambaşka bir ilişki şekli kurmak mümkün olurdu şüphesiz. O zamandan bu zamana durum değişti mi dersiniz? Hikâyenin karakterleri size ne kadar tanıdık geldi? Ne diyelim son söz olarak? Kulakların çınlasın Epiktetos…

 

Fotoğraf: Ergin Topcu

Elif Demirbaş TOPCU
Latest posts by Elif Demirbaş TOPCU (see all)