Türkiye’de sağlıklı yaşam hakkı, bir kez daha görünmez ve sessiz bir tehlikeyle karşı karşıya: Asbestli su boruları ve pestisit kalıntıları. CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in dikkat çektiği üzere, 2010 yılında yasaklanmış olmasına rağmen asbest hâlâ içme suyu şebekelerinde varlığını sürdürüyor. Üstelik bu tehdit yalnızca eski yapılardan kaynaklanan bir hafıza meselesi değil, bugünün içme suyunda, her yudumda bedenlere sinsice yayılan bir risk olarak devam ediyor.
Gürer’in verdiği bilgiye göre, Türkiye genelinde hâlen 2 bin 700 kilometrelik içme suyu hattı asbestli borulardan oluşuyor. Bu borular başta Niğde’nin Çukurkuyu, Kemerhisar ve Azatlı gibi kasabalarında, belediyeden köye dönüşmüş pek çok yerleşim yerinde hâlâ aktif olarak kullanılıyor. İller Bankası ve ilgili bakanlık yıllardır değişim sözü vermesine rağmen, 15 yıl gibi uzun bir sürede bile somut bir ilerleme kaydedilmemesi durumu daha da vahim kılıyor.
Bu ihmalkârlığın bir bedeli var. Ve bu bedel yalnızca sağlık raporlarına yansıyan veriler değil; sessizce kanserle, solunum hastalıklarıyla, bağışıklık sistemi çöküşleriyle ödeniyor. Asbest liflerinin uzun vadede neden olduğu mezotelyoma, akciğer kanseri ve asbestoz gibi hastalıklar dünya sağlık literatüründe net bir şekilde tanımlanmış durumda. Ancak ülkemizde kırsal bölgelerde yaşayan, sosyal hizmetlerden mahrum bırakılmış geniş halk kesimleri için bu tür bilgiler ulaşılabilir değil; dolayısıyla da mücadele edilebilir değil.
Pestisit Gerçeği: Rakamlarla Aldatmak
Asbest kadar görünür olmayan ama etkisi bakımından aynı derecede tehlikeli bir diğer unsur da pestisitler. Gürer’in gündeme taşıdığı bir diğer konu olan pestisit kalıntıları, Türkiye’nin tarım ürünlerinin uluslararası dolaşımında ne kadar ciddi bir sorun yaşadığını ortaya koyuyor. Avrupa Birliği verilerine göre, 2024 yılı itibarıyla Türkiye, 853 bildirimle pestisit ve aflatoksin listesinde ilk sırada yer alıyor. Bu sadece bir dış ticaret sorunu değil, aynı zamanda içerideki gıda güvenliği sisteminin iflas ettiğinin bir göstergesi.
Bakanlığın “bildirimlerde yüzde 51 azalma” açıklaması ise verilerin açık çelişkisini gözler önüne seriyor. Gürer’in aktardığına göre, Mart 2025 itibarıyla 42 bildirim yapılmış durumda. Bu rakam, 2024 yılının aynı döneminde 41 idi. Rakamlar yerinde sayarken, “azaldı” demek yalnızca istatistik manipülasyonu değil; aynı zamanda halkın sağlığını doğrudan tehdit eden bir inkâr politikası.
Sorunun Sınıfsal Yüzü
Hem asbestli borular hem de pestisit kalıntıları, doğrudan dar gelirli halk kesimlerini hedef alıyor. Asbestli borular büyük şehirlerin merkezlerinde değil, çoğunlukla belediyelikten köye dönüşmüş, kırsal ve yoksul bölgelerde kullanılıyor. Pestisitlerin etkisi ise tarladan sofraya giden yolda denetimsizlikle birleşince, yine ucuz ve kolay ulaşılabilir gıdalarla beslenen geniş yoksul halk kesimlerini etkiliyor. Bu da gösteriyor ki çevre sağlığı ve gıda güvenliği, sınıfsal bir meseleye dönüşmüş durumda.
Sağlıklı içme suyu ve temiz gıdaya erişim, yalnızca bireysel tercihlere veya piyasa koşullarına bırakılamaz. Devletin asli sorumluluğu, halkın yaşam hakkını korumaktır. Ancak görüyoruz ki bu sorumluluk, yıllardır göz ardı ediliyor. Halk sağlığı yerine sermaye çıkarlarını önceleyen bir sistemde, bu tür krizlerin “olağan” hale gelmesi kaçınılmazdır.
Gürer’in çabası, bu sessiz krizleri görünür kılmak adına önemli. Ancak yetmez. Gerçek bir çözüm, halkın sağlığını merkeze alan, ranttan değil, yaşamdan yana bir kamusal düzenin inşasından geçiyor. Asbestli boruların sökülmesi de, pestisitlerin denetlenmesi de ancak bu anlayışla mümkün olabilir.
Artık sorumluluğu erteleyerek ya da “azaldı” diyerek unutturamayacağımız bir eşiğe gelinmiştir. Ya halk sağlığına sahip çıkılacak ya da zehirli bir geleceğe mahkûm kalacağız.
- İBB Operasyonunda Üçüncü Dalga: Gözaltı Kararlarının Siyasi ve Hukuki Arka Planı - 20 Mayıs 2025
- Kapitalizm ve Demokrasi: Üretim Sürecindeki Otoriterlik - 16 Mayıs 2025
- CHP’den 1 Mayıs Mesajı: Ya Adalet Ya Sefalet - 30 Nisan 2025