Anadil ve Anadil Hakkı

UNESCO, 1999 yılında 21 Şubat günlerini Uluslararası Anadil Günü olarak kutlama kararı aldı. Bu özel gün için 21 Şubat’ın seçilmesinin nedeni, İkinci Dünya Savaşı sonrası Bangladeş’te başlayan, Bhasha Andolôn (Bengalce Dil Hareketi) ile ilgili. 14 Ağustos 1947’de Hindistan’dan bağımsızlığını kazanan ve o günden tezi yok, bir nev’i “Tek Dil, Tek Millet, Tek Devlet” şiarına -daha doğrusu İttihad, Tanzim, Yakîn-i Muhkem düşüncesine- sıkı sıkıya sarılan Pakistan, eğitim konusunda da ciddi atılımlar yapma düşüncesindedir. Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra 27 Kasım 1947’de Karaçi’de bir Eğitim Konferansı düzenlenir. Yeni kurulan Cumhuriyet’in temel felsefesi bu Eğitim Konferansı’na da yansır. Konferans, eğitim konusunda da “Batı’nın medeniyetini alıp harsını almamak”, “bilim ve teknolojisini alıp ahlâkını almamak” üzerine bina edilir.[1] 1947’deki Konferans, 1948’deki Merkezî Eğitim Tavsiye Kurulu’nun kurulmasının da habercisi olur. Kurul ilk başta Karaçi ve Peşaver olmak üzere, çeşitli illerde bir dizi toplantılar yapar, hükümete yönelik tavsiye kararları alır; Pakistan eğitim sisteminin şekillenmesinin de temel sürükleyicisi olur.[2] Urduca yükseköğretimdeki tek dil olarak kabul edilir.

Aynı süreç, Doğu Pakistan’daki -1971’deki iç savaştan sonra Bangladeş adıyla Pakistan’dan ayrılacak olan eyaletteki- anadil direnişinin de temellerini atar.  O kadar ki daha Karaçi’de Eğitim Konferansı toplandıktan hemen sonra, Merkezî Eğitim Tavsiye Kurulu bile kurulmadan önce Dakka Üniversitesi’ndeki Doğulu gençler anadilde eğitim konusunda gösterilerine başladıklarında tarih 8 Aralık 1947’dir. Pakistan devleti, Cumhuriyet’in kurulduğu aylarda başlayan bu taleplere şiddetle karşılık verir. Bhasha Andolôn, Pakistan iktidar bloğu için bir anlamda, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine de bir başkaldırı olarak addedilir; silahla susturulmaya çalışılır, lakin silahla bastırılmaya çalışılan her toplumsal hareketin başına gelen Bhasha Andolôn’un da başına gelir: Hareket, 1947’deki bir üniversite öğrencisi hareketi olmaktan çıkar, 1999 yılında UNESCO Bhasha Andolôn’u referans alarak 21 Şubat’ı Uluslararası Anadil Günü olarak kutlama kararı alır. 21 Şubat 1952 Bhasha Andolôn için gerçekten önemli bir dönüm noktası olur. 1952 Ocak ayında üniversite öğrencileri anadilde eğitim hakkı için eylemlerini sıklaştırırlar; Pakistan devleti de baskılarını… 21 Şubat’ta hem genel grev kararı alınır ve eylem tüm eyalete yayılır hem de Dakka Üniversitesi işgal edilir. Üniversitedeki olaylarda Abdül Cabbar, Ebul Berket, Refiküddin Ahmed ve Abdus Selam isimli öğrenciler katledilirler. 1952’ye gelindiğinde artık Bhasha Andolôn bir öğrenci hareketi olma sınırlarını çoktan aşmış, bir toplumsal harekete evrilmiştir. 21 Şubat’ta katledilenler, Hamidur Rahman ve Novera Ahmed adlı iki heykeltıraş tarafından yapılan Shaheed Minar anıtı ile ölümsüzleştirilirlerken Bengal devleti ayrıca bu olaylarda katledilen öğrenciler adına ülkenin en önemli uluslararası sivil nişanlarından biri olan Ekushey Padak ödüllerini de vermeye başlar.

Nemçe-Bilinmeyen Dil-Teröristçe

Osmanlı Avusturyalılara “dil bilmez”, “dili anlaşılmaz” anlamında “nemçe” dermiş. Kubbealtı Lugatı’ndan nemçenin Lehçe kökenli ve “Slavca bilmeyen” “niemcy” kelimesinin çoğulu (niemec) olduğunu öğreniyoruz. III Selim’in Avrupa’ya gönderdiği Ebubekir Ratıp Efendi’nin Nemçe Sefaretnamesi meşhurdur -ki Osmanlı dönemi Batılılaşması çalışanların çok iyi bildiği eserlerden biridir. Slavların Almanlar için bir aşağılama ifadesi olarak kullandığı da söylenir. Doğru olmalı; boşa Nihal Atsız -ki faşizm kavramının bir hâl-i tecessümü dense yeri- “Davetiye” şiirinde “… Biz güleriz Cermenliğin kuduruşuna/ Tanıyoruz Atilla’dan beri Cermeni,/ Farklı mıdır Prusyalı yahut Ermeni?/ Senin dostun Cermanyaya biz Nemşe deriz,/ Bir gün yine Bec önünde düğün ederiz” demiyor.

Slavlar Germenler için, Osmanlılar Avusturyalılar için… ama nemçe, nemşe, nemse gibi farklı nüanslara sahip bu kelime her şekilde pejoratif bir kelime; tevazu sınırlarını zorlayan mütehakkim bir renge sahip. Günümüz Türkçesine çevirmek gerekseydi bir TBMM pratiği olarak “bilinmeyen dil” kavramını önerirdim. “Bilinmeyen dil” ifadesinin bir “TBMM kavramı” (!) olduğunu söylemem boşa değil. Zira TBMM görüşmelerinde hatip Kürtçe konuşursa bu ifadeler TBMM tutanaklarına hatibin “bilinmeyen dil” kullandığı şeklinde geçirilirdi. Söylemeye bile gerek yok ki bu, tutanağı yazıya geçiren görevlinin kendi inisiyatifinin değil, yerleşik uygulamanın tezahürüydü.

Kürtçe konuşmaların, Köksal Toptan’ın TBMM başkanlığı yaptığı (9 Ağustos 2007-2009) döneme kadar bu şekilde geçirilmesi âdet olur. Peki TBMM’de bir hatip, Kürtçe dışındaki bir dilde konuşma yapıldığında nasıl bir prosedür uygulanırdı? İsterseniz önce Köksal Toptan’dan sonra uygulama nasıl değişti ondan bahsedeyim, sonra da bu konuya gireyim.

TBMM’nin 27 Aralık 2008 tarihinde toplanan oturumunda konu, yayın hayatına henüz başlamış olan TRT Kürtçe ile ilgili tartışmalara geldiğinde söz alan Gülten Kışanak, “Türkiye hukuk sistemi içerisinde hâlâ hiçbir yasada, yönetmelikte, hiçbir hukuki belgede Kürtçe dilini kabul eden bir tek cümle, hatta ‘Kürtçe’ kelimesinin kendisi bile yer almıyor. Bu ülkede hâlâ Kürtçe, Meclis tutanaklarına ‘bilinmeyen bir dil’ olarak yazılıyor. Hâlâ AKP Hükümetinin İçişleri Bakanlığı müfettişleri bayram kartına ‘…’ (*) yani ‘Bayramınız kutlu olsun.’ yazdı diye DTP’li belediye başkanları hakkında soruşturma açıyor. Gerekçesi de ne biliyor musunuz değerli milletvekilleri? Kamuyu zarara uğratmak, belediyenin parası ile basılan bayram kartında Kürtçe kullanmak. Peki, bir yurttaş TRT yetkilileri hakkında aynı gerekçeyle ‘Kamunun parasını Kürtçe için nasıl harcarsın?’ diye dava açsa ne olacak?” der.

Bu sırada oturumu da yönetmekte olan TBMM Başkanı Köksal Toptan söze karışarak şu açıklamayı yapar: “Keşke daha yumuşak bir ifadeyle ‘Türkçe olmayan bir dil’ denilebilseydi, bu daha iyi olabilirdi. Mümkünse, ben arkadaşlarımdan da rica ediyorum, bundan sonra ifadeyi o şekilde yumuşatmakta da yarar var.”

Söz alan Diyarbakır Milletvekili Selahattin Demirtaş işe “Sayın Başkan, bizim DTP Grubu olarak talebimiz, Meclis kürsüsünde Kürtçe konuşulsun şeklinde değil. Zaman zaman arkadaşlarımız bir özdeyiş kullanabiliyor Kürtçe dilinde. Dolayısıyla, bu ‘Stenografların bilmediği bir dil’ olarak geçerse bu daha mantıklı olur,” diyerek partisinin talebini dile getirir.

Yazıdaki üç nokta (…) ve dipnota gönderme yapan yıldız (*) işareti dikkatinizi çektiyse hemen açıklayayım. Gülten Kışanak sözlü olarak TBMM’de, tebrik kartına Kürtçe “Bayramınız kutlu olsun” şeklinde yazan belediye başkanı hakkında açılan soruşturmaya örnek verirken kartta yer alan Kürtçe ifadeyi doğal olarak Kürtçe söylüyor. Lakin Kışanak’ın tam da bu konuyu eleştirirken dile kullandığı ifade bile tutanaklara üç nokta ile geçirilerek buna ilişkin bir dipnot konuluyor ve Köksal Toptan’ın tavsiyesine uyularak tutanaklara “Bu bölümde Hatip tarafından, Türkçe olmayan bir dille birtakım kelimeler ifade edildi” ifadesi yerleştiriliyor.

İlk sorumuza dönelim. Ya, TBMM’de başka bir dille konuşma yapılırsa o zaman nasıl bir yol izleniyor? Yabancı konukların TBMM’deki konuşmaları ile ilgili olarak yerleşik bir uygulama var. Örneğin Pakistan Cumhurbaşkanı İskender Mirza 1956’da TBMM oturumunda bir konuşma yapar.[3] Bu konuşma önce oturum başkanının “Şimdi Pakistan Reisicumhuru İskender Mirza Hazretlerinin kürsüden konuşmasını tasvibinize arz ediyorum,” demesiyle oya sunulur, kabulünden sonra da konuşmanın Türkçe çevirisi Dışişleri Bakanlığı Kâtibi Muharrem Nuri Birgi tarafından kürsüden tekraren (Türkçe) okunur. 7 Haziran 1957’de yine Pakistan’dan bir heyet TBMM’yi ziyaret eder, bu kez konuşmacı Pakistan Parlamentosu Başkanı Nevvab Muzaffer Ali’dir. Konuşmasını İngilizce yapar, aynı prosedür takip edilir; hatibin İngilizce konuşması Kayseri Milletvekili Ömer Mert tarafından Türkçe tekrar okunur. Gürcistan Devlet Başkanı Eduard Shcvardnadze’nin 4 Haziran 1996’daki TBMM konuşmasında da, ABD Başkanı Bill Clinton’ın 15 Kasım 1999’daki TBMM konuşmasında da, İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres ve Filistin Ulusal Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın TBMM’de 13 Kasım 2007’deki peş peşe konuşmalarında da hemen hemen aynı prosedür uygulanır.

Birkaç Anı…

İzmir Basmane civarlarına yolunuz düştüyse bilirsiniz. Sadece Basmane civarları değil muhakkak ki, Suriyeli göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı her yerde durum aynıdır -ama ara başlığa “birkaç anı” dedik ya-, esnaf o bölgede yaşayan ve anadili Arapça olan insanları kendi dükkânlarına çekebilmek için Arapça ilanlar asar, hatta Arapça bilen elemanlar istihdam eder. Annemi İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi hastanesine götürdüğüm zaman da hem koridorlarda Arapça konuşan yurttaşlara yardım etmeleri için istihdam edilmiş, koridorda kendileri için ayrılan masalarda bekleyen görevlileri hem de hastane odası kapılarındaki ekranlarda Türkçe-İngilizce-Arapça yayınlanan duyuru ve ikazları sıkça görmüştüm.  Hastanede Arapça, sanki fiilî ikinci dil haline gelmişti. Hastane yönetiminin, hasta ve/ya ziyaretçi olarak kurumlarına gelen Suriyeli göçmenler ile ilgili olarak hayata geçirdiği bu uygulama gerçekten takdire şayan.

Yabancı Dilde Eğitim ve Anadil Hakkı

Hem yabancı dil eğitiminin bu kadar özensiz hem yabancı dilde eğitimin bu kadar popüler olduğu, hem de tarikat cemaat liderlerinin himayesinde düzenlenen Türkçe Olimpiyatları ve onun müzik yarışmalarında kırık dökük Türkçeleriyle şarkı “söylettirilen” gençleri seyretmekten bu kadar zevk alan başka bir ulus var mı?

Türkiye gerçekten de yabancı dil eğitiminde dökülüyor. Bu konuda en başarılı ülke olan Finlandiya’da nüfusun %69’u en az bir yabancı dil, %47’si en az iki, %23’ü ise en az üç yabancı dil konuşabiliyor. Finlandiyalıların yabancı dil yeteneği Avrupa standartlarının da üzerinde, Finlandiya nüfusunun %77’si yabancı dil yeteneğine sahip olarak değerlendirilirken, Avrupa ortalaması ise %44.[4] Bu arada söylemeye gerek yok sanırım ama dil eğitimi konusunda bu kadar başarılı olmalarına rağmen Finlandiya’da eğitim anadilde yapılıyor. Türkiye’deki durumu tasvir için önce şu noktanın altını çizmekte yarar var: 2012 verilerine göre, dünyada eğitimde önde gelen ülkelerin 6 ve 15 yaş arasındaki çocuklara yönelik eğitim kurumlarına yaptığı yatırım öğrenci başına en az 32 bin dolar civarındayken, Türkiye’de sadece 12 bin 708 dolardır.[5]

İlkokullarda yabancı dil öğretimi üzerine yeterli istatistikî veri olmamakla birlikte, 2006 yılında MEB tarafından hazırlanan bir raporda, ilköğretim öğrencilerinin İngilizce başarılarının dördüncü sınıfta %40,8, beşinci sınıfta %42,4, altıncı sınıfta %38, yedinci sınıfta %35,3 ve sekizinci sınıfta %38,7 düzeyinde kaldığı görülüyor. Yeterlik alanlarına göre başarı düzeyine bakıldığında %46,1 ile kelime bilgisi alanı, en yüksek başarının gösterildiği alan olarak görülüyor. Kullanım bilgisi alanında başarı yüzdesi %39,5, dil bilgisi alanında %36,5 ve okuduğunu anlama alanında %34,1 olarak gerçekleşmiş.[6] Üniversitelerde ise özel üniversitelerin neredeyse tamamının ve iddialı kamu üniversitelerinin hepsinin yabancı dilde eğitim verdiklerini de not etmek gerekiyor. Bu arada The Spectator Index Quality of Education’ın 2017 verilerine göre eğitimin kalitesi konusunda dünyada 99. sırada olduğumuzu da ekleyelim. Sputnik’in 15 Temmuz 2019’da yayımladığı habere göre, MEB’in, PISA ve TIMSS’e rakip olarak hayata geçirdiği ABİDE (Akademik Becerilerin İzlenmesi ve Değerlendirmesi) araştırmasına göre bile Türkiye’de öğrencilerin %66’sı okuduğunu anlamıyor.

Elbette “okuma”dan kasıt metni “Türkçe seslendirmek” değil. Metinlerde yer alan bilgileri eleştirel bir biçimde değerlendirmek, yazarın ana fikrini irdeleyebilmek, daha alt düzeydeyse metnin ana fikrini anlayabilmek gibi daha geniş bir anlamı bulunuyor. Türkiye en temel okuma becerilerinde bile oldukça yaygın bir dil (Türkçe) sorununa sahip: “Ülke ve ekonomiler, PISA 2018” okuma puanlarına göre sıralandığında Türkiye, 78 ülke ve ekonomi arasında 40. sırada yer alıyor. 2015’te ise okuma alanında 70 ülke ve ekonomi arasında 50. sıradaydı.

Kendi diline karşı gittikçe daha fazla hoyratlaşan ve yabancılaşan bir toplumun hem bir yabancı dile hem de kendi coğrafyasında yaygın olarak konuşulan farklı anadillere karşı tavrı da hoyratlaşıyor. Kendi anadilimize uzaklaştıkça, anadilde eğitim tartışmalarına da uzaklaşıyoruz belki de. Velhasıl, anadilde eğitim tartışmasının bir Kürtçe tartışması değil, her şeyden önce bir Türkçe tartışması olduğunu da unutmamamız gerekiyor.


[1] Louis Hayes. The Crisis of Education in Pakistan, Vanguard Books Press, Lahore, 1987.

[2] Alan Peshkin, “The Shaping of Secondary Education in Pakistan”, History of Education Quarterly, 1(3), 1963, s. 13.

[3] TBMM Zabıt Ceridesi (16.07.1956), Devre: 10, Cilt 13, Birleşim: 90, İctima: 1, s. 317-318.

[4] Ekrem Solak, “Finlandiya ve Türkiye’de İlkokul Düzeyinde Yabancı Dil Öğretimi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, cilt 6, sayı 28, Güz 2013, s. 296.

[5] A.g.m., s. 299.

[6] A.g.m., s. 300.

Mete Kaan KAYNAR