Alevilerin ‘sineye’ çekmediği tarih: İsyan ve kıyım

Alevi yurttaşlara yapılan haksızlık ve kıyımların 8 yüzyıllık acılarla dolu bir tarihi var. Peki, niçin Aleviler yüz yıllardan beri haksızlık ve kıyımlara uğratılıyor?

Bu soruyu yanıtlayabilmek için, Alevi kıyımlarının tarihinde bir yolculuğa çıkmak gerekir. 11. yüzyıldan başlayarak, öncelikle Alevi-Bektaşi ve Türkmen topluluklar, erkten uzak duran muhalif bir tutumda ve görece serbest bir yaşam tarzında somutlaşan Heterodoks bir yapı ve anlayış geliştirmiştir. Bu yapı ve anlayış, tekilci ve baskıcı Ortodoks devlet erki tarafından sürekli ve dizgesel olarak dışlanmış ve değersizleştirilmek istenmiştir.

Çıkarlarını korumak amacıyla, Sünni-İslam’ı araçsallaştıranlar, Alevileri ‘sapkın’ olarak damgalayarak her türlü haksızlığa ve kıyıma ortam hazırlamıştır. Bu bağnazlık, Alevilerin kendisi olma hakkını her zaman yok saymış, hatta yok etmiştir. Aslında böylece din ve inanç özgürlüğü yok edilmiştir.

Babai başkaldırısı ve kıyımı
13. yüzyılda birbirinden farklı İslam anlayışları ve yaşayışlarının üzerinde yükselen İslami Heterodoksiyi güçlendiren ve Selçuklu yönetimince Hariciler olarak nitelenen Babailer, Anadolu’da yengiler kazanarak ve çoğalarak Kırşehir’e değin gelirler. Onları burada karşılayan Selçuklu ordusu, “bir anda haricilerin dört bininin canı alır… Acımasız kılıçlarıyla o uğursuz şeytanların kanından ovada kan nehri akıtır. Sağ kalan erkeklere, kadınlara, yaşlılara dahi acımaz. Leşlerini kurda, kuşa yem yapar.”*
1240’lardaki bu yenilgi sonrasında başkaldırının önderleri olan Baba İlyas ile Baba İshak, Selçuklu yönetimince tutsak edilir ve sultanın huzurunda boyunları vurulur.

Babailerin erk karşıtlığı ve boyun eğmezliğine en açık örnek, Ayna Dövle’dir. Selçuklu güçleri, Ayna Dövle’yi Baba İlyas’a ihanete zorlar. Fakat bu Babai derviş, Tokat meydanında derisi yüzülmesine, oğlunun, kızının öldürülmesine karşın, “Biz bu yola gönül ile uyduk/Bu yolu baş ve can ile aldık” haykırışıyla zalimlerin üstüne yürür; canını verir, direncin simgesine dönüşür; Pir Sultan’ın öncüsü olur.

Hacı Bektaş Veli
Alevi-Bektaşi toplumunca kutsanan Hacı Bektaş Veli, Baba İlyas’ın eşitlikçi, adaletçi ve insancıl öğretisinin sürdürücüsüdür. 1263-1264 yıllarında kalabalık bir Türkmen oymağıyla Dobruca’ya yerleşen Heterodoks Sarı Saltık, Balkanlar’da hem halk Müslümanlığını hem de halk Hıristiyanlığını renklendirmiştir. Bu geleneği sürdüren Tabduk Emre, Yunus Emre’nin şeyhidir. Anadolu Aleviliğince de kutsanan evliyalardan biri olan Abdal Musa, Baba İlyas geleneğinin Hacı Bektaş Veli’ce temsil edilen ikinci önemli kolunun en önde gelen kişiliğidir.

Nesimi ve Şeyh Bedreddin: Boyun eğmeyen başkaldırıcı
“Nesimidür Nesimidür Nesimi/Ne dini var ne imanı simi” dizeleri, Mansur ve Hacı Bektaş’ın yolunda yürüyen Nesimi’nin başkaldıran öz-yapısını ortaya koyar. Alevi-Bektaşilerce yedi büyük şairlerinden biri olarak kabul edilen Nesimi’ye göre, “insan varlık güzelliğinin aynasıdır.” Varlık güzelliğini korumak, insanı saymak ve korumak demektir. Nesimi, bu ilkeli tutumu nedeniyle, 1417’de Halep’te aynı Ayna Dövle gibi, boynu vurularak ve derisi yüzülerek öldürülmüştür.

Şeyh Bedreddin, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Nesimi’nin düşünce geleneğini sürdüren bir başka önemli düşünür ve başkaldırıcıdır. Osmanlı’ya yenik düşerek idam edilen Bedreddin, Anadolu muhalif kültür geleneğine kalıcı katkı yapmıştır.

16. yüzyılda Alevi kıyımları
Alevilere yapılan haksızlık ve kıyımların yoğunlaşması, Osmanlı Sultanı I. Selim (1512- 1520) dönemine rastlar. Ali Haydar Avcı’nın “Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal” adlı yapıtındaki anlatımıyla, “tahta kılıcıyla gönüller fetheden” Anadolu’nun Heterodoks toplulukları ve ötekileştirilen ve dışlanan Alevi-Bektaşi toplumu, “Müslümanların şehadetiyle” suçlu sayılmıştır. Sünni İslam inanışını benimseyen bir Müslüman’ın öznel tanıklığı, Alevleri-Bektaşileri itibarsızlaştırmaya, hatta yok etmeye yetmiştir. Bu dönemde on binlerce Alevi-Bektaşi yok edilmiş, neredeyse “taş üstünde taş, omuz üstünde baş” bırakılmamıştır.

Bu anlayış, en büyük toleranssızlık örneğidir.

Pir Sultan: Alevi-Bektaşi direnişinin simgesi
Pir Sultan “Kadılar müftüler fetva yazarsa/İşte kement işte boynum asarsa/İşte hançer işte kellem keserse/Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diye haykırarak, devlet gücünün baskı ve kıyımlarına karşı direnişin simgesi olmuştur. Pir Sultan’ın “Eğer göverip bostan olursam/Şu âlemin diline destan olursam/Kara toprak senden üstün olursam/Ben de bu yayladan Şah’a giderim” dizleri, özgürleşme, insanlaşma, eşitleşme amacıyla çıkılan uzun yolculuğu anlatır. Avcı’nın anılan araştırmasındaki nitelemeyle, Alevi-Bektaşi toplumunun “en duyarlı noktalarından biri” olan “Pir Sultan olayı”, Osmanlı yönetiminin “ezme, denetim altına alma, öngörülen kalıp içerisine sokma, bağımlılaştırma” girişimine karşı direnişin simgesidir.

Osmanlı toplum düzeni içerisinde “farklı bir yaşam tarz ve düşünce dünyası” olan Aleviler, yönetim tarafından sürekli aşağılanmış, “kaba, görgüsüz, kavrayışı kıt Türkmenler, azgınlar, bozguncular” diye nitelendirilmiştir. Alevi-Bektaşi toplumu, 16. yüzyılda da sömürü, baskı ve kıyımlara karşı direnmiştir. Anadolu’yu “kasıp kavuran ve tümüne Alevi önderlerin öncülük ettiği” başkaldırılar, bu direnişin kanıtıdır.

Orta Anadolu’da göçebeliği bırakıp, yerleşik yaşama geçen Türkmenler, bir başka deyişle, “Türkmenlikten Türklüğe dönüşüm” veya “Türkmenlikten çıkma”, Osmanlı toplum düzenine uyma olarak nitelendirilir. Türkmenlikten çıkma, yerleşik gelenekleri ve değerler dizgesini sarstığı için, “Türkmen’in ocağı battı!” anlatımının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yaşar Kemal, bu deyimin güncel yansımalarını, “İnce Memed” romanında anlatılaştırmıştır.

1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılması sırasında ve sonrasında Bektaşilerin yanı sıra binlerce Alevi öldürülmüş, tutuklanmış, sürgün edilmiş, ayrıca bunların malına mülküne el koyulmuştur.

Maraş kıyımı
Bu kıyım, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi için gerekçe olarak kullanılan olaylardan biridir. O günden bu yana 38 yıl geçmiş olmasına karşın, Türkiye’yi yönetenler tüm toplumun vicdanını kanatan bu ve benzeri olayları hâlâ aydınlatamamış veya aydınlatmayı istememiştir.

İnsanlık adın utanç verici olaylardan biri olan Maraş kıyımı, Ortodoks İslam’ın güncel versiyonu Türk-İslam sentezini yerleştirmek amacıyla, daha önceden tasarımlanmış ve acımasızca yürütülmüştür. Belli odaklarca kurgulanan bir bombalama olayı gerekçe gösterilerek, halkın dinsel ve milliyetçi duygularını devindiren sloganlar eşliğinde, Maraş’ta bulunan Alevilere, sol ve sosyal demokratlara saldırılmıştır.

Maraş’ta 19-26 Aralık 1978’de büyük çoğunluğu Alevi olan yüzden fazla yurttaş öldürülmüş, yaklaşık 200 kişi yaralanmıştır. Ayrıca, Alevilere ait yüzlerce ev ve işyeri yakılmış veya tahrip edilmiştir. Resmi olmayan açıklamalara göreyse, ölü sayısı 500’e yakındır ve Şeyh Adil Mezarlığı’nda topluca toprağa verilenlerin yerleri bile bilinmemektedir.

Bu kıyımla, Maraş’ın dinsel/mezhepsel yapısını ve buna bağlı olarak demokrat, çoğulcu ve özgürlükçü tavrını değiştirmek isteyen çevreler, Alevi nüfusun çok büyük bir bölümünün, bazı öne-sürümlere göre, yüzde seksinin kenti terk etmesi sonucu, büyük ölçüde amaçlarına ulaşmıştır.

Anadolu’da Alevi-Bektaşi toplumu, bu arındırma ve kıyım politikasına karşı gücü ölçüsünde her zaman direnmiştir. Pir Sultan’ın direniş anlayışı, Alevi-Bektaşi kültürü içinde önemli bir yer tutan âşıklık geleneğiyle süreklileşmiştir. Bu gelenek, Âşık Veysel ve Âşık Mahzuni Şerif’e uzanarak, umut ve özgürlük içerikli türkü ve deyişlerle varlığını sürdürmektedir.

Türkiye insancıl ve eleştirel bir tavırla, bu haksızlıklar ve kıyımlarla yüzleşmeli ve bir daha yinelenmemek üzere geride bırakmalıdır.


Kaynak
* Onur Bilge Kula (2011): “Anadolu’da Çoğulculuk ve Tolerans”; İş Kültür Yayınları, İstanbul