AKP gitse de kalsa da: Faşizm ve Anti Faşizm Kutuplaşması Artacak

Malum olduğu üzere yalnızca Türkiye’de değil küresel planda otoriter faşizan bir sağ yükseliş var. Neo liberalizmin ve temsili demokrasinin yaşadığı derin kriz, sol seçeneğin zayıflığı koşullarında faşizan bir gelişmeyi besleyip büyüten bir etmene dönüşmüş durumda. 

AKP temelde bu küresel gelişmenin Türkiye’deki izdüşümü… Kuşkusuz AKP’yi besleyen ülkenin kendi tarihsel-toplumsal koşullarından kaynaklı birikmiş sorunlar yumağı da var. Ama işin esasında AKP, neo liberalizmin ve temsili demokrasinin yaşadığı krizin yarattığı faşizan gelişmenin Türkiye versiyonu… 

Sosyal demokrasinin evrensel krizi ve yol ayrımı 

Peki mevcut sosyal demokrat partileri dünyadaki bu gidişata karşı nasıl bir politik tutum içinde? Sosyal demokrat partiler eskinin sosyal demokrat partileri değil, büyük ölçüde neo liberalizme teslim olmuş durumdalar… O tarihten bu yana da bitmeyen bir kimlik bunalımı içindeler. Ama yine de neo liberalizmin iyi kötü kendini yeniden üretebildiği koşullarda idare-i maslahat durumu yaşayabiliyorlardı. Neo liberalizmin ve temsili demokrasinin derinleşen krizi, bu idare-i maslahat halini de imkânsız kılmakta artık. 

Ama sermaye ile o kadar iç içe geçti ki bu partiler, mevcut hallerinde sermaye yeşil ışık yakmadan sol bir pozisyona yönelmeleri imkânsız gibi bir şey… Nitekim sosyal demokrasi içindeki liberalleşmenin mimarı İngiliz İşçi Partisi bu açıdan ilginç bir örnek oluşturuyor. A. Giddens’ın tezleri ve T. Blair’in siyasi önderliğinde sermaye ile iyice hemhal olan bu parti kurumsal olarak uzun bir süre solculaşmaya direndi. T. Blair çizgisi faşizan yükselişe karşı (liberaller, faşizan yerine ısrarla “popülist” demeyi tercih ediyor), İngiliz İşçi Partisi’nin merkez sağ partilerle birlikte sistemin merkezinde bir blok oluşturmasını önerdi. Partinin sola yönelmesi eğilimlerine, sözüm ona faşizan yükselişi daha da kuvvetlendireceği gerekçesiyle karşı durdu. Blair, yanı sıra faşizan yükselişin tabanını oluşturan kitleleri etkileyecek yeni bir dil geliştirilmesi gerektiğini de düşünmekteydi. Blair’e göre bu dil de “popülist değil ama popüler bir dil” olmalıydı. Yani o an yükselen değerlere hitap eden ama hiçbir derinliği ve kalıcılığı olmayan bir siyaset/propaganda dili… 

Kıdemli bir partili olmasına karşın partinin kurumsal yapısının merkezinde değil çeperinde yer alan Jeremy Corbyn ise tam tersi bir çizgiyi dillendirmeye başladı. Jeremy Corbyn, emekten söz etti, sınıf partisi olmaktan söz etti, sermayeyi vergilendirmekten söz etti vb. vb. Parti merkezi tarafından “arkaik” olmakla suçlanan, alaya alınan ve hatta düşmanca yaklaşılan Corbyn, “beklenmedik” bir karşılık buldu. Yalnızca parti içinde bir heyecan ve umut yaratmakla kalmadı. Parti dışındaki kitleler de Corbyn’in söylemlerinde yeni ve sahici bir seçenek gördüler. İşçi Partisi oylarını ciddi ölçüde artırdı. Henüz oy vermeyen önemli bir kitle açısından da İşçi Partisi oy verilebilir bir seçenek olarak değerlendirilmeye başlandı. Yani Corbyn sağ dalga içinde yer alan kitleye “öteki mahallenin insanları” olarak bakmadı… O kitleye kültürel sağ bir dille, yani “o mahallenin diliyle” seslenme tercihinde bulunmadı. Peki ne yaptı? Emekçi kimliklerine, refah ve özgürlük taleplerine seslenerek, onlara karşı mahallenin insanları değil “emek” mahallesinin insanları olduklarını hatırlattı. 

İlk seçimde parti oylarını yüzde 15 artıran Corbyn ikinci seçimde yüzde 8 lik bir oy kaybı yaşadı. Bu oy kaybında Corby’in son zamanlarda İngiltere’nin ana gündemi olan AB konusunda izlediği “geçiştirici politika” (aslında politikasızlık) etkili olduğu kadar sermaye cephesinin kendisiyle ilgili yürüttüğü yoğun kara propaganda da rol oynadı. Ama bu politika her şeye rağmen partinin toplam oylarının artmasana ve daha da önemlisi, partinin kitleler üzerinde yeniden umut verici bir seçenek olarak algılanır olmasına yol açtı.  

ABD de Sanders’ın izlediği politika, elde ettiği başarı ve karşılaştığı handikaplar da Corbyn deneyimiyle büyük ölçüde benzer nitelikte. Ama her şeye karşın iki liderin son dönemin en fazla sempati ve umut yaratan liderleri olduğunda bir kuşku yok.  

Ya CHP? 

CHP’de ise ne yazık ki sola yönelim değil yeni bir merkez oluşturma siyaseti, yani liberal Blairci yöneliş hala hâkim durumda. Nitekim son dönemde bizzat Kılıçdaroğlu’nun ağzından yapılan ‘artık sağ ve sol ayrımı kalmadı” türünden açıklamalar, CHP’nin hala Blair, Clinton, Schröder çizgisini takip etmekte olduğunu teyit eder nitelikte. CHP yönetimi iktidar bloğunu oluşturan partilerin ve elbette diğerlerinin de tabanına onların emekçi kimlikleri üzerinden sahiplenici ve kucaklayıcı bir dille değil, “kültürel sağcı” bir dille seslenilmesi gereken “yabancı insanlar” olarak bakmaya devam etmekte. Gelirin yeniden dağıtımı ile geniş bir düşünce, örgütlenme ve eylem özgürlüğü taleplerini siyasetin temel ekseni haline getirebilmiş olmaktan uzak. Neo liberal iktisadi, kültürel ve siyasal programlarla hesaplaşmaya yönelik bir niyet ortada yok. Ülke ciddi bir ekonomik krizin içindeyken işsizlik ve yoksulluk diz boyu yükselmiş ve ülkenin en acil ve temel gündemi haline gelmişken CHP’nin, bu sorunları aşmaya yönelik, emek odaklı, eşitlikçi ve süreğen bir politikaya yönelmemek konusunda özel bir direnç gösterdiği görülmekte. Bu konularda örneğin İYİP ya da Saadet Partisi ile CHP arasında, CHP lehine bir farktan söz etmek olası değil. 

CHP’nin bu tercihinin “önce otoriter iktidarı yıkmaya öncelik vermesi ve bu doğrultuda sağ partilerle ittifak yapması” ile ilgili olduğu söylenemez. İşsizlik, yoksulluk üzerine yükselen süreğen ve tutarlı bir politikanın ne ittifakın sürekliliğine ne de otoriter iktidarın düşürülmesi önceliğine ters bir niteliği olmadığı gibi tersine bu süreci daha da güçlendireceği açık. İzlenen politikanın esas nedeni CHP’nin, büyük sermayenin arzularından ve neo liberal paradigmanın gereklerinden yana net bir pozisyon belirlemiş olmasıdır. CHP’nin kendi Cobyn’ini bulmadan içinde bulunduğu siyasi krizden kurtulması hiç mümkün gözükmüyor…Böyle bir değişimin yakın vadede gerçekleşeceğine dair ise ortada bir umut ışığı yok… 

Ez cümle bu koşullar altında yakın vadede esasa ilişkin bir değişim beklentisinin gerçekçi olmayacağını; iktisadi ve siyasi sorun ve krizlerin daha da derinleşeceğini ve Türkiye’yi sert ve zorlu bir siyasal sürecin ve yanı sıra da mevcut siyasi partileri de önemli kopuş ve bölünmelerin beklediğini şimdiden söylemek olanaklı. Zira içinde bulunulan koşullarda merkez siyasetin yakın vade de bile bir başarı şansı yok. Merkez siyaseti denemesinin yaratacağı kesin olan hayal kırıklığı siyaseti merkez kaç kuvvetlere çok daha açık hale getirecek. Neticede AKP gitse de kalsa da Türkiye daha da yükselecek faşizan anlayışla anti faşist blok arasında ciddi bir kutuplaşmaya tanık olacak görünüyor… Siyasi partiler bu eksen üzerinden ayrışma ve yeniden şekillenme yaşamak durumunda kalacak. Ve bu mücadelenin temel seyrini de emek eksenli politikaların varlığı ve gücü belirleyecek gibi… 

Mahmut ÜSTÜN