ABD hegemonyası 6

Ekonomik Durgunluk ve İmparatorluk Hayali

Kural olarak hegemonik kiriz ve hegemonik değişim dönemleri, aynı zamanda dünya ekonomisi ve siyaseti açısından derin ve yapısal kiriz dönemleridir de. Benzer bir süreç 1900’li yılların ilk yarısında iki dünya savaşına yol açtı ve buna hegemonya değişimi de eşlik etti. Bu dönemde kriz yeni bir hegemonyanın tesisiyle ve yeni bir birikim rejimine ve yeni bir üretim organizasyonuna geçilmesiyle sonlandı. Ardından “kapitalizmin altın çağı” olarak adlandırılan bir istikrar ve büyüme dönemi geldi. Eni sonu bu dönem de 1970’lere gelindiğinde tıkandı ve yeni bir durgunluk dönemi başladı. ABD bu durgunluk döneminden yeni bir birikim tarzını ve yeni bir üretim organizasyonunu hâkim kılarak ve bu temelde kendi hegemonyasını restore ederek çıkma denemesinde bulundu. Bu restorasyon programını, büyük ölçüde dünyaya teşmil etme başarısını da gösterdi. Doğu Blokunun yıkılması nedeniyle yeni, geniş ve tüketim mallarına aç bir pazar elde etmek gibi önemli bir şans da bu yeni yönelime eşlik etti. Ne var ki ve bu önemli şansa rağmen, atılan adımlar iki dünya savaşı sonrakindeki gibi yeni bir ekonomik genişleme dönemine girilmesi sonucunu vermedi.

Aksine 1970’lerde, yani neoliberal dönemde, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen ve çoğu Asya da yer alan bazı ülkeler hariç, gerek dünyanın gelişmiş ülke ekonomilerinin gerekse kapitalist hiyerarşinin alt sıralarında yer alan diğerlerinin ekonomik büyüme temposu -artmak bir yana- daha da yavaşladı. Bu açıdan istisna oluşturan birkaç ülkenin de neoliberal modele en az bağlı kalan geç kapitalistleşmiş ülkeler olması ayrı ve ilginç bir durumdu. Kısacası neoliberalizm, ilk günden bugüne kapitalizmin durgunluk derdine çare olamadı; dahası geçmişe göre daha olumsuz bir tabloya yol açtı.

Aynı dönemde emek üretkenliğinin artış hızı açısından da kötü bir performans sergilendi. “Teknolojik devrim”, “bilgi toplumu” vb. söylemlerinin vitrinden hiç indirilmediği bu dönemde, gerçeklikte bu devrim çok az firmaya sirayet etti. Firmaların büyük çoğunluğu, hala ortalama teknoloji ile çalışmayı sürdürdü. İşgücü kullanımının düştüğü ve genel olarak teknolojik yenilenmenin de gerçekleşmediği bir ortamda, emek verimliliği de doğal olarak artırılamadı. Ki emek verimliliğinin artışı, yandaşları tarafından kapitalizmin en büyük ve süreğen başarılarından, alemet-i farikalarından biri olarak hep öne çıkarılan bir durumdu.

Ve nihayet üretken alanda kar oranları düştüğü için firmalar karlılıklarını sürdürebilmek için finansal alana kaymaya başladılar. Devlet, finans üzerindeki sınırlayıcı düzenlemeleri kaldırdı ve bunun sonrasında finansın ekonomi içindeki rolü daha da arttı. Finansın rolünün artması ise borcun, özellikle firma ve hane halkı borcunun artması demekti. Ardından neo liberalizmin meşhur borç krizleri, mali krizler ve durgunluğun daha da derinleşmesi geldi.

Dahası bütün bu krizler genel olarak ABD kaynaklıydı ve ABD bu krizlerden en yüksek düzeyde etkilenmekteydi. Neo liberalizm döneminde, ABD’de reel gelirler genel olarak azalmış, gelir dağılımı dengesizliği artmıştı. Orta sınıfın konumu yerinde çakılı kalmıştı. Alt sınıflar, ciddi reel gelir kayıplarının ve büyüyen işsizliğin cenderesi içinde karamsarlığa hapsolmuşlardı ve öfke doluydular. Hammadde bağımlılığı; dış ticaret açıkları ve ulusal geliri aşan bütçe açığı nedeniyle ABD’nin borçları, ödenmesinde güçlük çekilecek denli büyümüştü. Finansallaşma, borçla şişirilen ekonomik balonun patlaması, iflaslar ve yıkıcı bir mali krizle ABD ekonomisi, küresel etkileri de olan büyük bir krizin içine yuvarlandı. 2008 yılında ABD’de “sub-prime mortgage” piyasasının çöküşü ile başlayan ve ardından reel sektöre de sirayet eden küresel kriz, Amerikan hegemonyasının geleceği ile ilgili dünya çapında tartışmalara yol açtı. Neticede bu kriz, ABD’nin hegemonik yenileme stratejisinin yapıtaşı olarak kabul edilen küreselleşme ve neo liberalizmin -henüz iflası değilse de- konkordato ilanı anlamına geliyordu, üstelik bizzat kendi evinde.

Bugünden geriye doğru baktığımızda istikrarsızlığın, krizlerin ve durgunluğun hâkim olduğu bir tablo duruyor önümüzde. Bugünden yarına baktığımızda ise bunların aşılacağını dair bir emare ufukta gözükmüyor. Fülbert’in  enerji kaynaklarına yönelik sürekli çatışmalar; kapitalizm içi hegemonya  çatışmaları;  büyüyen yeni kapitalist ülkeler; finans, mal ve işgücü piyasalarının birbirinden kopuk yapılarının yerleşik hale gelmesi olarak  dört madde halinde özetlediği  manzara-i umumiyenin değişeceğine ilişkin ortada bir işaret yok; işaretler aksine istikrarsızlığın ve çatışma dinamiklerinin daha da derinleşeceği yönünde…

Merkezkaç Eğilimler, Çin’in Atağı, İmparatorluk Düşlerinin Son Baharı

ABD’nin dayatmacı tektaraflılığının başta kendi müttefiki ülkelerde yarattığı hoşnutsuzluk ABD hegemonyasını “kerhen hegemonya” haline dönüştürmüştü. Müttefik ülkeler içinde ABD’nin ortak çıkarların temsilcisi olmaktan uzaklaştığı ve kendi egemenliği için müttefiklerinin altını oymaktan çekinmediği kanaati yaygın bir nitelik kazanmaktaydı. Soğuk savaş sonrasında özerk davranmak bakımından ellleri daha da rahatlamış Almanya, Fransa ve Japonya gibi potansiyel hegemonya adaylarının varlığı bu türden merkez kaç eğilimlerin oluşmasını kolaylaştıran önemli bir faktördü. Ne var ki bu açıdan asıl hızlandırıcı faktör Çin’in en güçlü yeni hegemonya adayı haline gelmesi ve Putin liderliğinde Rusya’nın yeniden toparlanma yaşaması oldu.

Bu gelişmeler ABD’nin dayatmacı tek taraflı politikalarına, post modern imparatorluk düşlerine karşı çıkışın çok daha rahat ve açık biçimde dillendirilebilmesine yol açtı. Çin ve Rusya tarafından yüksek sesle dillendirilen “çok taraflı dış politika ve devletlerin egemenlik haklarına saygı” söylemleri ABD müttefiki pek çok ülkenin kafasından geçenlerinde ifadesiydi ve bu nedenle yaygın bir sempati halesiyle karşılığını buldu. Hatta ABD’nin irili ufaklı kadim müttefikleri arasında bu süreçten sonra ABD politikalarına çomak sokma girişimlerinde bulunanlara da rastlanır olmaya başlandı. ABD uluslararası alanda ilk kez,  bazen meydan okuma niteliği de kazanabilen, açık ve yaygın bir muhalefetle yüz yüzeydi artık.

Her ne kadar ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Münih Güvenlik Konferansı’nda yüksek sesle “bugün ABD hiç olmadığı kadar güçlüdür ve dünya sahnesinde yeniden lider konumundadır” sözlerini sarf etse de aynı Konferansa ev sahipliği yapan Merkel, yaptığı konuşma da, bu saptamaya katılmadığını açıkça belli etti. Merkel, yüksek sesle değil ama kararlı bir tonla “ihtiyaç olanın tek taraflı değil çok taraflı bir liderlik” olduğunu söyledi. Dahası Konferans çerçevesinde açıklanan resmi raporda, “büyük güçler arası rekabetin geri döndüğüne ve güncel konjonktürde bir liderlik sorunu olduğuna” açıkça vurgu yapıldı.

Artık Pax Americana’nın – hatta dört yüzyıllık Batı egemenliğinin- çökmekte olduğu ve hegemonik merkezinin Asya’ya kaydığı yorumları giderek sıradanlaştı. Çin ve Rusya ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda ABD hegemonyasına alternatif bir dizi uluslararası örgütlenme kurmaya başladı. Bu örgütlere, özellikle de ekonomik nitelikli olanlara, ABD müttefiki olarak bilinen pek çok ülke de ilgi gösterdi. Bir güç kaymasının işareti olan gelişmelerden bir diğeri de ABD’nin Meksika, Filipinler, Türkiye, Katar ve hatta Suudi Arabistan gibi müttefiki ülkelere söz geçirmekte zorlanmaya başlamasıydı. ABD’nin Çin’e karşı bölgede dengeleyici bir güç olarak gördüğü müttefiki Hindistan’ın- Çin’e yaklaştığı en azından şimdilik söylenemezse de- ABD etkisinden bağımsızlaşmakta olduğu net biçimde görülmekteydi vb.

İdeolojik Gerileme

Brezenski, soğuk savaşın ardından kaleme aldığı “Büyük Güçlerin Santranç Tahtası” isimli kitabında ve muzaffer bir edayla ABD hegemonyasını “…eşi olmayan askerî bir küresel güç, küresel büyümenin lokomotifi olan bir ekonomik güç, yeniliğin tüm alanlarında önderliğe sahip bir teknolojik güç ve son olarak da dünya gençleri arasında rakipsiz bir cazibeye sahip kültürel güç ”  şeklinde tanımlıyordu. Ekonomik durum açısından abartılı olmakla birlikte gerçek dışı da sayılamayacak bir tanımlamaydı bu. Brezenski sözlerini, bu dört özelliği içinde barındıran tek süper güç olarak ABD’nin hegemonyasını soğuk savaş sonrasında da tartışılmaz biçimde sürdüreceği öngörüsüyle tamamlıyordu(1).

Yukarıda vurguladığımız gibi Brezenski bu satırları yazarken gerçekte ABD ekonomisinin durumu hiç de iç açıcı değildi. Nitekim izleyen yıllar içinde bu cephede işler daha da kötüye gitti. Ekonomi zayıflayınca hegemonik konumun diğer üç belirleyeni de ya etkisizleşti ya da geriledi. Tabi en başta da ideolojik güç…

Gerçekten de Amerikan hegemonyasının ideolojik gücü, dünyanın istisnasız her yerinde hissedilir durumdaydı. Ancak ABD’nin ekonomik gücünün azalması başlı başına ABD’nin ideolojik ve kültürel hegemonyasında önemli gedikler oluşmasına yol açtı.  Ekonomik gerilemenin hegemonya ilişkilerine yönelik türevi, sert-askeri gücün yumuşak güce galebe çalmaya başlaması ve tektaraflı dayatmacı yaklaşımların yoğunluk kazanması olmuştu. Irak Savaşı’ndaki kendi çıkarlarını her şeyin üstünde gören tutumu, dışardan göçlere sıcak bakmaması, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kararlarını tanımaması gibi. Chomsky’nin sözleriyle” Ulusal gücün bir diğer boyutu “yumuşak güç”. Burada Amerika, Başkan Donald Trump’ın ülkenin itibarına yönelik sert darbelerinden de önce ciddi biçimde inişe geçmişti. Hatta Başkan Bill Clinton idaresinde bile, önde gelen siyaset bilimciler dünyanın büyük bir çoğunluğunun Amerika’yı dünyanın “başlıca haydut devlet”i ve “toplumlarına tek en önemli dış tehdit” olarak gördüğünü teşhis etti (sırasıyla Robert Jervis ve Samuel Huntington’ın belirttiği gibi). Barack Obama’nın başkan olduğu yıllarda uluslararası kamuoyu yoklamaları Amerika’nın dünya barışına, yakınına yaklaşan rakibi olmadan, en büyük tehditlerden biri olarak görüldüğünü buldular.”  Bütün bunlar da ABD’nin insan hakları, demokrasi, barış, evrensel refah gibi söylemlerin inandırıcılığını azalttı. ABD kaynaklı 2008 küresel krizi de, küreselleşmeci neo liberal söylemlere ciddi biçimde itibar kaybettirdi.

Bir yandan bu gelişmeler ABD’nin ideolojik-kültürel hegemonyasını sarsarken diğer yandan Çin ve Rusya,  ABD’nin yumuşak güç tekelini kırmaya ve Amerikan modeline alternatif olarak kendi kültürlerine dayanan yumuşak güçlerini geliştirmeye yöneldiler ve giderek bu konularda ustalaşmaya da başladılar. Rusya ve Çin, ABD hegemonyasına etkili hizmetler veren uluslararası “sivil toplum” ağlarnı -özellikle de “renkli devrimler” ve  “Arap Baharı” ndan sonra- deşifre ve tecrit etme yolunda etkili adımlar attılar.  Ardı sıra kendi hegemonya amaçlarına hizmet edecek benzer nitelikte uluslararası “sivil” ağlar örgütlemesi işine yoğunlaştılar.  Kremlin, bu amaç doğrultusunda Nashi adlı gençlik grubunu kurdu. Çin Kızılhaç’ı,  etkili bir halkla ilişkiler kampanyası eşliğinde, COVID-19 salgınının ortasında Avrupa ülkelerine tıbbi malzeme tedarik etti. Bu rejimlerin “sivil ağları” kısa sürede diğer ülkelerdeki seçimleri etkileyebilecek bir etkililiğe ulaştılar.

Post modern savaş teknolojisinin aczi…

Post modern olarak anılan savaş stratejisi insansız hava ve kara savaş araçları, güdümlü füzeler, radar sistemleri, teknolojik bilgi toplama, işleme ve kullanıma sokma yöntemleri, otonom silahlar ve yoğun hava saldırılarıyla bütünleşik yeni bir savaş konseptiydi. İnsan gücünün kullanımını, dolayısıyla insan kaybını en aza indiriyordu. Körfez Savaşı, Kosova, Afganistan, Irak işgali, Libya vd. hegemonya açısından stratejik öneme sahip olan bölgeleri kontrol altında tutma amacının yanı sıra ABD’nin yeni askeri teknolojisinin ve yeni savaş konseptinin deneme alanları olmaları açısından da önemliydi. ABD’nin soğuk savaş dönemindeki hegemonyasının askeri teknoloji alanındaki simgesi nükleer silahlardı. Belli ki soğuk savaş döneminin ardından hegemonyayı restore etme döneminin bu anlamdaki simgesi de post modern ya da post fordist denilen yeni savaş teknolojisi olacaktı. Ne var ki, ABD’nin yeni hegemonya sürecinin ekonomik, siyasi ve ideolojik unsurlarında yaşanan hızlı işlevsizleşmenin bir örneği bu alanda da yaşandı. Yeni savaş teknolojisi yarattığı olağanüstü yıkımlara karşın ABD’ye bir zafer kazandıramadı ve bu yeni savaş stratejisi, neticede ABD gücünün değil bilakis başarısızlığının simgesi haline geldi.

Yeni Dünya Düzeni”: ”Büyük Hayallerden Hayal Kırıklığına”

ABD 1860’ların sonlarından bu yana dünyanın en büyük ekonomisi, 1945’ten bu yana ise küresel hegemonik gücü. Bir süredir, küresel sistemdeki yerinin sarsıldığı, kurduğu düzeni yürütmekte zorlandığı bir sürece girdi. İlk kez gerçek ama adı henüz açıkça konmamış bir hegemonik meydan okumayla karşı karşıya.”  Uluslararası İlişkiler disiplininin Türkiye’de ki önde gelen isimlerinden İlhan Uzgel, “Biden ABD hegemonyasını kurtarabilir mi? “ başlıklı makalesinde bugünkü manzarayı bu şekilde betimliyor.

Bu hegemonik krizin ilk belirleyici nedeni ABD ekonomisinin zayıflığı ise ikinci nedeni ise Çin başta jeo politik rakiplerinin çoğalması ve güç kazanmasıydı. Bu rakipler arasında -bugün için en güçlü hegemonik aday olan- Çin’in yanı sıra Almanya önderliğinde bir Avrupa koalisyonu ve Rusya da var. 1990’larda girdiği durgunluk sarmalından henüz çıkamayan Japonya ve son dönemde benzer bir sıkıntıyla yüz yüze olan Hindistan’da, bu hegemonik savaşta önemli rol oynayabilecek potansiyel güçler.

ABD soğuk savaşın bitimini de fırsat bilerek, ekonomik gerilemesi nedeniyle sarsılmaya başlayan hegemonyasını, o an için hala tek süper güç olmasının ve muazzam ve baş edilemez görünen askeri kapasitesinin verdiği özgüvene de dayanarak -ve fakat daha da ileriye sıçrayarak- restore etme çabasına yöneldi. Yeni strateji, dünya enerji kaynaklarına tek başına hükmetme amacına dayanıyordu ve adı da -başkan Bush’un tanımlamasıyla- “Yeni Dünya Düzeni” idi.  Askeri gücün kullanımı restorasyon stratejisinde en önemli aracı olacaktı. “Yeni Dünya Düzeni” manidar biçimde ABD’nin Irak’a askeri müdahalesinin hemen öncesinde ilan edildi. Süslü gerekçelerin ötesinde Irak işgalindeki temel motivasyonun bölgenin enerji kaynakları üzerinde tam denetim kurmak ve yine çok önemli enerji kaynaklarına sahip olan SSCB bakiyesi Orta Asya ülkelerinde üsler kurarak, buradaki enerji kaynaklarını da kontrol etmek olduğu açıktı. Ne var ki bu hegemonik restorasyon çabasında ABD’nin her ileri hamlesi bir bumerang etkisiyle kendi hegemonyasını vuran sonuçlar üretti. Hesaplanın aksine bölgede Rusya ve Çin’in ağırlığını artırdı. Öte yandan ABD’nin askeri müdahaleleri güç kaybına uğramış olan ekonomisi için kaldırılması zor maliyetler yüklemeye başladı. Zaten AB müttefiklerinin pek çoğu da ABD’nin yeni dünya düzeni dediği restorasyon stratejisinin ortak çıkarlardan uzak, tek taraflı ve dayatmacı karakterinden rahatsızlardı ve sıklıkla bu politikaya yönelik endişelerini dillendirmeye başlamışlardı. ABD,  bu operasyonların kendisi açısından ağırlaşın ekonomik ve askeri yüklerini paylaşmaları ve hatta üstlenmeleri doğrultusunda bu ülkelere yönelik baskı yapmaya başlayınca var olan hoşnutsuzluklar daha da arttı.

ABD bu çabalarında ancak kısmen başarılı sonuçlar elde etti ama hem rakiplerinin güçlenmesini hem de askeri operasyonların ağır maliyeti altında ekonomisinin giderek daha da kötüleşmesini önleyecek düzeyde değil. Bu gidişat daha Obama zamanında tıkanmaya başlamıştı. Obama son dönemlerinde müttefiklerinden gerekli ekonomik, askeri ve siyasi desteği alamadıklarından şikâyet etmeye başladı ve hatta Trumpvari bir şekilde müttefiklerini “beleşci” olmakla suçladı. “Yeni Dünya Düzeni”nin sahibi ABD’de, artan ekonomik kötüleşme nedeniyle yine henüz daha Obama zamanında, dış ülkelerdeki yatırımları geri çağırmaktan, Irak ve Afganistan gibi ülkelerdeki asker varlığı geri çekmekten söz edilmeye başlanmıştı bile…

Trump “Gitmek mi zor Kalmak mı Zor?”

Nedenlerini ve sonuçlarını bütünlüklü biçimde anlamadığından şüphe yok ama Trump, işadamlarına has bir zekâyla bu gidişatın sonunun iflas oluğunu sezmişti. Yeniden büyümek için bazen küçülmek gerektiğini bütün işadamları gibi muhakkak ki o da biliyordu. Döneminde izlediği politika bütünlüklü olmasa da bu sezinlemenin ve tecrübenin ürünüydü. İçerideki tahkimatı güçlendirmeden dışarıda yapılan hamleler sadece ABD’ye kaybettiriyordu. Bu nedenle dışarıdaki güç katacak unsurları içe dâhil etmek ama içte ve dışta yükü artıran mevcut ilişki, kurum ve kurallardan da azami ölçüde kurtulmak gerekiyordu. Bunların arasında da en önemli maliyet kalemleri eski hegemonik gücün enstrümanı olan kurum ve sorumluluklardı. Ülkedeki göçmen ve yabancılara yönelik harcamalarda buna dâhildi. Bu yüklerin artmasının önlenmesi bir yana mevcut olanların maliyetlerinin de minimize edilmesi gerekiyordu. Ülkenin önemli ölçüde dışarıya transfer edilmiş sanayi yapısı da ülkeye çekilmeli ve ülkenin yeniden iç inşasına seferber edilmeliydi. Bunlar, sıkça iddia edilenin aksine, ABD’nin o anki konumu açısından çok gerçekçi değerlendirmelerdi. Trump böylece hegemonya iddiasından vaz mı geçmiş oluyordu? Bunu söylemek mümkün değil. Ama Trump’ı bu adımlarının son dönemlerde hâkim olan imparatorluk düşlerinden vazgeçmek anlamına geldiği söylenebilir. Hegemonya mücadelesinde Trump’ın, Rusya ile iyi ilişkiler kurarak Çin-Rusya ittifakına çomak sokmaya, dikkati Çin üzerinde odaklamaya, bunu da askeri yöntemlerden ziyade ticaret savaşları enstrümanını öne çıkararak gerçekleştirmeye dayalı “tasarruflu ve seçmeci” bir strateji izlediği söylenebilir.  Trump açısından Rusya ile ittifak, aynı zamanda diğer rakibi olan Almanya önderliğindeki Avrupa koalisyonu üzerinde de zayıflatıcı bir etkiye yol açacaktı.  Ne var ki Trump’ın, iç ve dış politikada kullandığı aleni otoriter üslubu, oluşturulması için çok mesai harcanmış ABD imajını yerle bir ediyordu. Öte yandan bu adımlar 1860’lardan beri dünya lideri olan ve yakın zaman öncede imparatorluk düşleri kuran bir ülke için hazmı zor keskinlik ve gerçekçilikte bir geri çekiliş anlamına geliyordu. Bu tarz hızlı ve keskin bir geri çekiliş karşısında şaşkın olan yalnızca ABD’nin geleneksel askeri ve sivil bürokrasisi de değildi; aynı zamanda, henüz bu boşluğu doldurmaya hazır olmayan ve olası sonuçları göğüsleyemeyeceği endişesine kapılan AB başta olmak üzere ABD’nin birçok müttefiki içinde geçerliydi aynı şaşkınlık hali… Trump’ın, hegemonik rolü bir süreliğine askıya alan- ya da zayıf bir hegemonya haline getiren- yaklaşımları karşısında memnun olanlar da vardı elbette: Öncelikle Çin ve ardından Rusya…

Biden: “Son hamle ya da ölümden önceki iyilik hali mi?”

Biden döneminde ne yapılmak isteniyor? Bush’dan başlayıp Trump’a kadar ABD’ye hâkim olan tektarafılılık politikası çok taraflılık biçiminde yeniden mi restore edilecek? Soğuk savaştan bu yana kurulan imparatorluk düşlerine Trump gibi ama başka bir tarzda o da mı veda edecek ya da yeniden toparlanmaya hizmet eden nispeten daha yumuşak bir geçişten sonra bu düşler yeniden tedavüle mi sokulacak? Henüz bu sorulara kesin yanıt vermek için erken olsa da bugüne kadar ki işaretler; Biden iktidarının Trump öncesi imparatorluk düşleri ve tek taraflılık anlayışını yeniden diriltilmeye çalıştığı yönünde. Biden’ın işbaşı yapmasının hemen ardından Avrupa topraklarında ‘Ukrayna’, Asya’da ise ‘Tayvan’ı merkezine alan bir kriz halinin oluşması bu açıdan manidardı. Tek fark, bunun en azından şimdilik çok taraflılık ve sağlam müttefiklik söylemleri ve bu algıyı besleyen bazı adımlar eşliğinde yürütülmeye çalışılmasındaydı. Eğer bizim yargımız doğruysa, bu yumuşak güç söylemlerinin ve bu algıyı besleyen bazı kurumsal girişimlerin uzun bir ömrü de olmayacak demektir.

Yazımızın bir önceki bölümünde bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştik: “Son Ukrayna Savaşı sırasında da müttefiklerinin itirazlarına ve ayak sürçmelerine rağmen Biden, Avrupa’ya benzer bir dayatmada bulundu. Biden yönetiminin 2022 yılı sonlarına kadar Avrupa’ya göndermeyi taahhüt ettiği 15 milyar metreküplük LNG’nin, Avrupa’nın ithal ettiği Rus gazının onda birinden az olduğu düşünüldüğünde, bu dayatmanın, Avrupa’nın enerji güvenliğini sabote edecek sonuçlara yol açması işten bile değil. Bu tablo bize ABD’nin Rusya politikasında Avrupa’dan aldığı genel desteğin müttefiklik dayanışmasından ziyade, el mecbur bir destek olduğunu da gösteriyor. Realite şu ki; Avrupalı aktörler ABD’nin son yirmi yıldan beri takip ettiği buyurgan hegemonya siyaseti nedeniyle derin bir enerji güvenliği sorunu yaşıyorlar. Bu durumun sürmesi halinde Avrupa sanayisinin çökme tehlikesiyle karşılaşması, gündelik hayatın ise felçleşmesi kaçınılmaz. Ve muhakkak ki Avrupa ülkeleri ABD’nin tek taraflı dayatmalarının bir diğer amacının stratejik rakibi olarak gördüğü Avrupa’nın güçsüzleştirilmesi olduğunun da bilincindedirler.”

Ukrayna Savaşı ve ardından yaşananlar yalnızca Rusya ve Çin’e karşı sert bir hegemonik mücadelenin sürdürüleceğinin göstergesi değildi.  ABD’nin, Avrupalı müttefiklerinin rızaları hilafına ve hatta ayak sürçmelerine rağmen bu adımı attığı görülüyor. Nitekim Biden, Rusya’nın işgalini tüm dünyaya duyururken Avrupa ülkelerinin bu sürecin aktif tarafı olmak konusundaki isteksizliğini bir eleştiri konusu yapmıştı. Zira Almanya’nın güçlenmesi ve hegemonik konumu artırması için en azından bu süreçte Rusya’ya ihtiyacı var. En başta enerji tedariki açısından ama aynı zamanda bir pazar olarak ve güvenlik ilişkileri açısından da Rusya ile ilişkileri iyi tutması, en azından gerginleştirmemesi gerekiyor. Aynı nedenlerle Almanya önderliğindeki koalisyonun Çin’e bakışları da ABD’ye göre çok daha ılımlı.

Ukrayna krizi, kendiliğinden vuku bulmuş değil de  ABD tarafından elverişli bir aparat olarak inşa edilmiş bir kriz gibi görünüyor. Ukrayna’nın NATO üyeliğinin Rusya için bir savaş sebebi olacağı, Rusya’nın bunu kabullenmesinin bütün hegomonik iddialarından vazgeçmesi anlamına geleceği elbette ABD tarafından da biliniyordu. Bütün bunlar Biden döneminde de ABD’nin gerekli gördüğü adımları atarken en temel müttefiklerin rızasını önemsemeyen tek taraflı ve dayatmacı tutumunu devam ettireceğine dair önemli emarelerdir.  Bu süreçte ABD, enerji güvenlikleri başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin ekonomik ve siyasi menfaatlerini hesaba katmak gereği bile hissetmemiştir. Hatta ve ötesi, bir taşla üç kuş vurma amacı doğrultusunda, yani Çin ve Rusya’nın yanı sıra Almanya önderliğindeki koalisyonu da güçsüzleştirmeyi en baştan öngörerek hareket etmiş olması bile kuvvetle muhtemeldir.

Sonuç:

Yakın zamana kadar ABD’nin hegemonik kiriz içinde olduğu fikrini paylaşmayanların pek çoğu da artık,  ABD önderliğindeki uluslararası düzenin sonunun gelmekte olduğunu düşünüyorlar. Ya da en iyi ihtimalle “geliyor mu acaba?” sorusunu yüksek sesle dillendiriyorlar. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi düzenleyici örgütlere, doların uluslararası rezerv para konumuna, NATO ve benzeri uluslararası örgüt ve ikili ittifak anlaşmaları sistemine dayanan sistemin işleyişinde epeydir ciddi sorunlar yaşandığı genel kabul düzeyine ulaşmış durumda.

Küresel kapitalizmin işleyişinden kaynaklanan yapısal sorunların yanı sıra Çin’in artık dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmesi ve askeri açıdan da kendini hızla teçhizatlandırması, Rusya’nın toparlanarak yeniden ABD hegemonyasını sorgulayan önemli bir bölgesel güç haline gelmesi bu yargıyı tetikleyen en önemli göstergeler. Fakat yalnızca bunlar değil,  çoğu eski hegemonik düzenin destekleyicisi ve müttefiki olan AB, Japonya, Hindistan vb. gibi güçlerin ve hatta daha düşük seviyedeki bölgesel güçlerin de giderek ve artan biçimde mevcut hegemonya sistemine sığmayan merkez kaç tutumlara yönelebilmeleri de bu yargıyı kuvvetlendirmektedir. Bugünkü toplam verilerden hareketle ABD’nin bırakalım imparatorluk düşlerini eski biçimiyle hegemonik konumunu yenileyebilmesi bile -en azından yakın vadede- imkânsız denilecek kadar güç. Hegemonya adayları arasında yine bırakalım Almanya, Japonya, Rusya, Hindistan gibi ülkeleri Çin’in bile kısa vadede ABD’nin boşaltmakta olduğu yeri doldurması çok zor görünüyor.

Gelinen yerde Doğudan güçlü bir rüzgâr estiği tartışılmaz bir gerçek. Ama bu rüzgârın neleri ne kadar yıkacağı, neleri ne kadar kurabileceği ve geleceğin dünyasına neler bırakacağı soruları ise hala çokbilinmezli bir denklem… Bu belirsizliğin bize verdiği tek ve net bir mesaj var. Pek kısa süreceğe de benzemeyen, çatışmalarla, savaşlarla, krizlerle dolu bir yakın gelecek. Mao “Gök kubbenin altında kaos varsa her şey yolundadır” demişti. Ne var ki, Mao’nun bu sözü söylediği dönemden farklı olarak bu kez, kırmızı gül bahçeleri de tarumar… Umalım ve ummaktan daha çok da gayret edelim ki, “melanetten bir hayır çıksın” ve bu kaotik sürecin sonu, kırmızı gül bahçelerinin yeniden ve kalıcı şenlenişi olsun.

1-Brzezinski aynı eserinde öte yandan ve geleceği de kapsayan biçimde Amerikan hegemonyasının hegemonyaların sonuncusu olacağı şeklindeki iddialı söylemini yine kendi sözleriyle boşa çakaracak biçimde, Amerika’nın gücünün öngörülemeyen bir gelecekte zamanla azalmak durumunda olduğunu bu nedenle, Amerika’nın küresel öncülüğünü tehdit etmeyen diğer bölgesel güçlerin yükselişini daha şimdiden düzenlemeye öncelik vermesi gerektiğini de söylüyor.

Mahmut ÜSTÜN