ABD hegemonyasının zirvesi sadece kendi hegemonik tarihinin zirvesini değil aynı zamanda o güne kadar yaşanmış -ve muhtemelen bundan sonraki dönemde yaşanacak olanların da- tüm hegemonyalar açısından da bir zirve noktası olarak değerlendirilebilir. Bunun nedeni tarihsel anlamda çok özel koşulların birleşmesiyle şekillenmiş bir zirve olmasıdır.
Bunun ilk nedeni yazımızın ilk bölümünde de vurguladığımız gibi bu hegemonyanın iki savaş sonrasında tüm diğer güçlü rakiplerin açıkça bir yıkım yaşadığı ya da önemli zararlar gördüğü bir dönemde ABD’nin ekonomik ve askeri anlamda bu aynı süreçten zarar görmek bir yana tam tersine güçlenerek çıkmış olmasıdır. En başta SSCB olmak üzere savaşın galip ittifakında yer alan ülkeler de bu süreçten siyasi kazançlarla çıktılar ama bu ülkeler de süreçte ekonomik ve askeri anlamda ciddi yaralar almışlardı. Dolayısıyla ekonomik, askeri ve siyasi açıdan ABD minimum zararla ama maksimum yararla çıkan tek ülke durumundaydı.
İkinci ve daha önemli olan neden ise soğuk savaş koşullarıydı. SSCB ekonomik ve askeri alanda ödediği ağır maliyetlere karşın hem siyasi hem de ideolojik planda ABD ile birlikte bu süreçten en kazançlı çıkan ülkeydi. Savaşın ardından Avrupa’nın doğusunda halk demokrasileri adı altında ve SSCB’nin önderlik ve korumasında bir dizi yeni rejim oluşmuştu. Dahası Postham, Yalta gibi anlaşmalarla ve SSCB’nin yeni kurulan Birleşmiş Milletlerin veto hakkına sahip beş ülkeden biri olarak yer bulmasıyla bu durum kapitalist dünya tarafından hukuki açıdan da tanınmak durumunda kalınmıştı. Artık SSCB ve sosyalizm tehdidi iki savaştan hayli zayıflayarak çıkan Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinin burnunun dibine kadar yaklaşmıştı. Savaştan ekonomik ve askeri açıdan yıkımla çıkan bu ülkelerin bu zayıflıklarının üstüne bir de çok güçlenen bir sistemik tehdit ile karşı karşıya kalmaları bu ülkelerin ABD liderliğine sıkı sıkıya bağlanması sonucunu doğurmuştu. ABD Soğuk Savaş doktrini ile bu tehdidi bütün bir dönem boyunca hegemonik gücünü korumak ve pekiştirmek doğrultusunda çok etkili biçimde kullanacaktı. Bir süre sonra Asya’da Japonya’nın yanı başında Mao önderliğinde gerçekleşen Çin devrimi soğuk savaş doktrininin ve dolayısıyla ABD hegemonyasının Asya cephesindeki gücünü de artıran benzer bir etki yaratmıştı. Daha sonra ise 1960ların Latin Amerika, Asya, Afrika ülkelerinde gerçekleşen ve antikapitalist özelliklerde taşıyan ulusal kurtuluş savaşları dalgası, soğuk savaşın ve ABD hegemonyasının gücünün derinleşmesinde diğer önemli gelişmeler oldu.
İkinci nedenle bağlantılı üçüncü neden ise kısa süre sora SSCB’nin de nükleer silahlara sahip olmasıyla iki blok arasında kurulan “dehşet dengesi”nin yarattığı dolaylı sonuçlardır. Bu “dehşet dengesi” savaşları ortadan kaldıramasa da büyük ülkeler arası savaşların oluşması ve yerel savaşların büyümesinin önüne geçilmesinde her iki tarafında dikkatli ve aktif olmasını sağlamıştır. Blokların birbirinin alanlarına müdahalesinin minimuma inmesinde de bu etken çok önemli bir rol oynamıştır. Blok liderlerinin karşı karşıya gelmekten özenle kaçınması hem en azından büyük güçler arasında ve siyasal bakamdan kritik önem taşıyan coğrafyalarda nispeten istikrarlı bir barış ortamının şekillenmesine hem de blok liderlerinin kendi alanlarındaki egemenliklerini pekiştirmelerine çok önemli bir kolaylık sağlamıştır. Potsdam Anlaşması ABD’nin kendi egemenlik alanlarındaki hegemonyasını tescil ederken Wallerstein’a göre Yalta Anlaşması da, her iki süper gücün ikinci emperyalist savaş sonrası oluşan statükonun korunmasına yönelik mutabakata varmasını sağlayarak ABD hegemonyasını çok önemli potansiyel sorunlardan azade kılmıştır*.
Dördüncü neden; bu ülkeler açısından ekonomik yıkımın etkilerini ortadan kaldırmanın ve yeni bir sanayileşme atılımı yaşamanın kendi öz güçleriyle başarılabilecek bir iş olmaması; en azından oldukça zor olmasıydı. Bu hedeflere ulaşabilmek için açık biçimde ABD’ye muhtaçtılar. ABD ise net bir üretim fazlasıyla karşı karşıyaydı. Bu durumun bir krize değil de ekonomik gelişmeye yol açabilmesi için yeni pazarlara gereksinimi vardı. Başta Marshall yardımı olmak üzere bir dizi bölgede farklı isimler altında başlattığı genel, bölgesel ve ikili yardım kampanyaları, ABD hegemonyasının zirveye ulaşması bakımından iki işlevi birden gördü Bir yandan yıkım yaşanan bu ülkelerdeki potansiyel talebi realize etmeyi imkânlı kılarak ABD’nin fazla üretimini eritmeye, dolayısıyla ekonomik gücünü artırmaya yararlı oldu; diğer yandan da yardımdan yararlanan tüm ülkeler üzerinde ABD’nin siyasi, askeri ve ideolojik nüfuzunun güçlenmesini sağladı. Sonuç olarak ABD hegemonyası, ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojik anlamda dünya üzerinde çok kuvvetli biçimde köklenme olanağı yakalamış oldu.
Almanya ve Japonya’da bu yardımlardan nasibini alan; hem de en fazla nasibini alan ülkeler arasındaydı. Bilindiği gibi bu ülkeler tıpkı ABD gibi İngiliz hegemonyasının gerilemesinin yarattığı hegemonya boşluğunu doldurmaya talip iki müttefik ülkeydi ve ABD’nin dün ve yakın gelecekteki en önemli iki rakibiydi. Ne var ki ABD bu ülkelere ekonomik anlamda ciddi yardımlar yaparken silahlanma anlamında ise ciddi kısıtlamalar getirilmesinde öncü rol oynadı. Resmi gerekçe faşist yönetim altında bu ülkelerin ciddi savaş suçları işlemiş olmasıydı. Beşinci neden de budur: Yani bu kısıtlarla ABD’nin hegemonyasına yönelik iki potansiyel tehdidin askeri güçten yoksun bırakılması ve bu alanda ABD’ye muhtaç bırakılması suretiyle, ellerinin güçlü biçimde bağlanmasıdır.
ABD’nin yardımları Avrupa ve Japonya başta dünyanın pek çok bölgesinde ekonomilerin yeniden ayağa kaldırılmasında önemli bir rol oynamıştır Bu süreçten sonra yalnızca ekonomik genişleme sağlanmamıştır. Aynı zamanda ABD’nin 1929 krizi sonrası uygulamaya koyduğu iç talebin canlandırılmasına dayalı Keynesyen New Deal (Yeni Ekonomi) benzeri modellerin Avrupa ve dünyanın diğer ülkelerine teşmil edilmiştir. Avrupa’da ABD’den farklı olarak işçi sınıfının ve güçlü sosyal demokrat partilerin sürece aktif katılımıyla “sosyal korporatist” bir modelin kurulmasına yol açan bu model değişimi, dünyanın diğer bölgelerine de ithal ikamecilik olarak karşılığını bulmuştur. Yalnızca ekonomik büyümenin değil gelir dağılımında ciddi düzelmelerin-rahatlamaların da gerçekleştiği bu dönem yaygın biçimde “kapitalizmin altın çağı” olarak tanımlanır. Arrighi, isabetli olarak bu sürecin oluşmasında güçlenen sosyalizm seçeneğinde de dolaysız bir etkisi olduğu belirtir. Netice itibariyle ABD, Avrupa ve dünyanın belirli bölgelerinde yaşanan bu ekonomik büyüme ve refah artışı ABD hegemonyasının özel gücünün dayandığı altıncı neden olarak saptanabilir.
Yedinci neden izlenen anti kolonyalist politikalarla rakip emperyalist güçlerin zayıflatılması ve ABD ye ekonomik ve ideolojik etki bakımından yeni fırsatlar yaratılmasıdır. ABD’de, İngilizlerin hegemonyalarının ikinci dönemlerinde izlediği anti kolonyalist politikaların daha kuvvetli bir devamcısı olmuştur. İngiltere serbest piyasa şiarını anti kolonyalist politika ile birleştirerek diğer sömürgeci-emperyalist güçlerce parsellenmiş ve kendileri dışındaki güçlere tümüyle kapalı tuttukları coğrafyalara nüfuz edebilmeyi amaçlıyordu. Önce kendi içinde sonra ABD kıtasında egemenlik tesisi için uğraş veren ABD’nin bir geleneksel sömürge alanlarında hiçbir sömürgeci ve kolonyalist nüfuzu yoktu. Oysa eski kıtanın sömürgeci ve emperyalist ülkelerinin iki savaştan güçsüzleşerek çıkmalarına karşın hala kendilerine ait sömürge ve kolonileri mevcuttu. Dahası güçsüzlükleri nedeniyle bu sömürgelerindeki istikrar ve güvenliğin sağlanmasını ABD’den beklemekteydiler. ABD izlediği anti kolonyalist ve anti sömürgeci politikayla bir yandan potansiyel rakipleri olan Avrupa’nın emperyalist ülkelerini güçsüzleştirmiş diğer yandan da ekonomik, siyasi ve ideolojik nüfuzunu bu coğrafyalara taşımış olacaktı. Öte yandan anti sömürgeci, antiemperyalist politika ve söylemler SSCB önderliğindeki blokun en güçlü olduğu alanlardan biriydi ve ABD böylece karşı blokun en önemli hegemonik enstrümanlarından birini de etkisizleştirmiş olacaktı.
Sekizinci neden ABD hegemonyasının yalnızca bazı uluslararası anlaşma ve kurallara değil aynı zamanda uluslararası planda bu hegemonyayı tesis eden ve yeniden üreten geniş bir kurumsal yapı üzerinde şekillenmiş olmasıdır. Uluslararası siyasi düzende BM, uluslararası ekonomik, finansal ve politik düzende G 8 ve IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vasıtasıyla hegemonyasını sürdürmektedir. ABD, Transatlantik ittifakı, NAFTA, APEC ve AB gibi ekonomik ve politik bölgesel ittifaklarla da bu hegemonyasını pekiştirecek kadar etkili ve belirleyici olmuştur. Örneğin yapılan yardımların rasyonel bir şekilde kullanılması ve Avrupa’nın kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomik yapıya kavuşması için Avrupa Ekonomik işbirliği Örgütü (OEEC) kurulması ve işleyişinde de ABD’nin belirleyiciliği çok açıktır. DTÖ’nün yardım toplantılarındaki gündem, dünya ticaretinin yaklaşık üçte ikisini oluşturan ABD, Kanada, Japonya ve AB’nin oluşturduğu “dörtlü” tarafından belirlenmektedir. Dünya Bankası’na başkanlık eden kişi antlaşma gereği Amerikalıdır. ABD oy kullanma gücünün en yüksek oranına sahiptir. IMF’de önemli kararların çıkması için %85 oy gerekmekte ve ABD %17 oy gücü ile etkili ve tek veto gücüne sahip ülkedir. Askeri alanda ise NATO benzer bir hegemonik araç durumundadır. Brezenski, IMF ve Dünya Bankası’na ‘ABD Hazine Bakanlığı’ yakıştırması yapıldığını hatırlatmaktadır. NATO’ya ise bu çerçevede ABD askeri kurmay yapılanması denilebilir. Bu çok uluslu örgütlerin oluşum kararları ve projelelendirilmesinde -ABD Dış İşleri Bakanlığı bile değil- ABD Hazinesi, Maliye Bakanlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı gibi kurumların daha etkili olması manidardır. Çok uluslu ve taraflı biçimde oluşturulan ama net biçimde ABD belirleyiciliği olan bu kurumlar ABD hegemonyasının zirve döneminde ulaştığı eşsiz ve tartışılmaz ağırlığın inşasında çok önemli bir role sahip olmuştur.
Yukarıda vurguladığımız gibi iki emperyalist savaştan bütün güçlü emperyalist ülkeler yalnızca ekonomik alanda değil aynı zamanda askeri donanım alanında da önemli bir güç kaybıyla çıkmışlardı. Oysa 1941 yılında askeri alanda bu ülkelerin epeyce gerisinde olan ABD 1945’e kadar bu alanda güçlü bir atılım yaşamış ve iki dünya savaşından ekonomik alanın yanı sıra askeri alanda da güçlenerek çıkan tek ülke olmuştu. İki savaş sonrası ABD bu gücünü küresel olarak kurumlaştırdı. Bu kurumlaşmanın ayakları küresel ulusal güvenlik anlayışı içinde tüm dünyayı coğrafi olarak paylaşan Birleşik Komutanlıklardı. Bunlar sırasıyla (1) Atlantik Komutanlığı, (2) Merkez Komutanlığı (Orta-Doğu ve bir kısım Asya’dan sorumlu), (3) Avrupa Komutanlığı, (4) Pasifik Komutanlığı, (5) Özel Kuvvetler Komutanlığı, (6) Kuzey Komutanlığı, (7) Güney Komutanlığı ve (8) Ulaştırma Komutanlığıydı. Bölge komutanları bulundukları coğrafyaların adeta sömürge valisi haline gelirken, bu komutanlıklara bağlı tüm dünya yüzeyinde çok sayıda askeri üs kuruldu. Amerika; askeri güç açısından, hem nükleer silahlara hem de dünyanın her yerine ulaşabilen Konvansiyonel kuvvetlere sahip dünyanın tek ülkesi haline geldi. NATO’ya üye olan ülkeler, aynı zamanda ABD’nin birer üssü ve silah alıcısı olduğundan, ABD’nin askeri gücü ekonomik gücünü de destekleyen önemli bir etken olmuştur. Müdahale gerektiren durumlarda, ABD sınırları dışında sahip olduğu pek çok askeri üsse dayanarak kendi çıkarı adına ve daha da önemlisi kapitalist blokun genel çıkarı adına dünyanın birçok bölgesinde askeri müdahalede bulundu ve operasyonlar gerçekleştirdi. ABD kapitalist dünyanın ve genel kapitalist çıkarların askeri jandarmalığı rolünü de üstlendi. Müttefiklerinin yaşadığı askeri güçsüzleşme koşullarında bu durum ABD hegemonyasına özel bir kuvvet ve müttefikleri nazarında özel bir meşruiyet kazandıran dokuzuncu neden olarak ifade edilebilir. ABD savunma bütçesinin büyüklüğü açısından bugün hala açık ara rakipsizdir.
Sonuncu ve onuncu nedene gelince… ABD zaten yukarıda saydığımız bir dizi etkenden dolayı hegemonik sürecinin ilk başlarından itibaren güçlü bir ideolojik meşruiyet yakalamıştı. Ama çok kapsamlı bir ağa dayanan ideolojik araçları kullanarak bu meşruiyeti hem güvence altına aldı hem de giderek daha kuvvetli hale getirdi. Kamuoyunu yönlendiren ve terbiye eden siyasi, iktisadi, kültürel ve sosyal temalarla uğraşan ve bünyesinde en etkili politikacıları, diplomatları, akademisyenleri ve gazetecileri barındıran think-tank merkezleri bu maksatla tesis edilmiştir. Elemanların büyük çoğunluğu, devlet deneyimine sahip eski ve yeni görevlilerdir. İkinci eleman kaynağıysa, yine devlet organlarıyla içli dışlı olmuş akademisyenleri barındıran üniversitelerdir. . CIA, yüzden fazla Amerikan üniversitesi ve kolejinde, çok sayıda profesör ve yönetici ile rapor hazırlamaktan, eleman kazandırmaya kadar geniş bir alanda işbirliği yapmaktadır. Bu yazı dizimizin bör bölümünde ayrıntılı olarak işlediğimiz gibi bizzat akademide “uluslararası ilişkiler” isimli bir disiplinin oluşması bile ABD siyasetin ve istihbarat örgütlerinin bu yöndeki çabalarının bir ürünüdür. Akademik görünüşlü “Institute” ve ideolojik görünüşlü “Heritage Foundation” gibi vakıflar ile CFR, Carnegie Endowment, Woodrow Wilson Centre gibi aslında birer think-tank kuruluşu olan yapılarla, devlet tarafından kurulmuş CSIS gibi raporcu şirketleriyle, IRFC gibi doğrudan Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bürolarıyla, Middle East Forum, Washington Institute, Freedom House, CMCU, USIP gibi yarı resmi merkezleriyle geniş bir ağ, siyasal ve askeri stratejilerin saptanması sürecinin yanı sıra ideolojik hegemonyanın tesisi için çalışmaktadır. ABD Vakıfları da bu sürecin önemli bir parçasıdır; bu kuruluşlar sadece yardım yapan kuruluşlar değildir; kültürel hegemonyanın yaygınlaştırılması ve yerel kültürel-ideolojik elçilerinin devşirildiği merkezlerdir. Kısaca medyadan sinemaya, vakıflardan think tank kuruluşlarına, çokuluslu şirketlerden üniversitelere, edebiyattan müziğe kadar geniş ve dünyanın her yerelliğinde ağlar halinde bağlara sahip olan bir ideolojik hegemonya aygıtıdır söz konusu olan. Bu ağ, her yerellikte Amerikan politikalarına (özellikle dış politikalarına) ideolojik destek sağlama işlevini yerine getirirken Amerikan kültür ve yaşam tarzının da o yerelliklere yaygınlaşması için çalışmaktadır.
Bütün bu faktörlerin birleşik etkisiyle ABD Doğu Bloku, Çin, Yugoslavya, Arnavutluk vb. dışındaki tüm coğrafyalarda çok güçlü bir nüfuz oluşturmuştur. Adeta bu ülke ve bölgelerdeki temel politika ve stratejilerin karar vericisi ve denetleyicisi rolünü üstlenmiştir. Bu derece yönlendirici bir etki gücünü daha önceki dönemlerin hegemonik ülkelerinde görmek olanaksızdır. Ama bu sarsılmaz gibi görünen gücü besleyen bu etkenlerin bazılarında zamanla yarılmalar oluşmuş bazıları ise bir bumerang etkisiyle bu kez ABD hegemonyasını vuran etkenlere dönüşmüştür. Ve nihayetinde 1960’lı yılların ortasından itibaren ABD hegemonyası gerileme sürecine girecektir. (devam edecek)
* Potsdam, Ağustos 1945’te İkinci Dünya Savaşı’nın galibi Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasında yapılan anlaşmadır. Bu anlaşma, Almanya’nın sınırlarının çizilmesi ve tüm Avrupa Savaş Alanı bölgesinin askeri işgali ve yeniden inşası ile ilgiliydi. Ayrıca Almanya’nın askerden arındırılması, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı tazminatları, savaş suçlularının yargılanması ve etnik Almanların Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden toplu olarak sınır dışı edilmesi konularını da ele almıştır. Bir bildiri olarak imzalanan anlaşma, uluslararası hukuka göre bir barış anlaşması değildi. Bu anlaşmanın yerini 12 Eylül 1990 tarihinde imzalanan “Almanya ile İlgili Nihai Çözüm Anlaşması” aldı. Yine savaşın üç galibinin katıldığı Yalta Konferansında Birleşmiş Milletler’deki veto yetkisinin saptanmasının yanı sıra ABD ve SSCB, hegemonya alanlarındaki ülkelerin kamp değiştirmesini önleyen bir mutabakata varmışlardı.
- Kent yoksulluğu, “Onurlu Yaşam Hakkı” ve Belediyecilik - 20 Mart 2024
- Yerel seçim öncesinde bir kent rüyası - 22 Şubat 2024
- Kentler Kimindir? Ya da Kent Hakkı Nedir? - 1 Şubat 2024