Yunus Emre genellikle tasavvuf geleneğinde görülse de; şiirleri genellikle hâkim ortodoks İslami bakış ile gizem ve mitos dolu şiir geleneği içine yerleştirilmeye çalışılıyor. Öyle ki, Yunus Emre’ye sanki İslamcı misyonerlik görevi yüklenir. Nurettin Topcu, “Yûnus Emre’de Vahdet-i Vücûd” başlıklı yazısında Yunus Emre’nin Anadolu’nun “üç asırlık Müslüman sahipleri” için “gerçek sahip, bir kurtarıcı, bir mehdî” olarak okunmasını öneriyor. Hatta Topçu ağaçlardan yükselen kolları, dimdik duran kavakları, dalını delip fırlayan yaprağı, kısacası doğada olup biten her şeyi İslam’ın Tanrı kavrayışına dayalı yani Allah nedeniyle açıklamaya girişerek doğayı bile İslami inanışa göre açıklamaya girişir. Son yıllarda Yunus’u dar tarikat geleneği içine sıkıştırmaya kalkıp onun tüm insanlık için anlamını hiçleştirme girişimleri az değildir. Hatta Yunus Emre hakkında kaleme alınan popüler kitaplarda Şaire devletçi politik misyonlar dahi yüklenmektedir. Örneğin bir iddiaya göre Yunus, “Anadolu’nun büyük acılar içinde çalkandığı bir devirde” yaşanan “taht kavgaları”, “Türk-Bizans çatışmaları”, “Moğol saldırıları” dolayısıyla iyice zayıflayan “devlet otoritesi” nedeniyle “iç isyan çıkmamasında” yani devlet otoritesinin halk arasında güçlenmesi için “büyük görevler” üstlenmiş dervişlerden birisidir.
Yunus’un ortaya koyduğu külliyatı bütünlüklü bir bakışla ve tutarlı bir şekilde yorumlamak için başvurulacak yöntem son derece yaşamsaldır. “Yunus Emre Divanı” adı altında derlenen şiirlerini tarihlendirmek pek mümkün gözükmemektedir. Fakat onun Risâlet’ün Nushiyye’sinin takriben ne zaman yazıldığını söyleyebiliriz. Mehmet Kaplan, bu eserin, Yunus’un kendi sözlerinden de hareketle, 1307-8 yılında yani ölümünden 13 yıl önce tamamlanmış olduğuna dikkat çeker. Dolayısıyla Risâlet’ün Nushiyye’yi Yunus’un geç dönem eseridir. Onun en olgun çağında kaleme alınmıştır ve başında ontoloji olan ve sonunda bir akıl öğretisi ile taçlanan Empedoklesçi felsefi bir bakış ile kaleme alınmış bir eserdir. Eserde bir insanlık hali betimlemesi sunulmaktadır. Kaplan’ın da dikkat çektiği gibi bu eserinde “şair, umumiyetle insanoğlunun halini ortaya koyuyor.” Bundan anlaşıldığına göre Yunus’un dünyaya olgunluk dönemi bakışı insanlık bakışıdır. Aşağıda bunu ayrıca ayrıntılı bir şekilde gerekçelendireceğim. Yazının girişinde Yunus’a atfettiğim insanlık bakışının onun Divanı’nda da olduğunu, hiçbir şekilde dar İslamcı veya tarikatçı bir bakışa indirgenemeyeceğine işaret etmek istiyorum.
Yunus Emre’de elbette “Nefsin Müslüman etsin var ise kerameti” ve “Nefsin Müslüman eden Hak yolun doğru varır” gibi mısralara beklenildiği sıklıkta olmasa da rastlanır. Bu konuda Yunus’un duruşu açıktır. Fakat onun bu dizeleri sıkça Müslümanların da durumunun eleştirisi olarak yazılmıştır. Zira Şair insanlık halini Müslümanların durumundan hareketle eleştirir: “Müslümanlar zemâne yatlı oldu”/“Helâl yenmez haram kıymetli oldu”/“Okuyan Kur’an’a kulak tutulmaz”/“Şeytanlar semirdi kuvvetli oldu”. Yunus, Müslümanlığın kendine yabancılaşmış durumuna dair bu eleştirel betimlemeden sonra tüm insanlık haline bakar ve şöyle der: “Harâm ile hamir tuttu cihânı”/“Fesat işler eden hürmetli oldu”. Müslümanların kendine yabancılaşmış durumu ile haramın ve kötülüğün hâkim hale geldiği tüm dünyada hüküm süren durum arasında büyük bir benzerlik vardır. Yunus, tikel ile tümel arasındaki bu diyalektik ilişkiyi görür ve bunu bilinçli bir şekilde epistemolojik olarak da kurar.
Yunus, Mevlana yorumuna dayanan İslamcı bakışı bulunduğu coğrafyada insanlığın ulaştığı en üst düşünme ve inanma biçimi olarak görmektedir. Fakat Yunus bu bakışını mutlaklaştıran bir tavra sahip değildir. Kendisini Müslüman bir misyoner olarak görseydi eserinin içeriği çok farklı olmalıydı. Onun Kuran’dan başka kutsal metinlere ve diğer inanç topluluklarına dair hoşgörü aşılamak isteyen, hatta onları eşiti olarak tanımaya çağıran bir şair olduğu bilinmektedir. Bir şiirinde bir dizesinde örneğin “Yetmiş iki milletin sözünü ârif bilir” derken, anlayışı ve kavrayışı güçlü ve dünya ve insanlık meselelerinde doğru yargılayan insan olmanın koşulunu formüle eder. Buna göre arif insan kavrayışında tüm insanlığı kapsayabildiği oranda arif olabilmektedir. Kendisini daraltan, parçayı mutlaklaştırıp bütünü unutan indirgemeci yaklaşımlardan uzak durur Yunus. Hatta Şairin kendisini insanlığa adamış olduğunu gösteren şu dize en çok da bugün öğreticidir: “Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen”.
Yunus dört kutsal metni de bu eşitlikçi bakış ile yorumlar. Buna uygun olarak tüm farklara rağmen dört kutsal kitabı da bir anlamda birleştirir. Bir şiirinde “Dört kitabın man’îsi bellidir bir elifte” diye yazıyor. Elif kavramı sıklıkla indirgemeci teolojik anlamda alınır. Mustafa Özçelik “Yûnus Emre’de “Elif” Yorumları” başlıklı yazısında kavramın değişik İslami teolojik anlamlarını sergiledikten sonra şöyle ilginç bir cümle kurar: “Buna göre Yûnus sâdece Elif’i bilip öğrenmekle bütün bilgileri ‘götürü’ yâni ‘toptan’ öğrenmiş olmaktadır.” İşte bu cümle elif kavramına dair Özçelik’in de sunduğu tüm teolojik yorumların ötesinde yani en temelde olan anlamı yakalarız. Aristoteles’e göre “bütün bilgileri ‘götürü’ yâni ‘toptan’ öğrenmiş” olmak için ilk ilkeleri ve ilk nedenleri bilmek gerekmektedir ve Aristoteles’e göre bu bilgeliğin en üst biçimidir. Aristoteles, Metafizik adlı eserinde ilk ilkelere ve nedenlere ilişkin şöyle diyor: “Şimdi ilk ilkeler ve nedenler en fazla bilinebilir şeylerdir. Çünkü onlar sayesinde ve onlar aracılığıyla bütün diğer şeyler bilinirler.” Yunus ilgili cümlede elif kavramını tam da bu anlamda kullanmaktadır ve bunda derin felsefi bir anlam saklıdır. Elif kavramının anlamına tarihsel olarak oluşan teolojik anlamından bağımsız olarak baktığımızda ilk olan, temelde olan, başlangıç, ilke anlamlarını yakalarız. Yunus şöyle diyor son derece anlamlı bir beytinde: “Sen sana ne sanırsan ayrığa da onu san”/”Dört kitabın ma’nîsi budur eğer var ise”. Yunus’un formüle ettiği ilkede saklı olan anlam şudur: Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapma! Öyleyse özü itibarıyla dört kutsal metin de aynı öğretiyi dillendirmektedir ve Yunus burada farkları vurgulamak yerine yani farkı mutlaklaştıran yaygın anlayıştan farklı olarak anlam birliğini vurgulamaktadır. Bu onun aynı zamanda iyi bir diyalektikçi olduğunu da göstermektedir, çünkü çokluk verili ise onda birliğin nerede yattığını, bir verili ise ondan çokluğun nasıl ortaya çıkıp oluştuğunu göstermek gerekmektedir.