İnsanlığın evrene dair en eski sorusu hep aynıydı: “Nereden geldik?” Bu soru kimi zaman bir mağara duvarına işlenen sembollerle, kimi zaman bir tapınağın taşına kazınan dizelerle, kimi zaman ise kutsal kitaplarda yankı buldu. Ancak dikkatle bakıldığında, Mezopotamya’dan Mısır’a, Hindistan’dan Kenan topraklarına kadar yayılan yaratılış mitlerinin bazı ortak imgeler taşıdığını, hatta bu imgelerin Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam gibi Kitabi dinlerin kozmogonisine sızdığını görmek mümkün. Yani kutsal olan ile mitolojik olan arasında sadece bir sınır değil, aynı zamanda bir köprü de var.
Suların Başlangıcı: Kaosun Sakinleştirilmesi
Yaratılış anlatılarında karşımıza çıkan ilk ortak motif “ilksel su”dur. Tevrat’ın Tekvin (Genesis) bölümünde, Tanrı dünyayı yaratmadan önce “yeryüzü ıssız ve boştu, engin karanlıklar vardı ve Tanrı’nın Ruhu suların yüzeyinde dolaşıyordu.” Bu sahne bize Mezopotamya’nın Enuma Eliş adlı yaratılış destanını hatırlatır: Orada da evren Apsu (tatlı su) ve Tiamat’ın (tuzlu su) ilksel birleşimiyle başlar. Kaos tanrıçası Tiamat yok edildikten sonra onun vücudundan gök ve yer yaratılır.
Aynı şekilde, Antik Mısır’ın Hermopolis mitolojisinde Nun adı verilen ilksel su kaosu vardır. Bu kozmik sulardan yaratıcı tanrı Ra doğar. İlksel su imgesi, doğanın anlaşılmaz güçlerine karşı bir düzen tesis etme çabasının sembolü gibi durur. Ve bu düzenin tesisi, her uygarlıkta ilahi bir varlığa —ya da varlıklara— atfedilir.
Tanrılar ve İnsanlar: Topraktan Gelen Hayat
Kitabi dinlerin insanın yaratılışı anlatısı da daha önceki mitolojik anlatılardan izler taşır. Tevrat’a göre Tanrı, insanı “toprağın tozundan” yaratır ve ona kendi nefesinden üfler (Tekvin, 2:7). Bu anlatının Mezopotamya’da karşılığı, insanın tanrıların hizmetkârı olması için topraktan ve ilahi kandan yaratıldığı Atrahasis Destanıdır. Söz konusu destanda tanrılar, çalışmaktan yorulunca, daha alt bir tür olan insanı yaratırlar. Toprak ve tanrısal kan karıştırılarak ilk insanlar yaratılır. İslam’da ise Allah, insanı “balçık”tan yaratır; bu balçık ya da “salsal”, doğrudan Mezopotamya’nın çamurla yoğrulmuş insan fikrini çağrıştırır.
Cennetten Kovuluş ve Bilgeliğin Bedeli
Adem ile Havva’nın yasak meyveyi yemeleri ve cennetten kovulmaları, yalnızca ahlaki bir öğreti değil, aynı zamanda insanın tanrısal düzenden koparak ölümlü ve dünyevi hale gelmesinin sembolüdür. Bu durum Sümerlerin Enki ve Ninhursag anlatısında da görülür. Tanrıça Ninhursag, Enki’ye ölümsüzlük getirecek bitkiler sunar, ancak Enki bunları ölçüsüzce tüketir ve hasta olur. Tanrılar arasında geçen bu kozmik çatışma, ölümsüzlüğün ve bilgeliğin tanrısal ayrıcalık olduğuna işaret eder.
Bir başka çarpıcı benzerlik ise Gılgamış Destanı’ndaki “ölümsüzlük arayışı”dır. Gılgamış, tanrılardan ölümsüzlüğü çalmaya çalışır, ancak onu elde edemez. Tıpkı Adem’in “yaşam ağacına” erişmeden cennetten kovulması gibi, Gılgamış da ölümsüzlükten mahrum kalır. Her iki anlatı da insanın bilgiyi ya da sonsuzluğu arzulamasının sonuçlarına dair kadim birer öğüttür.
Tufanlar, Sandallar, Seçilmişler
Yaratılış anlatılarının devamında gelen bir başka ortak anlatı ise “büyük tufan”dır. Tevrat’ta Tanrı, Nuh’a bir gemi yapmasını söyler çünkü insanlık yoldan çıkmıştır. Aynı anlatının neredeyse bire bir benzeri, Mezopotamya’da Ziusudra ya da Utnapiştim figürleriyle karşımıza çıkar. Gılgamış Destanı’nda Utnapiştim’e tanrılar tufan olacağını bildirir ve ona bir gemi inşa etmesini söylerler. Her iki anlatıda da kurtarıcı bir figür, ailesiyle birlikte “temiz bir başlangıcın” taşıyıcısı olur.
Bu tufan anlatılarındaki benzerlikler öylesine belirgindir ki, birçok tarihçi bu hikâyelerin ortak bir bölgesel belleğe dayandığını düşünmektedir. Nitekim, Antik Yakın Doğu’da yaşanan büyük sel felaketleri bu anlatıların mitolojik temellerini oluşturmuş olabilir.
Hafıza mı, Vahiy mi?
Tüm bu benzerlikler tesadüf mü, yoksa kültürel aktarımın bir sonucu mu? Dinler tarihi açısından bakıldığında bu soruya verilecek yanıt, inanç ile tarihsel bağlam arasında salınır. İnançlı bir kişi için bu anlatıların kaynağı Tanrı’dır; ancak kültürel tarih açısından bu metinler, kadim uygarlıkların kolektif hafızasının, doğa ile mücadelelerinin, bilinmeyene duyulan saygının ve korkunun ürünüdür.
Burada önemli olan, hangi anlatının daha doğru olduğu değil, bu anlatıların insanlık tarihinde nasıl yankı bulduğu ve birbirine nasıl ilham verdiğidir. Belki de Tanrı’nın kelamı, sadece bir kez değil, yeryüzünün farklı coğrafyalarında, farklı dillerde, farklı imgelerle tekrar tekrar yankılanmıştır.
Mitten Metne, Metinden İnanca
Yaratılış anlatıları sadece evrenin kökenine dair açıklamalar değildir; onlar aynı zamanda insanın anlam arayışının, düzen kurma çabasının ve ilahi olanla kurduğu ilişkinin bir yansımasıdır. Bu nedenle Gılgamış’ta yankılanan tufan, Tevrat’ta yankı bulur; Tiamat’ın kaosu, Genesis’in “karanlık sularına” dönüşür.
Geçmişin mitleri bugünün kutsal metinlerine şekil verirken, insanlık da kendi köklerini unutmadan, aynı soruyu sormaya devam ediyor: “Biz nereden geldik?”
- Ahlakın Soyut Yüklerinden Kurtuluşu: Marx’ın Etik Devrimi - 11 Haziran 2025
- İlahi Kelamdan Gılgamış’a: Yaratılışın Kültürel Hatıraları - 9 Haziran 2025
- İnsanın Gölgesinde Kurban: Şiddeti Hayvana Yüklemekten Kapitalist Ticarete - 6 Haziran 2025